Bir akşamüstü Erenkuş 'a doğru yürüyünüz ve elektrik santralinin taraçasına inerek iki yanınızda gür çağlayanlar, Körfez'i ve Akdağ'ı seyrediniz. Fransız seyyahı diyor ki: "Bu dağların arkasına inen güneşi Antalya yakasında görmek kadar haşmetli bir şey akla gelemez." Kumsaldan en yükseği 3450 metreye çıkan bu dağ, tepe, sırt ve geçit yığınlarının ılık bir ekim ikindisinde aydın ve koyu, sönüp yanan renklerine bakıyorum. Toroslar, Antalya Körfezi'nden bu dalgalarla Akdeniz'e kavuşuyor. Sıfırdan üç bin metre, şehir ve liman üstünde ezici, boğucu ve bunaltıcı bir ufuksuzluk hatıra getirebilir. Yatık kıydı, dar limanlı ve yakın yüksek dağlı İskenderun'da da hâl böyledir. Antalya'nın arkası ve bir yanı alabildiğine açıktır. Körfezi çeviren dağlar ise hem millerce uzaktadır hem de alçaktı yüksekli tepeler, yaylalar, girinti ve çıkıntılarla yüceliğini kaybetmeyen fakat ağırlığı da duyulmayan eşsiz bir değişkenlik gösterir. Günün hemen hiçbir saatinde ışın-kara resim oyunlarının eksildiği görülmez. Oralardan pınarlar gibi saf Türk isimleri akıyor: Akdağ, Beydağ, Çanakyaran, Deliktaş, Yanartaş, Kızûcadağ... Türklerin bu yalçın kayalar üstüne ne zaman konduğu pek bilinmez.
Çağlayan sesleri ile gönül oyalayıp renklerine, resimlerine doyamadığımız bu şeyin adına tabiat diyoruz. Burada tabiatın her türlüsü var: Lübnan çamları yetişen yaylaları ile dağ ve orman tabiatı, denize yukarıdan bakan ve çağlayan döken sonra uzaklarda alçala alçala geniş ve derin bir kumsalda eriyen yalısı ile eşsiz bir kıyılar tabiatı, sağa döndüğünüzde gözlerinizi görünmez çizgileri ile dinlendiren sola baktığınızda hayalinizi enginler rüyası içinde sallayan deniz tabiatı iki taraça ile Toros eteklerine doğru geniş, düz avlık ve seyranlık ova tabiatı, hepsi, her çeşidi var. İsviçre'deki dağ karşınızda, Riviyera'daki kıyılar önünüzde Macaristan'daki ova arkanızdadır.
Kaleleri, sarayları ve mezarları ile oyma kayadan, kapılarında İskender'i durduran Termesus, işte şu tepenin üstündedir. Atina'ya kadar gül yağı ve balsam yollayan Phaselis (Faselis), karşı kumsalın biraz yukarısındadır. Eski Olbiya, ağaçlarını gördüğünüz çiftliğin yanlarında idi. Siz, kendiniz, şimdi Bergama Kralı II. Attalus'un kurduğu 2099 yıllık Attalia (Atalya)'nın içindesiniz. Yirmi yirmi beş kilometrede bir jimnazları ile tiyatroları ve stadyumları ile surları ve sütunları ile bir site yıkıntılarına rastlıyorsunuz. Bu tarihtir. Onun da devir devir, bin türlüsü, bin hatıralısı var.
Tabiat, tarih ve sanat; iç içe, koyun koyuna katran çamı bir saray sütununa gölge vererek bir hisar, Akdeniz parçalarının en tatlısı üstüne aksini sunarak çağlayanların burçlardan sesi gelerek her şey bir aradadır.
Birini bulanı bahtiyardır. Fakat sizi Antalya'da nereye davet edeyim? Otel bulamayacaksınız. Katran çamlarının gölgesine kavuşabilmek için katır sırtı arayacaksınız. Aspendos Tiyatrosu'na gitmek için kuru hava bekleyeceksiniz ve orada küçük bir kulübe çatısı altına sığınamazsınız- İnsanların yapamayacağı, yaratamayacağı, erişemeyeceği her şey var. Sizi bunların hazzına doyurabilmek, bunların koynunda avutmak için fakir, zengin herkesin yapabileceği şey eksik!
"Gök, onun katında yer gibi görünür ve dağ, onun eteğinde tepecik gibi görünür ve denizden hendeği, mermer taşından hisarı var." Uğurlu saltanatı ile halka dirlik, ülkeye düzen veren Alaaddin Keykubat, Alanya'nın methini emirlerin ağzından böyle duymuştu. O zamanki adı ile Galonorus, Mısır üzerine ağır baç ve haraç yükleyen bir Bizans kalesi idi.
— Öyle bir payitaht cihan padişahından gayri kimseye yaraşmaz. Göklerle öpüşen o kaleyi biz kullanırız, kementlerimizin bağı ile çekelim ve ülke denizinin o incisini de ötekilerin sırasına dizelim.
Harp iki ay sürdü. Yorgun ve umutsuz asker bozulup dağılmak üzere idi. Tam bu sırada kale kumandanının yüreğine korku düşüyor: "Biz sultanın elinden kurtulamayız. Gerçi hisarımız yıldızlarla diz dize, kartallarla yan yanadır. Fakat kaderin hükmünden kaçamayız. Padişah ile düşmanlığı dostluğa çevirelim."
Elçi, şöyle bir mektupla Selçukluların karargâhına geldi: "Cihan padişahı duymuşlardır ki Dara Huşenk, İskender ve Kayser devrinden beri düşmana daima gıpta veren bu yalçın kale, baba ve dedelerimin yurdu ve benim mülkümdür. Şimdiye kadar hiçbir padişah onu almak için dövüşe kalkmamışlar. İçindeki yiyecek ve malzeme kıyamete kadar yeter. Fakat uzaktan cetlerinize baktıkça kendi kendime bu savaş, dağı yerinden oynatmak, bez üstüne yumruk indirmek, başını rüzgâra vermek gibi faydasız olacaktı, dedim.
Padişah ülkesinde kendime sığınacak ve gizlenecek bir yer aramayı daha doğru buldum. Eğer bana canımdan aman, şu saltanat ülkesinde geçinecek bir yer verirseniz büyük lütufta bulunursunuz."
Sultan, cetir ve sancağı ile kaleye girdi. Kale halkı altın ve gümüş paralar saçarak karşılamaya geldiler.
Dağ sırtlarını deniz tarafından ve yüksekten dolaşan yoldan Alanya Kalesi 'ni bir görüp bir kaybediyoruz. Sağımızda alabildiğine Akdeniz, akşam karartısı içinde sönüyor.
Bu yalçın yamaçlardan kaleyi ve Alanya kıyılarını seyretmek kadar hiçbir şey Akdeniz korsanlık destanlarını gözde canlandırmaz. Adacıkları, koyları, yakın dağları ve mağaraları ile bütün Antalya kıyıları tarihte korsanların ve esir kaçakçılarının yatağı idi. Deniz kenarları, talan eşyasını saklamak için hisarlarla donanmıştı. Alanya Hisarı da bunlardan biridir.
Denizle yaşayan Roma bir zamanlar bu korsanlardan o kadar yıldı ki Pompe'yi beş yüz gemi, yüz yirmi bin yaya, binlerce süvari ile buralarda büyük bir sefere çıkardı. Pompe, binden fazla gemi yaktı ve otuz binden fazla korsan yakaladı. Bununla beraber ne yağmalar ne kaçakçılık ne baskınlar durdu.
Side (Eski Antalya), Koraksior (Alanya) ve Phaselis (Tekirova)lilerin başlıca şöhreti korsanlık ve esir alım satımı idi. Korsanların pek güzel, burnu yaldızlı, kürekleri gümüşlü, küpeştesi erguvan halılarla süslü gemileri vardı. Kaçırdıkları esirlerden biri Romalı olduğunu söylerse karşısında saygı ile eğilir, diz çöker, bizi affediniz, derler; gene bir yanlışlığa uğramaması için arkasına bir toga giydirirler, sonra denize bir merdiven kurarak: "Vatanınıza teşrif buyurunuz." derlerdi. Romalı denize inmek istemezse bir tafya tekmesi ile yuvarlanıp giderdi. Benim şimdi gördüğüm ufuklar henüz korsanlık ederken Barbaros'un da tekneleri ile sık sık kararmıştır.
Falih Rıfkı Atay -Gezerek Gördüklerim