Bu Ülkede Her İyi Şair Sağalmış Bir Travmadır
*
(15 Haziran 1925 - 10 Ekim 2005)
Baktığında dört yan mavi keserdi, mavi yağardı. Ulu ağaçların altından uzayan parke yoldan kısa eteği savrularak gelir, yanımdan geçerken, benim aptal utangaçlığımın verdiği cesaretle delice rahat:
“- Seni seviyorum çocuk,” diye fısıldardı.
İçim sımsıcak Akdeniz keserdi, hiç bilmediğim Akdeniz... Çok hoşuma giderdi, konfetiler gibi portakal çiçekleri yağardı başıma, ama utanırdım.
Hep utanırdım.
Tam önümde otururdu. Oynardı benimle, gerekli gereksiz silgimi alır, masaya sımsıkı yapışmış dönüşünü bekleyen terleyen ellerime dokunurdu, ince uzun parmaklarıyla. Güneş yanığı sarı saçları ışık ışığa savrulurdu.
Bir yosun kokusuyla dolardı hava...
“- Seni seviyorum çocuk,” derdi, fısıltıyla. Kızlar kapısına yönelmeden tam önümden geçerken, iki tavşan dişini gösteren gülmesiyle, derdi.
Akdeniz kokardı.
"Seni seviyorum, demek, ne demek anne?" Annem utanırdı. Kapılara, bacalara bakardı, geçmeyen kuşlara bakardı. Anlardım ki, bu hiç sorulmaması gereken sorudur.
“ Okuluna bak sen,” derdi annem, “Öyle pis şeylerle kafanı doldurma! “…
“-Ama anne,..”
Sanki dünyanın en güzel çiçeklerini veriyor bana. İçim kalkıyor anne, yüksekten düşer gibi, salıncakla uçar gibi… O kadar kötüyse, kalbim niye bayram yeri? Sonra o bir kız, bense bir erkek... Erkekler güçlü değil miydi, bu oyunda?
Öyle ya erkektim. On dört yaşında bir erkek... İçinde ekşi eriklerin kamaşması olan, yükseleceği güneşi bir türlü bulamayan, her gün bir başka şey olan komik bir erkek...
Bir devir sevmekten utanırdık. Tüm devirler biz, sevmekten utandık. Hele erkekler…
Bu coğrafyada erkekler, seviyorum, demeyi bilmezdi. Yemin ederim, çok zor öğrenecekler de… İçimde bir şey, bağır, diyordu, bırak ağaçlara adını kazımayı, bağır: O hakkın senin, kopar al. Seni seviyorum,.. Seni, seni, seni seviyorum…
Ama ayıptı. Adama neler yaparlardı.
Adama ne yaparlardı?
Daha adamın adama neler yaptığını, yani Attila İlhan’ı bilmiyorduk.
“Ihlamurlar Altında”yı kaç kez okudum. Kahramanını, en çok gözyaşlarını kendime benzettiğim Love Story’yi kaç kez izledim kim bilir. Soluk aynaların karşısında en bayramlık sesimle fısıldadım: “Seni seviyorum,” ama diyemedim. O mavi gözlerle darmadağın oluyordum, hep yeniliyordum, sonsuz yeniliyordum.
Kendi içimde mahpustum, duvarlar üstüme geliyordu.
“Bu gece yine ayaz çıkacak / iliklerine dek üşüyeceksin…/ Engelli yolların sonunda duvarlar kat kat / Denizlerse dalgalı olabilir…”
Nerden buldum, nasıl yazdım, ne anlatırdı, sevgiyi anlatır mıydı, bilmem. Bildiğim yazarken içimdeki ekşi erik kokusu deliriyordu. Verdim, ulu ağaçların bittiği yerde tam kızlar kapısında... Bir şey diyemedim, uzattım. Okuduğum tüm soylu, ama yenilen kahramanlar gibi; çarmıhına yürüyen İsa gibi, intiharına yürüyen Martin Eden, Kerbela’daki Hüseyin gibi verdim…
İçimde kıyametim koparken kaskatı öyle verdim.
Minnacık kâğıt eline geçtiğinde parmakları elimi yaktı. Dokunsa ağlardım. Dokunmadı. Mavi gözlerini geniş geniş açarak, bulut toplayan bir gök gibi içten içe kaynayarak, ama ıslak, ama, ama…
İnsan çok sevilince niye ağlar anne?
“- Sen, şimdi büyüdün çocuk,” dedi.
Ben büyüdüm.
Büyüdüm mü anne?
O anda yakaladı beni öğretmen. Alıcı bir kuş gibi göklerden geldi sanki, kızın elinden minik kağıdı kaptı, okudu ve bana döndü. Göz bebeklerinde ve çarpılan ağzında o korkunç, ezen yargı vardı: Ben bir namussuzdum, hatta daha ötesiydim; sanki ülkeme ihanet etmiştim, ben sanki ülkemin namusuna …
Başıma inen yumruklarla yıkıldım kaldım. Anladım, büyümek hep yenilmektir.
Artık bu ülke Akdeniz kokmuyor, anne.
"Hayat bu," derdi gene, "Öğretir..."
Biz bir avuç çocuk 1968 güzünde aşk ile ayaklandık. İlk öğretmen okulu boykotuydu. Elbette gene yenildik. Biz talimliyiz usta, yenilmeyi çok güzel yaparız. Oluşturduğumuz şanlı tarihimiz çarmıhta yenilen Spartaküs’le başlar, darağacına yürüyen Denizlerle sürer,.. ne sanıyordun?
Sürüldük, itildik, kakıldık ve çok, ama çok derin kırıldık. Devletimiz sağ olsundu, parmak kadar çocuklardık, ama isyan ettik; asker traşlı saçlarımızı uzatmak istedik, şapka takmak istemedik, saç uzattık, İspanyol paça pantolon, mini etek giydik, kolye taktık... ve sevdik… sözün kısası suç işledik: Hak etmiş olmalıydık, cezalandırıldık; ezildik, bitirildik, yaşlarımız büyütüldü asıldık darağaçlarına, vadesi gelmemiş güller gibi.
En kötüsü biziz sanıyorduk. Biz kuzeydekiler, sınırlarımızı aşan işler yapıyorduk, seviyorduk ve cezalandırılıyorduk. Ceza olmasa, bizden adam olmazdı zaten usta.
Daha Akdeniz’deki o bıçkın delikanlıyı tanımamıştık, seksenine değin içinde kocaman bir çocuk gezdiren fırtına şairi bilmiyorduk.
Onu, sevdiği kıza Nazım Hikmet’in bir şiirini yazıp gönderdi diye 141’le yargıladılar. Daha on altı yaşındaydı. Türkiye’nin hiçbir yerinde okumasına izin vermediler. Üç yıl sonra ancak mahkeme kararıyla İstanbul’da bir okul bulabildi. Yirmi bir yaşında Türkiye’nin en büyük şiir ödülünün ikinciliğini Cahit S. Tarancı’nın ardından alırken devrinin birçok ünlü şairini geride bırakıyordu.
Henüz, onu tanımamıştık.
Biz yediğimiz dayağın acılarını dilimizle, elbet uzanabildiğimiz kadar, yalayarak sağaltırken, atlan alta bu büyük kahramanlığımızla da övünüyorduk; devlete kafa tutmuş ve bu kadarla kurtulmuştuk, az mıydı?... Artık kendimizi sınayacak, çarpacak yeni duvarlar arayabilirdik. Oysa bilmiyorduk, o duvarlar hazırdı, kendiliğinden gelecekti, çok uzak değildi. Yetmişli yıllar, kırgın olan herkesi "komonist", "faşist" yapıp çıkacaktı. O yıllar, yüreği olan herkesi iyice kıracak... ya karşında ya yanında ama ölümüne taraf yapacaktı. Henüz iliğini dikmeyi başaramamış eğitimli gençler, ülkeyi kurtarmak adına ölümüne giderken birileri pastayı götürecek, yurtsever ya da kahraman olacaktı.
Kırılmak aklı öldürür usta!
Kırılma büyük iştir usta. Benim ülkemde bu işi büyükler üstlendi bir devir. Büyükler de, kırdı mı, iyi kırar. Kötü komşu, insanı mal sahibi yapar, doğrudur ama devlet kötü komşu muydu, o baba değil miydi, biz de evlatları; belki arayışta, belki haylaz, ama çocukları... Başka bir şeymiş bu; öğrendik.
Devlet kırdı mı iyi kırar.
Adamı dünya çapında bir şair, büyük bir siyaset polemikçisi, edebi akımlar yaratıcısı, ülkenin en cesur romancısı, en önemlisi seksen yaşında bile hala hakkı teslim edilmeyen çocuk gözleriyle intihar etmeye kararlı gibi bakan bir kahraman yapar. Hep aykırı durmaya kararlı, hep hesaplaşmaya niyetli yapar.
Çalıştığı CHP yayın organı ulus gazetesinde CHP’yi eleştirir, kovulur. Mavi dergisini toplumsal gerçekçilik akımına oturtur, ama tüm şiiri değilse bile, dizesel anlamda Yenicilere, “Bu bizden,” dedirtecek, şiirler de kaleme alır. Onun şiirinin gücü, bilinç akışıyla, halkın kullandığı deyimleri doğru yerde yan yana getirmesindeydi. Soyutlanan şiir, soyut ama herkes tarafından anlamı bilinen deyimlerle “yaraya tuz basıyordu”.
Adapazarı’nda Türkçe kullanmaya kararlı genç bir edebiyat öğretmeniyken, çünkü benim de kırılmam vardı ve toplumla hesabım...ve elbet taraftım, salt bu yüzden sürüldüm. 12 Eylül’ün hemen sonrasıydı ve neden kıyıldığınızı bile soramazdınız, eşim dostum kimsem kalmamıştı çevremde anlatacak, kaybolmuştum.
İnsan korkaklığı korkunç…
Tam o günlerde Attila İlhan şiiri divan edebiyatı motifleriyle gündeme düştü. O kentli ağzına hiç uymayan küflenmiş sözcükleri nerden bulursa bulur, küfünü, pasını siler, cilâlar, en yeninin yanında sunarak yüreğimizi oynatırdı; ama sevmedim onu. Sıra halkın kullandığı, hatta biraz köylü deyimleri kent diline sokarak çok güzel şiirler üretilebileceğini o kızgınlıkla çoğumuz görmezlikten geldik. Biz görmedikçe de, Attila İlhan şiiri devleşti, slogan oldu. Umurunda değildik. Kendi sınıfıyla bile acımasızca çatışıp tek başına, kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış, o intihar etmeye kararlı çocuk pervasızlığıyla yürüyordu.
Biz yanıyorduk.
Yenilmiş bir kuşaktık. Devlet üç beş baldırı çıplak, başıbozuk psikolojide çocuğunu adam edemez miydi yani, hakkımızdan gelmişti. Evrim devrim prangalarımızdı. Kendi ülkemizde misafir gibi yaşayarak, öyle gidiyorduk. Bir sığınağımız Atatürk devrimleri kalmıştı. Attila İlhan kalkıp onları da sorguladı. Ne demek şapka devrimi, diyordu, kimi devrimleri sayar, kimini ise… Atatürk gaziydi, kalpaklı savaşçı,.. Ondan sonrası Atatürk’ü tanımlamazdı, ona göre başka bir şeydi, daha çok İnönü’yü tanımlardı...diyordu.
Oysa bir “kalpaklı “ değil miydi bu şair?
Artık emindik, bu adam bir küçük burjuva şairi, bir “Beyaz Türk", bir mit ajanıydı!
Şimdi onu "Beyaz Türklerin" dehası ilan edip ardından ağlayanlar ya da aynı nedenle yerin dibine batıranlar ; ama her durumda büyüklüğünü teslim eden herkes ne düşünür acep? Ne düşünecek, ilk miydi sanki, Orhan Pamuk daha dünkü olay değil miydi? Elimizden gelse elinden Nobel'i alıp kutuplara sürecektik.
Ah benim at gözlüklü sol yanım!?
Sonra romanları, Fena Halde Leman, gündeme bir bomba gibi düştü; bir kadın hiç böyle cesur, hiç böyle aykırı ele alınmamıştı Türk Edebiyatında, biz daha kutsal analar edebiyatını sayıklarken, kadın zavallı, ama gerçeğiyle insan rafına yerleştirildi.
Herkesin bildiğinin mutlaka bir farklı yanını bulurdu İlhan.
Güçlü bir polemik yeteneğiyle onu donatır, kurgular, her biri kaya kadar ağır, sağlam yargılarla sunardı. Ona karşı olabilirdiniz, ama zor karşı dururdunuz. İki binli yıllara doğru, değişen dünya gündemine denk düşen, ama yine aykırı bir çıkışı yükseltiyordu: Sultan Galiyev ve Anadolu devrimciliği... Ülkücüler ve solcular aynı noktada buluşabilir diyordu. Milliyetçi, ulusçu bir çıkıştı . Nasıl Marksistti bu? Ne var ki, o günlerin umarsız savrulmalarında ilgi ve itibar da gördü. Çünkü o çıkmaz sokakların adamıydı. Yaşasa, belki de edebiyatın içinde bulunduğu bu keşmekeşe de ilginç düşüncelerle çözüm üretebilirdi.
O Kolay Aşılmaz Bir Özgünlüktü.
Aklı başında bir insanı, buza yazı yazmaya, yani sanatla uğraşmaya götüren sürecin, yani o büyük kırılmanın çocuklukta olduğunu düşünmüşümdür. Çünkü çocukluktaki kırılmayı, toplumun, sizden kat kat güçlü insanların neden güç birliği yapıp üstünüze geldiğini ne anlayabilir ne de açıklayabilirsiniz, ne potansiyel bir tehlike olduğunuzu göremediğiniz gibi... Ödünleme mekanizması geliştirip yediğiniz büyük dayağı, tersine çevirip anlatamazsınız da. Daha henüz uydurma bir geçmiş yaratıp, o dünyanın başkahramanı sizmişsiniz gibi öyküler kuracak çağa vardır.
İşte o erken anda, şimdi dünyanın, bir numara şairlerinden sayılan Nazım Hikmet’in şiirlerini kız arkadaşına gönderdi, diye uğradığı cezayı bir düşünün. Ülkenin hiçbir yerinde okuyamaz hükmüyle okuldan atıldı. Bu insanı ya öldürür, ya da…
Büyük kırılmayı yaşadı, bir büyük şair doğdu..
Zeki, akıllı, güzel düzyazılar da yazan, ki şairlerin başarılı düzyazı yazanları çok değildir, ama hep şair, çarpacak duvarlar arayan, ama aklıyla bunu toplumun kabul edeceği bir çizgiye çekmeyi bilen, inanılmaz acılı, şapkalı bir çocuk kaldı.
Seksen yıl o acıyı, o kırılmayı her yazdığında yeniden yeniden kanatıp taşımak çok zordur gelir bana. Belki böyle de değildir A. İlhan’ın hikâyesi, ama neden bilmem ben hep öyle hissederim. Aklıma gelince bir Akdeniz başlar, kırık, yaralı bir Akdeniz. Hele güzse… Bir mavi kız, siyah çizmelerinin sivri topuklarını inadına sert sert vurarak, güneş yanığı sarı saçlarının her bir telini keskin bir jilet yapıp gezdirir içimde. Etekleri savrulur, dikişli çorapların üstünde. O yabanî erikler delirir, çiçek keser. Ürperirim. Sizi bilmem, ama ben hep içimden vurulurum. Bu da olmasa başka türlü bizim gibiler yenilmez, öldürülmez.
Unuttunuz mu, zulmün efendileri, on beş yaşında zaten öldürmüştünüz?
Kim iki kez ölür ki?
*
(maviADA 1.SAYI, 2006 Ocak)