Güzelim Taşkent
top of page

Güzelim Taşkent

Güncelleme tarihi: 13 Oca 2022

Uçağımız, Moskova Havaalanı'ndan saat 23.00'de kalktı. Bir süre sonra, gökyüzünde sanki rüzgârsız, bu­lutsuz, yıldızsız bir noktaya, uzun bir süre takılı kaldık. Önce koyu lacivert, sonra açık mavi bir gökyüzü, pence­relerimizi süslemeye başladı. Böyle, saatlerce güneydo­ğuya doğru uçtuk. Taşkent'e indiğimiz zaman, güneşin ilk ışıkları, Türkistan topraklarını daha yeni yeni öpüyor­du. Anlatılmaz bir şafak güzelliği, ruhumu ürpertilerle doldururken Taşkent toprağına ilk adımımı attım...


Serin bir rüzgâr yüzümü okşadı. Siz hiç rüzgâr öp­tünüz mü? Ben rüzgârı, hem de yüzlerce defa, o güzel Taşkent sabahında öperek yürüdüm. İçimden: "Merha­ba huzur" diyordum. "Merhaba sevgili Taşkent!..." De­mek ki artık, Türkistan Toprağı'ndayım.


Karşı binalardan iki Özbek, uçağa doğru koşmaya başladı, ikisinin de başında, ipek ibrişimlerle çiçek açan badem ve gözyaşı motifli Özbek takkeleri var. Badem motifleri, Asya Türkü'nün, çekik gözlerine benziyor. Orta yaşlı Özbek, genç yardımcısına bağırdı:

"-Envar! Envar! Sen mihmanları surda yığışla, son­ra bile getgen! çabıkl çabık! çabık!"

Taşkent'te, Türkçe duyduğum ilk cümle budur. Her kelime bir dost selâmı gibi gelip yüreğimi buldu: "Enver! Enver! Sen misafirleri şuraya topla. Sonra birlik­te gidelim. Çabuk, çabuk, çabuk!"


Misafirler, sağa sola koşuşan Enver'in gösterdiği salonda toplanmakta gecikmediler. Biraz sonra, araba­larla Taşkent yoluna düştük. Ay yüzüne inmiş bir insan gibi, her yere dikkatle bakmaya, her kelimeye kulak ka­bartmaya başladım. Alabildiğine uzanan düz bir toprak, sonsuzda, ufukla birleşiyor. Toprak tanınır mı hiç? Gök­yüzü tanınır mı? Rüzgâr tanınır mı? Herhalde hayır diye­ceksiniz! Ama ben, ilk defa gördüğüm o aziz toprakları tanıdım? Gökyüzünü tanıdım! Rüzgârını tanıdım! Kendi kendime: "Şu alabildiğine dümdüz uzanan topraklar, bal gibi Konya bozkırı! Şu açık, şu insana huzur veren mas­mavi gökyüzü, bizim Bursa'dan! Şu mis gibi serin rüzgâr Sivas yaylalarından! Ve bu sevimli yüzler, badem gözler, bizim eşimizden dostumuzdan; bizim kavim kardeşimiz­den!" diyordum.


Kilometrelerce yol aldığımız halde, ne bir karış yüksekliğinde bir tümsekten atlıyor, ne de çok hafif bir meyilden kayıyoruz.

Taşkent'e huzurlu yaklaşıyoruz. Taşkent, sabahın ilk ışıkları altında yavaş yavaş gerinen bir dev gibi... Ken­disine yaklaştıkça karşımızda önce toparlanıp oturmaya, sonra doğrulup ayağa kalkmaya başlıyor.


Arabalarımız şehrin büyük ve geniş caddelerine gi­rer girmez şaşırıp kaldım. Çünkü gördüm ki Taşkent, pı­rıl pırıl geniş caddeler, kocaman havuzlarla güzelleşen büyük meydanlar, heybetli apartmanlar, gölgeli ve çi­çekli parklar, gösterişli sinemalar, Özbek Nakışları'yla süslü zengin müzeler, alımlı heykeller, çeşitli üniversite­ler ve uğultulu fabrikalar şehri...

Etrafta ne bir kerpiç ev, ne bir kerpiç duvar, ne tozlu topraklı bir eski yol var. Taşkent, Asya ruhundan sıyrılarak, tam bir Avrupa şehri olmaya başlamış.


Arabalarımız 16 katlı "Özbekistan Mihmanhanası" önünde durduğu zaman, güneş bir-iki minare boyu an­cak yükselmişti. Gördüm ki; Özbekistan Mihmanhanası, etrafını kuşatan geniş caddelere, birkaç metre yükselti­len yığma bir düzlükten bakıyor. 16 katlı Özbekistan Mi­safirhanesi, modern bir otel. Meydanın bir köşesinde, kocaman bir havuzun sayısız fıskiyelerinden sakırdaya­rak dökülen suların ince musikisi, kuş cıvıltılarıyla birlik­te, etrafa perde perde yayılıyor. Ve o serin meydanı süs­leyen iri güller, sabah mahmurluğuyla yüzümüze gülüm­süyorlar. İki bin kişilik Özbekistan Mihmanhanası'nda, bizim için ayrılan odalarımıza çekildik.


Taşkent'i yakından tanımak için, akşama doğru so­kağa çıkabildik. Günlerden pazardı. Dışarıda nefis bir hava vardı. Rastgele yürümeye başladık. Büyük ve güzel parklardan geçtik. Büyük ve güzel meydanlar gördük. Büyük ve güzel fıskiyeli havuzlar, ruhumuzu bir sonsuz­luk türküsüyle kucakladılar. Geniş kaldırımlı caddelerde, yer yer açılıp saçılan zarif çiçeklikler, yüreğimizi sevda­landırdı. Birdenbire Taşkent'i bu haliyle de sevmeye başladım. Taşkent bana, sessiz ve sakin bir sayfiye şehriymiş gibi geldi. Müthiş bir sessizlik, müthiş bir ıssızlık, şehrin bütün caddelerini, bütün meydanlarını kucağına çekmişti. Görünürlerde, hemen hemen hiç kimse yoktu. Güzelim Taşkent, sanki bir hava hücumuna uğramış ve­ya terk edilmiş bir şehir kaderiyle, derinden derine ken­disini dinliyordu. Geniş yapraklı ağaçların arkasında yük­selen blok apartmanlar, pencerelerin ve balkon kapıları­nı sıkı sıkıya kapayarak, esrarengiz hâllerini gözlerimiz­den kaçırmaya çalışıyorlardı. Bizi, zaman zaman olduğu­muz yere çivileyen bazı büyük binaların mimarileri, Türk - İslâm medeniyetinin nakışlarıyla süslüydü. Ben, modern binaların ön cephelerinin büyük bir kilim gibi boy­dan boya işlendiğini, ilk defa Taşkent'te gördüm. Bu çarpıcı güzellikler içinde, birkaç Özbek'e rastlamak, ko­nuşmalarına kulak kabartmak, yüzlerine, gözlerine, kıya­fetlerine bakmak için can atıyordum. Hayret! Kilometre­lerce yürüdüğümüz halde, karşılaştığımız kimseler ancak 5-10 sayısı içinde kaldılar. Kırmızı yanan trafik lambala­rı önünde 3-5 araba ya var; ya yoktu. Her köşe başın­da, her cadde üzerinde, her meydan ortasında, sessizlik âdeta taş kesilmiş. Peki, ama bu bir milyon sekiz yüz bin nüfuslu şehrin halkı nerelerde acaba?

Çetin Tunca, içimden geçenleri duymuş gibi söze başladı:

"-Taşkent böyledir işte! Âdeta bir sayfiye şehridir. Ama Baku sıcak, canlı, güzel bir şehir."

Yavuz Bülent Bakiler (Türkistan Türkistan)

48 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
1/3
bottom of page