AYVALIK DEĞİRMENLERİ
top of page

AYVALIK DEĞİRMENLERİ

Şenol YAZICI

*


Karadeniz'de belki hala vardır; bir ırmak başında kurulan, suyu dizginleyip ona hakim olan, onun gücüyle çalışan değirmenler? Su var ya, en güzelleri de onlar gelir bana, ama olanaklara göre "yel" den tut, "el" e değin değişen türü vardır.


M.Ö 600'lü yıllarda Araplar tarafından rüzgar gücüyle çalışan ilk değirmenler yapılmış. İsa'nın doğumuna yakında Adriyatik kıyılarında su gücüyle çalışanlar görülmüş. İnsanların temel ihtiyaçlarını yiyecek haline getiren önemli araçlardır değirmenler.

Kullanımı coğrafyasına, nüfusuna, ihtiyaçlarına, olanaklarına ve üretimle orantılı belirlenir.


Köylerin bir sosyalleşme aracıdır da değirmenler. Görmediklerinizi görür, olan bitenden haberdar da olursunuz, ununuz öğütülürken. Para da kullanılmaz bu hizmette; öğüttüğünüz zahireden birkaç bardak alınır. Coğrafyanın özelliklerine göre de teknik olarak biçimlenirler. Su, rüzgâr, hayvan gücü ve şimdi elektrikle işleyenleri vardır. Değirmenler, buğday, çeltik, mısır... gibi ürünleri un haline getirirken zeytin ve susam gibi ürünleri de yağ haline getirmekte kullanılır.


Büyüleyici bir yanı vardır o atmosferin, suyun, taşların çıkardığı o ahenkli sesin...

Baştan bozuk ama ritmik ses bir süre sonra huzurlu bir melodiye döner, mısırın buğdayın una dönerken çıkan kokusu içime dolar, uykum gelirdi.

Değirmenler, çocukluğumun en hoş mekanlarından biri, hatta ruhumun zor zamanlarda kaçış yeriydi.


Sonra bir değirmen daha düşlerimi süsledi.

Anımsar mısınız bilmem, Alphonse Daudet 'in 100 Temel Eser arasında da yer alan Değirmenimden Mektuplar kitabını?


Şehrin kalabalığından ve insanların ikiyüzlü, tutarsız dav­ranışlarından kaçıp kırlara ve bir değirmene sığınan yazarın, yaşadığı çevredeki gözlemlerini anlatır. Ama nasıl güzel anlatır:

"Buraya gelişime en çok şaşıran tavşanlar oldu. Geldiğim gün, en aşağı yirmi tane tavşan vardı. Beni, görünce gittiler. Umarım yine gelirler. İkinci kattaki baykuş hoşuma gittiği için onunla yeni kira sözleşmesi yaptım. Değirmenimden çok memnunum. Burası tam istediğim gibi, gazetelerden, faytonlardan, sisten çok uzakta, güzel kokulu, sıcak bir köşe! Etrafımda ne kadar güzel şeyler var. Buraya yerleşeli sekiz gün olmadı ama içim coşkuyla dolup taşıyor…

"

-Değirmenimden Mektuplar- "


ÖYLE DERLER, insan dediğin zor zamanlarında en mutlu devrini, yani anakarnını özlermiş. Bir kaçış yeri yani... Sizlerin de var mıdır bilmem ama benim hasretim başka, değirmenleri özlerim zor da kaldığımda...Bir de karatrenleri...


İlk kitabımı yazmış, yayınlatmış, gazetenin birinde de hafta da bir köşeyazıları yazıyorum. Hiç belli etmiyorum ama kitaba dair bir ses bekliyorum.

Hiçbir tepki yok.

Oysa o tepkisizlik iyi bir şeymiş...

Neden sonra çalıştığım lisenin bir partiden milletvekili adayı olacağını duyduğumuz okul müdürü beni çağırdı, tebrik etti kitabım için.

Bu adamın siyasi kimliği beni görse kirpi gibi diken kesilir, huylandım, ama elimde değil, nasıl sevindim, anlarsınız... Ardından da gazeteye yazdığım yazılardan söz açtı. "Çok güzel yazılar, ama o gazete bu yazılara layık değil, size böyle bir gazete lazım, " diyerek adayı olacak olduğu partisinin yeni çıkarmaya başladığı gazeteyi gösterdi.

"Ben konuşurum yeter ki sen evet de..."

Şimdi anladım, bu adamla ne zaman yanyana gelsem, "seni sokmam..." diyen bir engerek yılanı gelir aklıma.

Bir şey demedim... değil, diyemedim, çıktım.

Yeterince beklediğine kanaat getirmiş olmalı ki bir hafta sonra okula gittiğimde elime bir sarı zarf tutuşturuldu, nöbete 1 dakika 13 saniye geç gelmişsiniz... Ertesi hafta bir sarı zarf daha... Öğrencilere "Kim takar Yalova Kaymakamını...niçin?" demişim. Sürdü gitti öyle... Giderek psikolojimi bozan bir hal aldı, gergin, sinirli, kavgacı bir durum... Aylarca sürdü bu mobbing ve taciz uygulaması... Müdürün her hafta bana mektup yazdığını gören aklıevvel arkadaşlarım da, gözden düştüğümü sezmiş, tam zamanı diyerek sanki kitap çıkalı altı ay olmamış ya da yeni okumuşlar gibi ver yansın etmeye başladılar. Kitabıma, yazılarıma bana da...

İnsan ahmaklığının sınırı mı var?

Öyle ki, ancak büyük deprem bitirebildi.


İşte o zamanlar Değirmenimden Mektuplar ve içinde yazılanlar aklıma gelirdi. Kendime bir ütopya yazmıştım. Bir gün o param olursa bir değirmen satın alacaktım dağın başından, bir ırmağın kıyısından. Bu düzenine, dümenine akıl sır erdiremediğim insanlardan kaçacak, oraya sığınacaktım. Bu hayalle garip bir biçimde huzur bulurdum.

Teknoloji değirmenleri de elektrikli yaptı, unu evimize hazır getiriyor. Şimdi sığınacak değirmen de kalmadı.


Ayvalık'ta çoğu geçen yüzyıllardan kalma çok değirmen var.


Yalnız düzlüklerde, bir ırmak kıyısında değil, dağların tepesinde, keçi tırmanamaz en zor yamaçlarda yer alıyorlar. Çünkü Ayvalık'ta suyu kontrol edilecek ırmak çok az, ama tanrının hikmeti bolca rüzgarı var işte. İnsan da onu kullanıyor, yel değirmenleri geçen yüzyıllarda Ayvalık'ın çok işine yaramış.


İstanbul'un silueti camiler ve köprüdür.


Ayvalık siluetinin vazgeçilmezlerinden olan değirmenlerden bir zamanlar 8'i 'İlkkurşun Tepesi'nde ve yanındaki, eskiden İlias kilisesinin, şimdi Askeri Rehabilitasyon Merkezinin bulunduğu tepede olmak üzere böyle 33 adet değirmen varmış.


Birkaçı hariç çoğunun kalıntıları bile yok.



2021'in Haziran'ında, pandeminin aralanır gibi olduğu ilk fırsatta gelip onca yıllık hayalim "Ayvalık'taki evin" tapusunu almıştım.


Halimi tahmin etmeniz zor değil, bir başarı hali var üstümde ama ne? Bu kesin de sadece ayırt edemiyorum; Roma'yı yıkan Fatih mi, aynı Roma'yı yakan Neron mu... hangisi? Bursa ve Yalova'dan iyi kira getiren iki daireyi satıp Ayvalık'tan bir daire almıştım, az mı?


Cunda Uygulama Oteli'nde o geceyi gözümü kırpmadan geçirmiştim.


Uykusuzluk, araç kullanırken hiç kaygım olmazdı , ama o gün herhalde Ayvalık'ta ev sahibi olan seçkinler, böyle aptallıklar yapmaz, bir gece daha kalırım, öyle yola çıkarım diye düşünüp Ayvalık'ı gezmeye çıkmıştım.


Zaman ayırıp da gezemediğim Cunda tepelerindeki değirmenleri görmek istiyordum.


Rahmi Koç'un onartıp çocuk kütüphanesi yaptırdığı küçük kilise ve eki değirmeni görünce bayıldım.


Bahçesinde yer alan kafenin Cunda'yı ve Ayvalık'ı da gören görkemli bir manzarası vardı. Çayımı içerken Alphonse Dode'nin "Değirmenimden Mektupları" ve devletin memuru olduğum o günlerde başıma gelenlerden sonra yeşerttiğim "büyük hasretim" aklıma geldi.


Sanki bir küçük daire değil de, mülkün asıl sahibi geldi... hali oldu bende; burayı almışım, restore de etmişim, artık dünyanın en güzel kitaplarını yazabilirim, ateşli kalemimle bütün zalimlere de sağ sol ayırmadan haddini bildirebilirim... sanrısı sardı beni.


Bilirsiniz bu duyguyu, anlatılacak bir şey değildir, ne kadar gençseniz o kadar güçlü ve sık olur. Durdukça büyür; büyüdükçe alevlenir; alevlendikçe sizi saran sevincin abartılı olduğunu düşünür, çok sevindim, başıma bir şey mi gelecek diye kaygılanırsınız. Nefesiniz sıklaşır, göğsünüz şişer, kaslarınız gömleğinizi zorlar, rüzgar geçer içinizden... Romatizmanız bile olsa dimdik olursunuz. Meleklere bile gülümsersiniz, hiç neden yoktur ama gözleriniz de yaşarabilir.

Aslında resmen acı çeker gibisiniz ama iç gözünüz kendinden çok memnun, en mutlu halinizin tarihi resmini çeker ilgiyle.

Çünkü andır o.


Bu resmi çekip Face'de paylaşmıştım, altında bir iki cümleyle .


"Kim demiş ki "Mehlika Sultan" sadece bir hayaldir diye...

Değirmen bulundu,

Yol artık Sanço'ya çıkar..."


Artık başarmış ve son noktayı koymuşsunuz halidir bu...


Oysa kul düşünür kader gülermiş, oyun yeni başlıyormuş, nerden bileyim.

Bu bölüm çok uzun ve şahsi bir hikayedir. Başıma gelen belki de her insanın hayatını bir döneminde yaşadığı ya da yaşayacağı bu nedenle çok iyi bilinen insanlık hallerinin rezil bir tefrikası gibidir. Sizi meraklandırmak, böylece ısrarlarınıza dayanamayıp anlatmak için aklımı atsam da Nobel alacak bir roman olacak bu süreci burada bir kaç cümlede heder etmek, o günlerde karşılaştığım çirkin insanları ilan etmek, davalık olmak istemeyeceğim için girmeyeceğim, değirmenlerimize devam edelim.


İlginç olan ne biliyor musunuz, Ayvalık zeytin ve zeytinyağı cenneti ama Ayvalık'ta un yapılacak buğday, mısır gibi ürünler kayda değer ölçüde yetişmiyor, çünkü toprak yapısı uygun değil.


Turunçgillerden de fazla rastlamadım. Hani o Aydın'da sokaklar bile mandalina, limon, portakaldır, baharları kokularıyla sarhoş gezersiniz, hatta Necati Cumalı'nın o hınzır kitabı gelir aklınıza; Ay Büyürken Uyuyamam... Hiç öyle değil, yok öyle bir şey... Olanlar da bir İzmir satsuması değil, cılız kavruk bir kaç ağaç. Hatta bir dağ memleketi olan, karı eksik olmayan Bursa bahçelerinde gördüğüm kadar bile göremedim.


Peki, 33 değirmen ne işe yarıyormuş?

Dışardan alınan buğdayı işliyor, una çevirip tüketiyorlar ya da ihraç ediyorlarmış.

Ki aynı dönemde ürettiği, marka haline dönüştürdüğü derileri Rusya'dan Fransa'ya kadar ihraç eden atölyeleri varmış. Ki bu derilerin büyük bölümü dışarıdan satın aldıkları, işledikleri ham derilermiş.

İlginç değil mi?

/

28 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
1/3
bottom of page