top of page

Bir Dinozorun Gezileri - Mavi Yolculuk II

Güncelleme tarihi: 4 Ara 2021



Eskiden mavi yolcular, benim istediğim gibi Bodrum'dan, Antalya'ya kadar yelken açmasalar da, uzak yerlere gidip antik kentlerin kalıntılarını görürlerdi. Hocam Sabahattin'in ölümünden sonra, durum değişti. Birbirinden ancak birkaç saat uzaklıktaki koylara gitmeye, orada uzun uzun kalıp yan gelmeye alıştık.


Eskiden bütün koylar ıssız, sessiz ve boş olduğundan, demir alıp geceleyeceğimiz koyu seçmek bir sorun değildi. Şimdiyse yerli ve yabancı turist sayısı da tekne sayısı da öyle arttı ki, temmuz ve ağustosta denize çıkmadığımız halde, her girdiğimiz koyda en azından beş altı tekne buluyoruz. Bunların bir kısmı arabeskli, darbukalı ve şamatalı olduğundan; gecemiz zehir olmasın diye, onlardan kaçıp daha gürültüsüz bir yere sığınmaya çalışıyoruz.


Koylarda ilginç insanlarla karşılaştığımız da oluyor. Örneğin Kaliforniyalı bir çiftle karşılaşmıştık 1960'lı yıllarda. Adam yazarmış. Ne yazık ki, adını unuttum. Belki ünlü bir yazar olmuştur bu arada. Sekiz metrelik küçücük bir tekneyle ta İngiltere'den bizim kıyılarımıza gelmişler.


Bir defasında geceleyin, yanlarında bir tek kadın bulunmayan altı Alman erkeği yakınımıza demirledi. ''Eyvah! Şimdi gürültü başlayacak!'' dedik. Ama kaba saba görünen bu Almanlar, ışıklarını söndürüp, öyle güzel lied'ler söylemeye başladılar ki, hayran kaldık. Onları alkışlayıp, Almanca bilmediğimiz için İngilizce kutlayınca, bu defa İngiltere'nin ve İskoçya'nın birbirinden güzel halk türkülerini dinlettiler bize. Sadece müzik eğitimi gördükleri değil, bu işin profesyoneli oldukları besbelliydi. İsteğimiz üzerine, Brecht'in sözlerini yazdığı, Kurt Weil'in bestelediği şarkıları da söylediler. Gecenin on ikisinde çok güzel bir ninniyle konseri bitirdiler.


Bir defasında, Tam 14 Temmuzda, yani Fransızların milli bayramında, Bir Fransız teknesi gecelediğimiz koya demir attı. Argo deyimle, ''şunlara bir kıyak yapalım'' dedik. Yarı yarıya suyla doldurduğumuz şişelere mumlar diktik; Büyük Fransız ihtilalini anmak için, komşu tekneye küçük bir alev filosu saldık ve hep bir ağızdan milli marşları La Marseillaise'i söyledik. Fransızlar duygulandılar, bizi alkışladılar, bravo! diye bağırdılar. Ama ondan sonra, biz birazcık azdık. Enternasyonal'den tutun da Bandiera Rossa ve Commandante Che Guevara'ya kadar, bildiğimiz devrimci marşların ve şarkıların hepsini avaz avaz söyledik. Anlaşılan Fransız burjuvaları pek hoşlanmadılar bundan. Teknelerinin ışıklarını söndürüp, bir ölüm sessizliğine gömüldüler.


Bir başka defa geceleyeceğimiz koya, Rodos'tan gelen, çok büyük, bembeyaz lüks bir yat demir attı. Bu görkemli yatı yakından görebilmek için hemen suya atladım, çevresinde yüzmeye başladım. Yatı hayranlıkla seyrederken, ara sıra da bizim Hürriyet'e göz atıyordum. O kibar beyaz yatın yanında, pruvadaki, bisiklet tekerleğinden yapılmış kocaman fırıldağıyla; bir ipe geçirilmiş, fırfır döne döne gidip gelen, daha küçük boy öteki fırıldaklarıyla, şuraya buraya asılmış rengarenk , mayoları, havluları, çamaşırlarıyla, akşam yemeğini hazırlayan otuza yakın yolcunun şamatasıyla, tam bir Çingene teknesine benziyordu.


Büyük kibar yatta sadece dört yolcu vardı. Bir genç çift, bir de yaşlı çift. Derken şaşırıp kaldım; çünkü bunlar küpeşteye geldiler, bana İngilizce seslenmeye başladılar. Amerikalı oldukları şivelerinden anlaşılıyordu. ''Buraya buyurun, biraz dinlenirsiniz, hem de tanışırız.'' diyorlardı. Yatın bordasına bağlı merdivene yüzdüm. Kızım tam çöpe atacakken elinden zorla alıp giydiğim eski püskü mayodan sular damlayarak, son derece rahat bir güverte koltuğuna yerleştim. Kolalı beyaz ceketli, siyah pantolonlu şık bir garson, bana buzlu bir viskiyle, kavrulmuş badem sundu. Gençler karı kocaymış; yaşlılarda delikanlının annesiyle babasıymış. Dördü birden konuşmaya başlayınca, hayretten hayrete düştüm: Bizler onların teknesine hayran kaldığımız gibi, onlar da bizimkine hayran kalmışlar meğer. ''Ah, ne güzel! Ne kadar kalabalıksınız! Ne kadar neşelisiniz! Kim bilir ne kadar çok eğleniyorsunuzdur! Sizlere gıpta ediyoruz doğrusu!'' diyorlardı. Çekine çekine geceleyin bizim tekneye gelmek iznini istediler. Ben de kasıla kasıla, ''Buyurun, sizi bekleriz.'' dedim.


Gece Amerikalılar, çifter çifter viskiler, şaraplar, şampanyalar ve Fransız konyaklarıyla geldiler. Şişelerden birinin Remy Martin fine champagne yani konyaklarınen güzeli ve dünyada en çok sevdiğim içki olduğunu anlayınca, Sabahattin'e, ''bunu bir kenara koyalım, ancak anlayanlar içsin'' demem üzerine, hocam bana fena kızdı. Bense, fine champagne'ın güzel içilmesini kendi açımdan bir hayat memat meselesi saydığımdan, Sabahattin'e kafa tutuyordum: ''Ama Sabahattin'' diyordum, ''bizimkiler barbarlar gibi, bunun içine su katacaklar, buz koyacaklar; o güzelim içkiyi mahvedecekler. Oysa fine champagne, ancak yemekten sonra, az miktarda içilmelidir. Sapını parmaklarının arasında tutunca, elinin sıcaklığını hafifçe alabilecek biçimde yapılan özel kadehlerle ve dört aşamada, yavaş yavaş içilmelidir. ''Önce koklayacaksın, sonra ağzında tadını alacaksın, sonra gırtlağından geçişinin lezzetini, en sonunda da midene inişinin hazzını duyacaksın.'' diyordum. Ama beni ayıplayan Sabahattin, şişeyi ortaya koydu ve korktuğum oldu: İyi bir şampanya şaraptan güzel olduğu gibi, konyaktan çok daha güzel olan fine champagne, içine sular buzlar konularak, dört aşamanın hiçbirine özen gösterilmeden mahvedildi.


Biz onların içkilerini böyle barbarca tüketirken, dört Amerikalı da aynı barbarlık içinde bizim rakılarımızı tüketiyorlardı. Sabaha karşı bir hayli sarhoş bir halde, hayatlarından son derece hoşnut olarak, bu yolculukta ilk kez hoş vakit geçirdiklerini tekrar tekrar söyleyerek, kibar ama can sıkıcı lüks teknelerine geri döndüler.


Amerikalıların teknesi ne kadar konforluysa, bizim Hürriyet de o derece konforsuzdu. Şimdi kaptanlar, ne kadar yatacak yer varsa, aynı sayıda yolcu almak zorundalar. Oysa, içine bavullarımızı koyduğumuz bir tek kamarası olan on altı metrelik Hürriyet'e, otuz kişiden fazla bindiğimiz olurdu eskiden. Herkes açık havada yatardı. Şu da var ki, gerçek bir mavi yolcu, son derece lüks bir kamarası olsa da, açık havada yatmayı yeğ tutar her zaman. İlk yolculuklarımda ben de öyle yapardım ve yirmi beş yaşından beri sigaranın da azıttığı müzmin bir bronşitim olduğundan, denize çıkar çıkmaz öksürüp tıksırmaya başlar; zaten kısık olan sesim büsbütün kısılırdı. Daha sonraları Hürriyet teknesinde bazı başka reformlarla birlikte, birkaç kamara yapılınca, arkadaşlarım onlardan birinde yatmama karar verdiler. Ama gene de dayanamaz, gece yarıları herkes uyuduktan sonra, bir battaniye sarınıp gizlice güverteye çıkar, bir yerlere kıvrılıp yatardım. Çünkü açık havada, yıldızların altında, denizin ve ağaçların sesini duyarak uyumanın bana vereceği hazza kıyasla, bronşitin vereceği acıları bir hiç sayardım. Beni güvertede bulup, azarlaya azarlaya kamarama geri göndermek isteyen arkadaşlarıma da kafa tutardım.


Bir defasında Kaş'tan aldığımız mis kokulu küçük sarı kavunlar, altımdaki ranzaya konulmuştu. Geceleri ölü dalgalarla tekne beşik gibi sallandıkça, birbirine çarpan kavunlardan inanılmaz güzellikte kokuların etrafa saçılmasını, küçük denilen, ama aslında büyük olan mutluluklarımdan, biri saydım. Kimi zaman kendimi tutamaz, geceleyin o kavunlardan birini aşırır, kimselerin haberi olmadan bir güzel yerdim. Kamarasız günlerimizde, çoğu yolcuların şişirilen bir lastik şiltesi, bir de uyku tulumu vardı. Bense bir torbanın içine girmekten hiç hoşlanmadığım için, battaniyeyle örterdim üstümü. Lastik şiltemin ise, her zaman gizli bir deliği olurdu her nedense. Şilteyi şişirip yatar, bir süre sonra kendimi güvertenin tahtaları üstünde bulurdum.


Ama her gece birkaç kez sönen şiltemi bir sıkıntı saymazdım. Asıl sıkıntı tuvalet faslıydı: Hürriyet'te bir tek tuvalet vardı ve bu tuvaletin altında gerekli teşkilat yoktu. Yani küçük aptesimizi istediğimiz zaman, ama büyüğünü ancak tekne seyir halindeyken yapabilirdik. Hürriyet demir atınca, bu iş için karaya çıkıp; çalılıkların, kayaların, ağaçların falan arkasına saklanmak gerekirdi. Hele sabahları durumumuz çok acıklıydı: Hürriyet'in yanaşabileceği bir iskele yoktu çoğu zaman; teknenin küçük sandalı da ancak dört kişi alabildiğinden, millet elinde bir tomar tuvalet kağıdı, su dolu bir plastik şişe, kuyruğa girer, sıkıştığı için tepine tepine sıra beklerdi. Bu işkenceden kurtulmak için, günlerce süren psikolojik kökenli inatçı bir kabıza tutulanlar vardı aramızda.


Hürriyet'te elini yüzünü yıkayacak kadar su vardı ama, denizden çıkınca duş yapacak kadar yoktu. Fransa'dan tuzlu suda köpüren özel sabunlar getirttiğimiz halde, derimiz kalın bir tuz tabakasıyla kaplıydı. Üstelik ben, güzel deniz kabukları tutkusuyla yanıp tutuştuğum için, kıyılarda, sivri sivri kayalar arasında, sabahtan akşama kadar, düşe kalka dolanıp dururdum. Bu yüzden de bacaklarım kollarım, her bir yanım yara bere içindeydi. O tuz, hem yaralarımı cayır cayır yakar, hem de iyileştirirdi.


Çeşmeli, dereli bir yere gelince, müthiş bir hamam faslı başlardı. Herkes, özellikle erkeklerden genellikle daha titiz olan kadınlar, ellerinde taslar, sabunlar, şampuanlar, kollarında büyük havlularla çeşmeye gelir, saatlerce yıkanıp dururdu. Bir defasında iyice sabunlandıktan sonra, sığ bir derenin çakıl taşları üzerine uzanmıştım. Temiz, serin suların üstümden uzun uzun akması büyük haz vermişti bana.


Şimdi deniz gezilerinde gemiciler ya da getirdikleri bir ahçı, yolculara yemek pişiriyor, servis yapıyor. Sabahattin Eyüboğlu, ''Onların görevi yemek pişirmek değil gemicilik etmek.'' derdi. Üstelik, en lezzetli parçaları onlara ayırmamızı isterdi. İyi yemek pişirmesini bilen biriyle üç yardımcısından oluşan dört kişilik ekipler seçilirdi. u ekiplerin hangi gün çalışacakları, haber tahtasına iliştirilirdi. Hatta kimi iddialı ekipler tasarladıkları menüleri önceden ilan bile ederlerdi. Aralarında tatlı bir rekabet yaşayan ekipler, dört öğün yemeğin hazırlanmasından, bulaşığın yıkanmasından, teknenin temiz tutulmasından, yani o günün bütün ev işlerinden sorumluydu.


Bir sabah kahkahalar atarak uyandık hepimiz: Rahmetli Şadi Çalık, üstünde kocaman harflerle ''Bu iş yerinde grev var'' yazılı pankartları gizlice hazırlamış, sabahın köründe ekibiyle birlikte, pankartlı sloganlı bir yürüyüşe geçmişti. Ama o protesto eylemini anımsadıkça, artık gülmek değil, ancak ağlamak geliyor içimden. Çünkü birinci pankartı, o sırada dokuz yaşında olan oğlu Osman taşıyordu ve bu dünyalar güzeli çocuğu, delikanlıyken, akıllara sığmaz bir helikopter kazasında yitirdik.


Mîna URGAN

Ekleyen : Zeliha AYDOĞMUŞ


Mina URGAN'ın yazdığı, Bir Dinozorun Gezileri kitabındaki Mavi Yolculukları...


(65-70 sf.)


Etiketler:

20 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
1/4

mavi

ADA

2002

Hayat ve Sanat

Emek veren herkesin ADAsı

  • LinkedIn - Beyaz Çember
bottom of page