Guzel Atlar Ulkesi Kapadokya
top of page

Güzel Atlar Ülkesi

Güncelleme tarihi: 6 Ara 2020


-KAPADOKYA-

"Güzel Atlar Ülkesi"ne yani Kapadokya'ya 1988'in yaz başında gitmiştim ilk.

Hiç görmediğim bir yer ararken, Ürgüp'ü bulmuştum; en çok ünlenen oydu. Kapadokya henüz moda değildi.

Bir anlamda küçük kıyametim olacak büyük bir trafik kazası geçirmiş, arabam hurdaya dönmüş ben de hastanelik olmuştum. Bir süre öldü ölecek yattığım hastaneden çıkınca da bunu bir tür beklenmedik ikramiye sayıp, kazada bir kol dirseği gibi ikiye katlanan ama mucize biçimde güya tamir edilen arabayla yollara düşmüştüm.

Herbir tekeri başka yöne gidiyordu, ama gidiyordu işte... Serde de gençlik var...


Güneydoğu olayları hızlanıyordu. Hangi akla uymuşsam yolları askeri barikatlarla kesilmiş Tunceli üzerinden Elazığ'a, ardından Malatya'ya gitmiş, fakülte yıllarımdan kalma birkaç arkadaşı, herhalde hala aynı muhabbeti bulurum hevesiyle aramış, bulmuş, sonra da "aynı nehirde bir daha yıkanamazsın" diyerek karşıma dikilen Heraklatios’u görünce, ne işim vardı buralarda, diyerek geri dönmüş, ama hızımı alamadığımdan adı sık duyulmaya başlanan Ürgüp'e gitmeye karar vermiştim.


Sanki Heraklatios oraya uğramıyordu…

Gerçi uğrasa da bir daha yıkanmayı düşünmeyeceğin nehre niye derin bakasın ki?


O zamanki Ürgüp; birkaç gariban pansiyon, özgürlüğünü yaşayan peribacaları ve yüzyıllar öncesinden bugüne harap bitap gelebilmiş kaya yerleşimleri, kiliselerden ibaretti… Gençliğimin ilgisini çok çekmemiş, bir daha ancak kaybolursam yolum düşer, diyerek Ege’de soluğu almıştım. Peribacaları dışında aklımda kalan; yerel satıcıların ellerinde iki incik boncukla, herhalde o günlerde kırsalda sıra vatandaşta çok görülmeyen şort giymem ve uzun saçlarım nedeniyle "İtalyano...İtalyano...." diyerek peşimden ısrarlı koşmaları olmuştu. Ne kültürel yanını fark etmiştim, ne de engin tarihini...

Aklımda kalan dört yan taştı işte; hepsi o...


Gerçi Hristiyanlığın ilk yıllarında İsa yanlılarının sığınmasına çok müsait olmasından uzun süre yerleşimde kalmış kaya evlerde iki bin yıl öncesinden kalan izleri anlamlandırmanız daha çok hayal gücünüze bağlıydı. Ama ne saklayacağım, ayartmak için de olsa beni İtalyanlara benzetmeleri de hoşuma gitmişti... O günler modaydı, bir ecnebiye benzetilirseniz adam sayılırdınız, benzetildiğiniz Jean Paul Belmando bile olsa... Sanki şimdi moda değil de...


Kabul hatalıyım, aslında büyük söz etmeyip bir daha yıkanırım belki, diyerek iyi bakmalıyım, her nehre…


Yirmi yedi yıl sonra bu kez ÜRGÜP değildi rotam, şimdi daha ağır anlamlar yüklenen Kapadokya'ya gidiyordum gerçi, ama değişen neydi ki zamandan başka? Görmek için önce bakmak gerekli, hatta bilmek…


Neydi ki Kapodokya? Bu kez akıllıydım, okudukça okudum.


Hep öyle deyip Nevşehir’e gideriz ya bakmayın, aslında geniş bir coğrafya KAPODOKYA. Başta Nevşehir olmak üzere Kırşehir, Niğde, Aksaray ve Kayseri illerine yayılmış geniş bir coğrafya. Bir yerel alanı değil, bir bölgeyi kapsıyor. Avanos, Ürgüp, Göreme, Akvadi, Uçhisar ve Ortahisar Kaleleri, El Nazar Kilisesi, Aynalı Kilise, Güvercinlik Vadisi, Derinkuyu, Kaymaklı, Özkonak Yeraltı Şehirleri, Ihlara Vadisi, Selime Köyü, Çavuşin, Güllüdere Vadisi, Paşabağ-Zelve… belli başlı görülmesi gereken yerlerinden bazıları.


BUGÜN ANLAM KAZANAN HER YER GİBİ DERİN BİR TARİHİ VAR


Günümüzdeki kültür turlarının bir kazanımı gibi dursa da Kapadokya yeni bir ad değil. 60 milyon yıl önce Erciyes, Hasandağı ve Güllüdağ’ın püskürttüğü lav ve küllerin oluşturduğu yumuşak tabakaların milyonlarca yıl boyunca yağmur ve rüzgar tarafından aşındırılmasıyla ortaya çıkan bölgeye verilen arkaik dönem adı. İnsan yerleşimi Paleolitik döneme kadar uzanmakta. Hititler'in yaşadığı topraklar daha sonraki dönemlerde Hristiyanlığın en önemli merkezlerinden biri olmuş. Kayalara oyulan evler ve kiliseler, Roma İmparatorluğunun baskısından kaçan Hıristiyanlar için bölgeyi devasa bir sığınak haline getirmiş.


Bu geçmiş de bölgenin talihini 20.yüzyıldan başlayarak değiştiren bir mucizeye dönüşmüş. Her devir anılarına ve geçmişine düşkün insanoğlu, hele dünya ekonomisinin büyük bir bölümünü elinde tutan Hristiyan ülkelerin bol paralı yurttaşları, iki bin yıl öncesinin mağdur Hristiyanlarına merhameti keşfedip bunu da meraka çevirip yollara dökülünce Kapadokya gına getirdiği taşından, şapkalı kayasından servetler kazanmaya başlamış.

Yani Türk, nihayet akıllanmış.


Kapadokya bölgesi, doğa ve tarihin bütünleştiği bir yer aslında. Coğrafi olaylar Peribacaları'nı oluştururken, tarihi süreçte, insanlar da bu peribacalarının içlerine evler, kiliseler ve manastırlar oymuş, bunları fresklerle süsleyerek binlerce yıllık medeniyetlerin izlerini günümüze taşımış. Yazılı tarihi Hititlerle başlayan, ülkeler arasında ticari ve sosyal bir köprü kuran Kapadokya, İpek Yolu'nun da önemli kavşaklarından biri olmuş.


MÖ 12. yüzyılda Hitit İmparatorluğu'nun çöküşüyle bölgede karanlık bir dönem oluştu, diyor kitaplar. Bu dönemde Asur ve Frigya etkileri taşıyan geç Hitit Kralları bölgeye egemen olacak, egemenliği MÖ 6. yüzyıldaki Pers işgaline kadar sürecektir.


…Ve öğreniyorum ki Kapodokya adı Persçe, yani Fars esintili…


Pers dilinde "Güzel Atlar Ülkesi" anlamına gelirmiş Kapadokya adı.

Sıkılmazsanız kısa bir tarih, Kapodokya'yı örneği çok turistik yerlerden ayırıp özel ve daha anlaşılır yapacaktır.


MÖ 332 yılında Büyük İskender Persleri yenilgiye uğratır, ama Kapadokya'da büyük bir dirençle karşılaşır. Bu dönemde Kapadokya Krallığı kurulur. MÖ 3. yüzyıl sonlarına doğru Romalıların gücü bölgede hissedilmeye başlar. MÖ 1. yüzyıl ortalarında Kapadokya Kralları, Romalı generallerin gücüyle atanmakta ve tahttan indirilmektedir. MS 17 yılında son Kapadokya kralı ölünce bölge Roma'nın bir eyaleti olur.


MS 3. yüzyılda Kapadokya'ya Hıristiyanlar gelir ve bölge onlar için bir eğitim ve düşünce merkezi olur. 303-308 yılları arasında Hıristiyanlara uygulanan baskılar iyice artar. Fakat Kapadokya baskılardan korunmak ve Hıristiyan öğretiyi yaymak için idealdir. Derin vadiler ve volkanik yumuşak kayalarda kolayca oyulan dehlizler,mağralar Romalı askerlere karşı güvenli sığınaklar oluşturur.


4. yüzyıl, daha sonra "Kapadokya'nın Babaları" olarak adlandırılan insanların, dönemi olur. Fakat bölgenin önemi, III. Leon'un ikonları yasaklamasıyla doruk noktasına ulaşır. Bu durum karşısında, ikon yanlısı bazı kişiler bölgeye sığınmaya başlar. İkonoklazm hareketi yüz yıldan fazla sürer (726-843). Bu dönemde birkaç Kapadokya kilisesi İkonoklazm etkisinde kaldıysa da, ikondan yana olanlar burada rahatlıkla ibadetlerini sürdürürler. Kapadokya manastırları bu devirde oldukça gelişir.


Yine bu dönemlerde, Anadolu'nun Ermenistan'dan Kapadokya'ya kadar olan Hıristiyan bölgelerine Arap akınları başlar. Bu akınlardan kaçarak bölgeye gelen insanlar bölgedeki kiliselerin tarzlarının değişmesine sebep olur. 11. ve 12. yüzyıllarda Kapadokya Selçukluların eline geçer. Bu ve bunu takip eden Osmanlı zamanlarında bölge sorunsuz bir dönem geçirir. Bölgedeki son Hıristiyanlar 1924-26 yıllarında yapılan mübadeleyle, arkalarında güzel mimari örnekler bırakarak dünyanın dört yanına yayılacak efsane ve söylencelerini yanlarına alıp Kapadokya'dan giderler.


Tarihi seviyorsanız Kapodokya eğlenceli, macera dolu… Ama hakkını vermeli, doğası, peribacaları bir başka, taşın böylesine güzelleştiği çok yer yoktur… Burası bir masal ülkesi...


Tanrının şakalarından biri gibi duran peribacaları doğa için sıradan bir olay aslında. 60 milyon yıl önce 3. Jeolojik devirde Toroslar yükselir, kuzeydeki Anadolu Platosu'nun sıkışmasıyla yanardağlar faaliyete geçer. Erciyes, Hasandağı ve ikisinin arasında kalan Göllüdağ, bölgeye lavlar püskürtür. Platoda biriken küllerin oluşturduğu yumuşak tüf tabakasının üzeri yer yer sert bazalttan oluşan ince bir lav tabakasıyla örtülür. Bazalt çatlayıp parçalara ayrılınca yağmurlar çatlaklardan sızıp yumuşak tüfü aşındırmaya başlayacak, ısınan ve soğuyan hava ile rüzgârlar da oluşuma katılacak, böylece sert bazalt kayasından şapkaları bulunan koniler oluşacaktır. Bu değişik ve ilginç biçimli kayalara halk bir ad yakıştırır: "Peribacası".


Bazalt örtüsü olmayan tüf tabakaları ise erozyonla vadilere dönüşür, ilginç şekiller oluşur. Daha sonraları insan eli, emeği ve duygusu işe koyulur. Dokuz-on bin yıl öncesine ait yerleşimlerden, ilk Hıristiyanların kayalara oydukları kiliselere, büyük ve güvenli yer altı kentlerine kadar uzun bir dönemde büyük bir uygarlık yaratılır.


Kayalara oyulmuş geleneksel Kapadokya evleri ve güvercinlikler yörenin özgünlüğünü sergiler. Bu evler on dokuzuncu yüzyılda yamaçlara ya kayaların içine oyularak ya da kesme taştan inşa edilmişlerdir. Bölgenin tek mimarı malzemesi olan taş, yörenin volkanik yapısından dolayı ocaktan çıktıktan sonra yumuşak olduğundan çok rahat işlenebilmekte, ancak hava ile temas ettikten sonra sertleşerek çok dayanıklı bir yapı malzemesine dönüşmektedir. Kullanılan malzemenin bol olması ve kolay işlenebilmesinden dolayı yöreye has olan taş işçiliği gelişerek mimari bir gelenek halini almıştır. Gerek avlu gerekse ev kapılarının malzemesi ahşaptır. Kemerli olarak yapılmış kapıların üst kısmı stilize sarmaşık veya rozet motifleriyle süslenmiştir. Dönemin resim sanatını göstermesi açısından önemli olan güvercinliklerin bir kısmı manastır veya kilise olarak inşa edilmişlerdir. Güvercinliklerin yüzeyi yöresel sanatçılar tarafından zengin bezemeler, kitabeler ile süslenmişlerdir.


Bölge şarapçılık ve üzüm yetiştiriciliği ile de ünlüdür.


YOL İNSANIN DEĞİŞMEYENİ


Yemeğe davetli olduğumuz Ankara'dan hayli geç yola çıktığımdan Kırıkkale üstünden Kırşehir'e vardığımızda gecenin üçüydü. Hiç görmediğim Kırşehir'de o saatte otel bulacağımdan çok umutlu değildim, ama Ramazan olması işe yaradı, sahur nedeniyle sokaklarda denk geldiğim birkaç kişiye sorunca çok sevimli olmasa da bir yer bulabildim.


Rutubet öylesine bir parçam olmuş ki yoksunluğunu hemen hissediyorum. Rutubetin yerini alan Bozkırın ayazında üşüdüm, uyuyamadım, otelde sigara içemeyeceğimi düşünüp kendime gerekçe de uydurdum, sahur yemeği sonrası tek tük dolaşanlarla birlikte sokaklarda güneşin doğuşunu karşıladım.


Kaldığım yerin az ilerisindeki büyük kent meydanında gördüğüm yapı ilgimi çekti. Bir camiye benziyordu. İnceledikçe şaşırdım. Buna cami desen cami değildi, kale desen o da değil, ama hepsinin karması bir şeydi. Bin yıl önceden günümüze şaşırtıcı, sevimli güzel bir armağandı CACABEY CAMİ...

Dünyanın en güzel camilerinden birinin Kırşehir de olduğunu biliyor muydunuz? CACABEY Camii 1272 tarihli. Müthiş bir yaratıcılığın, dünyayı ceplerine sığdırmaya kararlı bir afacan çocuğun, savaşçı bir alperenin samimi bir aşkla yoğurduğu bir görsel anıt bu cami... Bizim siyaseti din ve vicdan sömürüsü olarak anlayan kimi bezirgân, hem de ehliyetsiz ruhban takımının fırsatı ganimet sayıp Tanrıyla arama girmeye, beni ibadetimde bile disipline etmeye kalkacağını düşünmesem iki rekât namaz kılmayı isterdim içinde...


Ne yok ki bu camide?...Devrin hakimi Selçukluların kapı süslemeleri, caminin sadece bir kanadını çeviren surlar...ama hepsi özel bir katkıyla farklılaşıp dinsel ciddiyeti eritip sevimli bir masala bürünmüş... Dedim ya afacan ve yaratıcı bir çocuk ruhunun büyük düşünceleri aşkla bezenmiş sanki.


Erken Anadolu İslam / Türk Sanatı konusunda uzman olanlar elbette daha rahat konuşabilir ama ben, benzeri dönem yapıtlarda, örneğin Sivas, Birgi ve İzmir Selçuk... uygulama örneklerinde kapı kenarlarındaki sütun üstü lambayı ya da topu andıran objeleri gördüğümü anımsamıyorum.


Bir restorasyon şakası bile aklınıza geliyor. Ama değil, caminin öyküsünde saklı her şey. Devrinde yetenekli ve iyi bir idareci olan Kırşehir emiri Caca Bey aynı zamanda bir gökbilimci... Camiyi bir medresenin devamı olarak yapmış. Kapıda yer alan lambaya benzer iki top aslında güneşi ve ayı temsil ediyor. Yapıdan ayrı olan minare de bir gökyüzü gözlem kulesi işlevinde ...


AHİLER DİYARI


Selçuklu Anadolu’yu kılıçtan daha güçlü bir bilgelikle, Alperenlerle fethetti. Her biri savaşçı oldukları dende bilge ve düşünce adamı da olan alperenler, insan gerçeği ve gereksinimleriyle inançları yeni bir potada harmanlayarak yüzyıllarca sürecek bir birlikteliğin temelini attı. Bunların en ünlülerinden biri olan Anadolu Ahiliğinin kurucularından AHİ EVRAN da Horasandan gelip Kırsehir'i mekân edinenlerden.

Ahi Evran'in şairlerin de piri olduğunu kaç kişi bilir?


Bugünkü Esnaf Teşkilatlarının geçmiş dönem örneği Ahilik, belki son zamanlarda sık kutlanan haftaların kulak dolgunluğuyla bildik bir isme dönüşmüşse de dünün gençliğinde hiçbir çağrışım yapmayan bir deyimdi. Çok okuyan, hele tarihe çok meraklı biri olduğum halde yirmi beş yıl kadar önce Yalova’da öğretmenken bu hafta kutlamasında bilgim olmadan, emrivakiyle konuşmacı yapıldığımda bana da Neptün Gezegeni kadar yabancıydı. Üzerinde çalışırken fark etmiştim ki aslında çok yönlü, çok amaçlı hiyerarşik düzeni ve din gibi yerleşik kuralları olan o zamanki Önasyayı bugünkü Anadolu yapan müthiş bir sosyal ve siyasi yapılanmaydı.


Kimilerince “Türklerin Rönesansı” diye tanımlanan Ahilik, bugünkü esnaf teşkilatlarını andıran ama hiyerarşik kural ve ilkeleriyle şövalyeliğe daha çok benzeyen Abbasilerin Fütüvvet Teşkilâtından esinlenerek kurulmuş ama Anadolu’nun o zamanki gerçeğinden köklenmiş ciddi bir politik, sosyal ve ekonomik güçtü…


AHİ EVRAN tam bir lider, organizasyon ve siyaset adamıdır da. Kendisi gibi Horasandan gelen Hacı Bektaş Veli’nin öğüdü, Selçuklu Sultanı Keykubat’ın desteğiyle kurduğu AHİLİĞİ devrinin en büyük sosyal güçlerinden biri haline getiren EVRAN, dönemin siyasi büyük olaylarının hepsinde bir şekilde rol alır. Şems-i Tebriz’inin babasıyla samimiyetinden çok memnun olmayan Mevlana’nın oğlu Alaattin Çelebi’yle işbirliği yaptığı, ŞEMS’in ölümünde rol aldığı söylenir, Selçuklu tahtındaki mücadelelere bile karışır. Ahiliğe kadınlar giremediği için sonradan KADINCIK ANA olarak anılacak eşi Fatma Bacı’ya da Bacıyan-ı Rum (Anadolu Kadınları) teşkilatını kurdurur. Ahi Evran’ın şeyhliği altında 13. Yüzyılda Ankara ve Kırşehir’de toplanan Ahiler, kısa sürede Selçuklu şehirlerine yayılmışlar ve Osmanlı Devletinin kuruluşunda da sivil güç olarak çok etkili olmuşlardır.


Katıldığı bir savaşta 93 yasında elde kılıç ölen Ahi Evran'ın adını taşıyan camiyi de sorarak buluyorum. Birkaç kişi o camiden söz ederken AY CAMİİ diyor, belki şiveli söyleyiş, ama bir hoşuma gidiyor ki bu güzel adlandırma… Diyorlar ya, ben AYCAMİ nerede diye sorunca, çoğu yok öyle bir cami, diyor… Ayaz kulaklarıma da vurdu herhalde… İyi de AHİEVRAN camiini sorduğum da birileri gene AYCAMİ diye adlandırıyor… Herhalde DEJAVU halim bu… Aynı zamanda Hacı Bektaş’tan, Balım Sultan’a yurt olmuş Kapodokya gibi çok erenli yerlere alışmayışımdan, çarpıldım…


Karnım zil çalıyor, ama kaygılıyım, Ramazan’da küçük yerlerin tepkisi bilinmez. Sonunda açık bir pastaneye dalıyorum gözümü karartıp… Çay var mı, diyorum… Beni süzüyor adam, ama anlamsız, kızmış bir hali yok, cesaret bulup, simit, diyorum bu kez…Yerinden doğruluyor yanıtsız, etrafına bakınıyor, sopa arıyor herhâlde, diyorum içimden, ama ben seferiyim, İstanbul’dan geliyorum… diye ekliyorum tedbirle. Oysa yeleğini arıyormuş, bulunca kısa kol gömleğinin üstüne geçirip yanıma geliyor, beni kolumdan tutup emrivaki dışarı çıkarıyor. Aşağılarda bir yeri gösteriyor,

“Orası da bizim,” diyor. “Git vardır.”


Varmış gerçekten. Suratından düşen bin parça bir adam, hiç itirazsız çayımı simidimi veriyor. Ben safiyane sorular soruyorum. Aslında şirin gözükmeye çalışıyorum, ne olur ne olmaz…

Böyle çay kokusu görmedim çünkü…

Adam da sonunda bakıyor bakıyor, bu mecnun her hal diyor, zararsız bir deli…

“Araban var mı?” diyor…

“Var,” diyorum.

“Sen şimdi burdan çık,”

Kovuluyor muyum acaba, adam anlıyor bakışlarımdan…

“Buradan derken Kırşehir’den çık, Ürgüp yolunda Hacıbektaş’a uğra, gör mutlaka… Ali'nin de türbesini gör…”

“Ali mi?” diyorum, “makamı diyorsun herhalde, ne işi var orda Hz Ali’nin?”

Bilgisine güvensizliğimden hoşlanmıyor. Kestirip atıyor.

“Var, Hacıbektaş’a uğra, görürsün…”

İnandırıcı gelmese de Anadolu’da olmaz olmaz, Urfa’da Tarsus’ta… dinsel kitapların birleştiği efsane ataların hemen hepsinin bir yeri olduğunu düşünürsek, Hacıbektaş’ta Ali’nin makamı olsa yadırganır mı? Aleviliğin yeşerdiği bu coğrafyada Muaviye’nin makamı olacak değil ya…


Kırşehir’den yani devrin hemen her siyasi eyleminde fiilen yer almış, adı geçmiş Ahi Evran’dan, döneminin siyasetle hiç işi olmayan, işi insanla olan Hacıbektaş’a uzanan yol, tipik bir bozkır yolu. Öyle ama Aksaray- Konya yolu gibi yorucu, itici, tekdüze bir yol değil, yumuşak virajlarla uzanan, önü sık sık yeşil, rengârenk güllerle dolu bahçelerle kesilen bir yol...


Selçuklu’dan bu yana tarih boyunca Anadolu halkı için bir inanç ve umut merkezi olan HACIM köyü daha o dönemde KADINLARINIZI OKUTUNUZ, diyen HACI BEKTAŞ VELİ ile ünlendi, şimdi de onun adıyla anılıyor.

İlçenin kavşağında bir yanında aslan bir yanında geyikle sembolize edilen Hacı Bektaş Veli heykeli karşılıyor bizi.


HACI BEKTAŞ VELİ


Adı etrafında tarih kadar söylencelerle bir efsane yaratılan ama bin yıldır dipdiri yaşayan bir kişilik olan Hacı Bektaş-ı Veli de Horasan’dan gelen ilk Selçuklular arasında. Ahmed Yesevi tarafından kurulan Yesevîlik tarikâtının Anadolu'daki etkin uygulayıcılarından bir Kalenderî / Haydarî şeyhi, büyük Türk mutasavvıfı aynı zamanda. 13. yüzyıl Anadolu'sunun İslamlaşma sürecine önemli katkılarda bulunan ve Bektaşilik tarikatının isim babası. Kurduğu dergâh, yaydığı anlayış dönemin en büyük ordularından biri olan Osmanlı Yeniçerilerinin has ocağı olup devrin padişahından da destek görür hale gelince efsaneleşen, adına menkıbeler, rivayetler yaratılan bir kişi o. Onun kurduğu dergah ve Anadolu Aleviliğine getirdiği yorumlar, 16. yüzyılda BALIM SULTAN katkılarıyla kurumsallaşacaktır.


HACI BEKTAŞ, kendisinin de bağlı olduğu "Ahilik Teşkilâtı" ile Osmanlı Devleti'nin kuruluş devrinde Anadolu'da sosyal yapının gelişmesinde önemli katkılarda bulunmuştur. Hayatının büyük bir kısmını Sulucakarahöyük’te (Hacıbektaş) geçiren Veli, ömrünü de burada tamamlamıştır.


Osmanlı Ordusunda devşirme çocukların oluşturduğu Yeniçeriler, Bektaşilik kurallarına göre yetiştirilirdi. Bu nedenle Yeniçerilere tarihte "Hacı Bektâş-ı Velî çocukları" da denildi. Ocağın banisi Hacı Bektaşi Velî olarak kabul edilir, seferlere giderken yanlarında daimâ Bektaşî dede ve babaları eşlik ederdi. Balkanların her köşesine Bektaşiliği yeniçeriler taşımıştır. Hacı Bektaşi Velî'nin sohbetlerini takip ederek onun tarikatına bağlananlara ise "Bektaşî" adı verildi.


Tekke ve tarikatlara yaklaşımı bilinen ATATÜRK, daha Sivas kongresi aşamasında yolunu Hacıbektaş kasabasına çevirmiş ve 22 Aralık'ta Ulusal Kurtuluş Hareketine sıcak baktığını bildiği Hacıbektaşlılarla görüşmüştür.


"M. Kemal Paşa’nın Başyaveri M. Müfit Kansu, bu ziyaretin nedenlerini şöyle açıklamaktadır; “...Çünkü Hacıbektaş’a da uğranacaktı. Bu mühim bir merkezdi. Bütün Anadolu’daki üç, dört milyondan daha fazla Alevinin inanç önderi Cemalettin Çelebi Efendi, Hacıbektaş karyesinde oturmakta idi. O zamanki önderler; Çelebi Cemalettin Efendi ve Niyazi Salih Baba’ydı. Milyonlara varan Alevi-Bektaşiler, gerçi bitaraf vaziyette görülüyorsa da bunlar, Çelebi’nin ve Dedebaba Vekili’nin emir ve iradesine tabi olduklarından bu zatlarla görüşmek, onları tarafımıza çekmek için gerekliydi. Nitekim Çelebi Cemalettin Efendi, Birinci Büyük Millet Meclisi’nde mebus olmuş ve bir aralık Meclis Reis Vekilliği de yapmıştır. İcabı hal bunu yaptırmış olsa gerekir.”


Kurtuluş Savaşı'nda daha baştan Atatürk'ün yanında yer alan önderleriyle karizmatik bir değere ulaşmayı başaran Dergah, günümüzde de inananların ilgi ve desteğiyle önemli bir kültür ve inanç merkezi olmayı sürdürüyor.


Yine de 1925’te Tekke ve Zaviyeler yasasıyla benzerleriyle birlikte Hacı Bektaş Veli Dergâhı’nın da kapatıldığını, ancak 1964’te müze olarak yeniden açıldığını eklemezsek, özellikle kayırıldığını düşünenler çıkabilir.


Şimdi, yılın her döneminde ilgi gördüğü söylenen Hacıbektaş Veli müzesi, yazları hele Ağustos ayında ziyarete gelen insanları ağırlamakta zorlanıyor. Sekiz yüz yıl önce yaşamış bu ünlü bilgenin hatırası hala canlı. İnananlar müzeye büyük bir saygıyla, kapı eşiğini öperek giriyor. Babasının anasının elini öpmeyi zül gören çağımız insanı için ilginç bir manzara...


Hacıbektaş da Kapodokya'da yer alan değerlerden... HACİBEKTAŞ'A salt merak ya da kültürel ilgiyle gitmiş olsanız bile insanların hangi çağda nerede yaşarsa yaşasın, hangisi olursa olsun bir inanca olan ihtiyacını daha iyi fark ediyorsunuz...

Çağdaş bilgi ve birikimleriyle kazanımlarıyla daha varsıl, daha güçlü olduğunu düşünen, ama gün geçtikçe çoğalan kimsesizliğine anlam veremeyenlerdenseniz, inançların gerçek sihrinin insanın vazgeçilmezi AİTLİĞİ şeklen değil, ruhen doyurması olduğunu, bu felsefi yönüyle ırksal, ekonomik, sosyal sınıf, hemşerilik, hatta aile… gibi aitliklerden çok daha güçlü olduğunu fark etmeye başlayacak; biraz imrenecek epey de gerileceksiniz.


AİLE örneklemek için yazılan rastgele bir sözcük değil. AİTLİĞİ yaratan en güçlü paydalardandır aile… Ne var ki AİTLİK gerçekte bir ideolojidir, olduğu iddia edilen bağlarla değil, kolay paylaşılabilinecek, hayata geçirilen doktrinlerle CANLANIR. Oruç gibi, namaz gibi, cem gibi, kurban gibi…Kaç ailenin ideolojisi ya da ortaklaşa geliştirilmiş yaşam felsefesi var?..

Şaşırtıcı, çünkü köhnemiş alışkanlıkların en çok sıkıntısını çeken ve değiştirmek için mücadele eden bir kuşaktan geliyorum, farkına varmak rahatsız edici, ama en ilkel sandığımız yanlarımızmış bizi güçlü, kararlı ve yenilmez yapan.


Dergâha tarih içinde Hacı Bektaş Veli’nin kullandığı “Çiledamı” etrafında ekler yapılmış olsa da, bugünkü konumuna 16.yüzyılda getirilmiştir. Hem de kim tarafından bilseniz. Garip bir tecelliyle, İran’daki Türk şahın Anadolu Türkmenleri üzerindeki etkisiyle nerdeyse saltanatını kaybedeceği kaygısıyla Aleviliğin düşmanı olan Yavuz'un komutanlarından Şehsuvaroğlu tarafından. Zaman için de birçok kez onarılan dergâhın yerinde şimdi donatılı bir müze var. Gerek Hacı Bektaş Veli, gerekse ondan üç yüz yıl sonra devrin padişahı II. BAYEZİD tarafından dergâhın başına getirilen BALIM SULTAN zamanından da günümüze kalan alet, giysi, eşya ve gelenekler... bir müzeye de dönen dergahta sergileniyor.

Müzenin içinde BALIM SULTAN'ın da türbesi yer almakta.


Dimetoka doğumlu BALIM SULTAN, 1457 - 1517 arasında yaşadı. Bizzat kendisi de Bektaşi olduğu söylenen Padişah II.Bayezid tarafından Anadolu Aleviliğinin İran etkisinden korunması amacıyla dergahın başına getirilmişti. O güne değin köylülerin bir inanış biçimi olan Alevilik, onun döneminde köklü bir değişime uğrayacak, Bektaşinin KENTLİSİ kavramını yaratan, böylece AYDINLARIN da katılımını sağlayan BALIM SULTAN, Bektaşilik tarihinde Hacı Bektaş-ı Veli’den sonraki en önemli isim olacaktır.

SULTAN, Bektaşiliğin toplumsal ve insancıl yönlerini, barışseverliğini ve yardımseverliğini ön plana çıkarır. Yüzyıllardan beri gelen Alevî-Bektaşiliğe ait kuralları derleyip bir düzen içerisinde yaşama geçirilmesini sağlar. Sözel olan Bektaşi geleneğinde düzenlemeler yaparak, yazılı metin haline getirir. Yapısal olarak Bektaşiliği kurallara bağlayıp, böylece geniş bir coğrafik alana yayılan Bektaşîlik uygulamasında aynılık sağlayacaktır.


Bir başka yeniliği de Aleviliğin salt DOĞUŞTAN DEĞİL SONRADAN DA EDİNİLEBİLECEĞİ anlayışını getirmesidir. Bu anlayış bazı tutucu alevi kesimde hala kabul görmese de katı etkiyi azaltmıştır.

Sultan devletin de desteğini alarak Hacı Bektaş-ı Veli’nin adına dergâhı yeniden yapılandırmıştır. Bu yüzyıldan sonra Bektaşilik, Haydarîliğin bir kolu ve türevi olmaktan çıkmış, bağımsız bir tarikat olarak, diğer Bâtıni-Alevî eğilimli tarikatları içerisinde eritip özümleyecek güce ulaşmıştır.

Balım Sultan, geliştirilen erkana göre yola girenlerle sıkı ilişki içerisinde örgütlenmiş bir Bektaşi toplumu ortaya çıkarmayı amaçlamıştır. Tarikata bir disiplin getirmiştir. Kent içi ve kenti çevreleyen tekkelerde daha yetkinleştirilmiş bir örgütlenme başlatmıştır. Giderek düzenlenmiş sistemin dışında kalan köy gruplarından farklılaşan, bir biçime ulaşmış Bektaşilik Tarikatını yaratmıştır. Oluşturduğu sistemi, örgütün “ruhani ve örgütsel” başı olan DEDELERle yaymayı ve yaşatmayı amaçlamıştır. Çelebiler Anadolu ve köylük yörelerde tutunurken, kentsel yörelerde Balım Sultan ekolü benimsenir.


Balım Sultan’ın getirdiği düzenek Anadolu Aleviliğini, dönemin iktidarını zorlayan İran Aleviliğinden ayırmak için belki de devletin istediği bir biçimlenmedir, bilinmez ama kökleşmiş ve günümüze değin gelmiştir.


Dedebabalık’la yönetilen Bektaşiliğin bu kolu yeniçeri ocaklarının kapatılmasıyla büyük bir güç kaybetmiştir. Ancak 1800'lerin sonu ve 1900'lerin başında tekrar hareketlenmiş İstanbul ve Rumeli’deki birçok Ocak yeniden uyandırılmış ve Osmanlı eliti içinde etkin olmuştur. Cumhuriyet döneminde Tekke ve Zaviyelerin kapatılmasıyla birlikte güç kaybetmişse de günümüzde başta Rumeli ve Balkanlar olmak üzere birkaç milyon kişilik önemli bir topluluk olarak kalmayı başarmıştır.

Geniş bir alanı kaplayan türbe çevresinde benzer her yerde olduğu gibi HZ.ALİ'nin, en çok da HZ.HÜSEYİN'in temsili resimlerinin yanında çoğu "mağdur ve mahzun" daha yeni kuşak devrimcilerin yer aldığı resimler, değerli taşlarla yapılmış armağanlar satılan dükkânlar var. Ama en güçlü ticari sektör, kurban sektörü... Oradan kurban kesmeden ayrılırsanız kendinizi başarılı sayın, öyle yapışıyorlar yakanıza...

Sanırım arabamdan dolayı, daha inmeden ilgilerine mazhar olduğum kurban kesme “teşkilatının” elinden güçlükle sıyrılıp yola düştüğümde bir devir, fakülteye başladığım yıllarda beni özgürleştirdiğini sandığım çağdaş kazanımların, omurgası dahil her bir yanı beklenmeyen bir biçimde değişen ülkemde şimdi kaç para edeceğini, benim gibileri hangi noktaya mahkum ettiğini yollarda çok düşüneceğim.


Sonra bir kavşakta gördüm o güzelim sembolü: Kocaman bordo bir gül vardı yolda ve yanında bir yazı: "Gül Şehrine Hoş Geldiniz".


Bozkıra en çok gül yakışmış... Böylesine güzel bir ad olur mu? GÜLŞEHRİ...

Herhalde adını 14.Yüzyıl şairlerinden Kırşehirli GÜLŞEHRİ’den alan bu güzel adlı yerleşimi merak etsem de geride bırakıp Nevşehir’e doğru yol alıyorum. Kısa süre sonra da ulaşıyorum.


Kızılırmak’ı besleyen yan suların parçaladığı platonun batı yamaçlarında kurulu Nevşehir, Lale devrinin ünlü sadrazamı Damat İbrahim Paşa’nın memleketi olarak ünlenmiş ilk. O zamanlar SADRAZAMIN memleketinde başlattığı yeni imar hareketini günümüzde de sürdürüyor görünüyor, çoğu pembeye boyalı modern yapılarıyla dikkat çekiyor kent. İçine girmeden Ürgüp’e doğru yola devam ediyoruz.

Peribacalarını saymazsan işlenmeye müsait kayalar tarih boyunca yerleşim için kullanılmış, şimdi de yol kıyısındakiler seyirlik birer anıt olurken, daha içeridekiler hala aynı amaca hizmet ediyor, çevredekilerin ambarı, deposu olmuşlar.


Ürgüp’te dolanmaktan yoruldum, bir fırında sıcak pideyle tereyağı yemeyi deniyorum. Trabzon tereyağı diye sattıkları yağ pek benzemiyor ama yine de sıcak pideyle iyi gidiyor. Çayımı içerken, aklımı garipsemeye başlamışım bile. Bu havada deniz kıyısı bir yer varken, burada ne işin vardı, diyor muhalif yanım. Üzerinde dursam isyan edecek, görmezden gelerek kalacak yer arıyorum.

Bir arkadaşımızın kızı buralarda otel açmış diye duymuştum. Sordum soruşturdum, dar yollardan vadiler içine girdim ve buldum Karlık köyünü ve oteli. Zillerini ne kadar çalmışsam da kendilerine ulaşamadım. Rezervasyonla açılıyormuş otel. Aynı yolu izleyerek geri döndüm. Bir düş kırıklığına ihtiyacım varmış demek ki, tetikledi, kalmak anlamsız gözüktü. Aklımda Ihlara Kanyonu’na da gitmek vardı. Hazır gün erkenken gidip görebilirdim.


Novigasyonun bizi Aksaray yolundan saptırıp harita üstünde kestirme gözüken köy yollarına soktuğunu anladığımda kırk kilometrelik bozuk yolun on beş kilometresini almıştık bile... Dönüp Aksaray'a gitmek aklıma gelmişse de bu kez inat edecek, Ihlara'yı görecektim. Kendi kategorisinde yaşlı volkanlardan sayılabilecek Hasan Dağ’ı simsiyah gölgesiyle yol boyu bize eşlik etti. Katran siyahı gövdesi, doruklarındaki buzul beyazlığıyla uzaklarda, ama hep önümüzdeydi.


Uzun yolda ne bir benzinlik ne de çay içilecek yer var, aracınıza güvenmezseniz bu yola sakın sapmayın.

Bir yokuştan aşağı vadiye Ihlara’ya iniyoruz nihayet... Gürültüyle ve kıvrımlarla akan dere, zaman içinde ovayı derin derin oymuş, su kirli bir yeşille ta uçurumun dibinde, aşağılarda kalmıştı. Adını belki de otuz yıldır çok duyduğum ama fırsat bulup gidemediğim yerlerden biriydi bu kanyon.


Hasan Dağı’ndan çıkan bazalt ve andezit yoğunluklu lavların soğumasıyla ortaya çıkan çatlaklar ve çökmeler kanyonu oluşturmuştu. Bu çatlaklardan yol bulan kanyonun bugünkü halini almasını sağlayan Melendiz Çayına ilk çağlarda Kapadokya ırmağı anlamına gelen 'Potamus Kapadukus" denilmekteymiş. 14 km. uzunluğunda yüksekliği yer yer 100-150 metreyi bulan vadi Ihlara'dan başlayıp, Selime'de son buluyor. Vadi boyunca kayalara oyulmuş sayısız barınaklar, mezarlar ve kiliseler bulunuyor. Bazı barınaklar ve kiliseler yeraltı şehirlerinde olduğu gibi birbirlerine tünellerle bağlantılı.

Kapadokya bölgesi, Ihlara vadisinde yani Aksaray’da bitiyor. Aksaray’a ulaşan yolu izleyerek Ankara yoluna girdim. Şansım elverirse TUZGÖLÜ’nü de gündüz gözüyle görecektim. Kapadokya’yı arkamızda bırakıp Tuz Gölü’nün çevresini takip eden yolu izlemeye başlamam uzun sürmedi.


Sudan yansıyan güneş ışığının bin bir özel renge boyadığı gökyüzünün altında Tuzgölü’nün kıyısından çok zaman yol aldım. Belki de kirlenmesin diye izin verilmiyordu bilmiyorum, göle hakim bir dinlenme tesisi bulamayınca durmadım da…


Gölbaşı yönünden Ankara’ya yaklaştığımda yağmur başlamıştı, ama güneş ayrılmaya nazlı, hala eşlik ediyordu.


Topu topu bir gece uykusuz kalmış 1400 km yol gitmiştim ama yorgun hissediyordum. Oysa geziler beni genellikle çok heyecanlandırır, bazen doğru dürüst uyumadan gezi boyu araç da kullanırdım. Yaşlanmak bu galiba… Önümde harika bir tablo gibi uzanan yolu bile görecek halim kalmamıştı. Tek düşündüğüm bir önce Ankara’ya ulaşıp başımı koyacak bir yastık bulmaktı.


Konuk olacak olduğum eve geç saat vardığımda aradığım gerçeği fark etmiştim. Yirmi beş yıl önce gene uykusuz ama nasıl hevesli koşturararak gitmiştim, şimdi ne oluyordu peki, yaşlanmak maşlanmak… Gizem de tam burdaydı galiba? O yolu, Kapadokya’yı görmüştüm ve o zaman en azından merak ettiğim ama yine de bilinmezlik dışında ilgilerime göre çok şey bulamadığım yörede şimdi bir gezide olması gereken en önemli şeyi, bir ilki yaşamanın, keşfetmenin ve kendi adına fethetmenin hazzını alamamıştım.


Boşuna dememiş o bilge, hiçbir nehirde iki kez yıkanılmıyor.

Yeni bir kitap bulmalı... O zaman belki...


Ne yapsam, kutuplara mı gitsem?

24 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

AFRODİSYAS

1/3
bottom of page