ISIK VAR UCUNDA
top of page

ISIK VAR UCUNDA


Bir kavganın ortasında gözümü açmışım çocukluğuma... Masallar, ninniler yerine; kederli anamın gözyaşlarıyla, acılı, ağrılı türküleri ve ağıtlarıyla yürümüşüm. Çabuk büyümem isteniyordu. Çabuk büyüdüm ben de. Belki bu yüzden hâlâ çocuksu, saf, hilesiz, paylaşımcı düşler peşindeyim...


Şimdi yüzünü bile hatırlayamıyorum anamın. Geçmişimle bugünüm arasında bir bağ kuramıyorum. Çocukluğumun gizemli, çileli, dirençli koridorlarında kayboluyorum. Anımsadığım, hüzün ayrılık ve gözyaşı... Mutluluğun ve coşkunun kıyısında, sevgisiz büyüyüp, sessizce açan bir yaban gülüydüm. Yalnızdım, hep yalnız... Başıma kakılırdı doğanın nimetleri, evin bereketi. Bir banımlık reçel, bir parçacık peynir çok görülürdü... Tabağım ayrıldı; kaşığım, çatalım, yatağım... Yalnızlık ve öksüzlük, umar bulamayan sancılı ağrılarımdı. Günah yaftası gibi boynumda taşıdım hep, dünyaya gelmişliğimi. Evdeki öfkenin ve kavganın günah keçisiydim.


Ne zaman çocukluğa yelken açan bir dize okusam utanıyorum. Ve ne zaman çocukluğunu özleyen birisiyle konuşsam onu kıskanıyorum. Her sokağına hüzünlü sesimi bıraktığım, bir kara trenle geldi, suskun çocukluğum bu kente. Bıraktı ve gitti... O günleri bir daha anmamak üzere unutmak istiyorum. Ama nasıl birdenbire geliveriyor aklıma, bilemiyorum. Her şey, en kötü şekilde yaşandı ve paylaşıldı oysa. Utandık, unuttuk, atladık istemesek de bir şeyleri. Ben, aynı hüznü, aynı yalnızlığı, aynı acıyı yaşıyorum.


Birçok anı bıraktım. Birçok vefâlı dost edindim. Kiminin öksüzü, kiminin bahtı karalısı, kiminin can yoldaşı oldum. Ama her şeyi unutmak pahasına, hiç kucak açmadım anılarıma, arayıp soramadım vefâlı dostlarımı. Unuttum mu? Unutabildim mi? Olmuyor. Unutmaya çalıştıkça, bilincim rahat bırakmıyor beni. Direniyorum. O da karşı koyuyor. Dinlemiyor. Darılıyoruz bazen birbirimize. Günlerce konuşmuyoruz.


Buraya geldiğime pişman oldum. O tren yine geçip gitti. Yine kavgaya tutuşacağız bilincimle. Elini sımsıkı tutmuşum halamın, trenden indiğimde. Anam artık duymayacaktı, sesimi sessizliğimi. Geçip gidiyorum yine. Kural tanımıyor anılarım. Önüne geçemiyorum duygularımın. Ne içtiğim çayın tadını aldım, ne sigaradan bir keyif. Ağzım, paslı bir teneke gibi. Dilime acı bir tat, yüreğime târifsiz bir sancı oturdu. Canım sıkıldı. Güzel, güneşli bir güne lânet okumanın gereği yoktu. Kalkıp gidemedim. Çocukluk anılarımın sonsuz girdaplarında batıp kaybolmak üzereyken, batık günleri su yüzüne çıkardım. Önümden geçip giden tren, bana o günleri anımsattı.


Bu kent, bu kadar güzel miydi? Bu park, bu çay bahçesi, bu cıvıltı, önceden de var mıydı? Hiç farkına varamamışım. Her köşeyi döndüğümde, dostlarla kucaklaşıvereceğimi sanıyordum. Ama herkes bir yerlere savrulmuş. Bulabildiğim, yalnız sesimdi. Üstüme çoğalıp gelen, sokaklar arasında bıraktığım çocuk sesim. Yürüdükçe ardımdan geldi. Her pencere açılışında, bir kadın beni çağıracak gibi bir duyguya kapıldım. Ya da bir öğrenci, gece vardiyasından çıkmış, elleri buğulu, gözleri yorgun bir işçi, benden bir simit alacak sandım...


Ah çocukluğum, çocukluğum; nerede yitirdim horozşekerimi, uçan balonlarımı? Nerede yitirdim oyunlarımı? Hangi erik ağacında çiçek açtı düşlerim? Ya sesim? Sıcak gevrek sesim. Hangi sokaklar arasında kaldı? Bu çay bahçesi? Bir köşesine oturup hüngür hüngür ağladığım bu çay bahçesi... Yine böyle bana karşı güler yüzlü müydü? Belediye zâbıtasının elinden beni alan, tömbeki içen o pala bıyıklı adam, sırtımdaki su hortumunun acısı, her şey, hepsi, dün gibi aklımda. Hâlâ yaşıyor mudur, o pala bıyıklı adam? Onu bulsam, yapışsam yakasına: “Hiçbir şey değişmedi, binlerce zâbıta duvar gibi örüldü yaşamımıza” desem bana inanır mı?


Çocukluğum, dostlarım, bu kent, hangisi hüzünlendirdi beni? Ürperdim. Şu yaşadığım anı ve anılarımı kime nasıl anlatayım? Bu yürekle yaşama nasıl kafa tutmayayım? Hep başkalarının çocuklarıyla kıyaslandım. Onlar çocuk değil miydi? Benden, yetişkin insan gibi davranışlar beklendi. Zorlandım, diretildikçe âsileştim, hırçınlaştım.


Okulun en çalışkan öğrencisi olduğunu söylerdi babam. Kızlar pervâne olurmuş çevresinde. Ona aşk şiirleri yazıp kitaplarının arasına bırakırlarmış. Okul yönetimi ona takım elbise ve saat hediye etmiş. Ben onun kadar çalışkan bir öğrenci olamadım. Takdirle hiç sınıf geçemedim. Onu hep utandırdım. Hiç kız arkadaşım olmadı ve benim için şiir yazmadı. Vasat bir öğrencilik dönemi yaşadım.


Ona şaşıyorum. Onca olanaksızlık içinde okumak için köyden kaçtığında aç kaldığını, çileli bir öğrencilik dönemi yaşadığını, defâlarca anlatırdı. Kafamda çelişkiler de olsa; o, hep mükemmeldi. Ben büyürken bu söyleşileri hiç değişmezdi. Benim de kendisi gibi başarılı biri; başarılı biri olmaktan da öte, adam olmamı isterdi. Eve gelen konuklara şiirler okurdu, aşktan sevdadan yana. Sonra ilginç, masalsı hikâyeler anlatırdı. Çapkındı. Hiç bitmedi aşkları... Yatılıyı kazandım. Ayrılacaktım evden. Kazandığıma değil, ayrılacağıma sevindik; saklıyorduk. Yine de her şeyi unutacağımıza inanarak evden ayrıldım.


Ben delikanlılığa geçiş çağındaydım, analığım câhil, babam bu iki yangın arasında gidip geldi. Yıllar geçti, maalesef hüzün hüküm sürdü. Bir an önce evlenmem gerekiyordu. Evlendim. Dolapta düğünümden kalan rakı vardı. Oturup içtim. Babamla biraz hem konuşmak, hem dertleşmek istedim. Dilim varmadı Fakir Öğrencileri Kalkındırma Derneği’nin verdiği takım elbiseyi ve saati söylemeye. Sûni kavgalarla dargın düştüğümüzden zâten yılda iki- üç gün görüşüyorduk. Sâdece anamı sordum, usulca. Artık çocuk değildim. Bunca yıl ertelenen sorulara yanıt almak istiyordum. Anlatmadı, yine sonraya bıraktı.


Bir karatren daha geliyor, gitmem gerek. Yoruldum. O günlere dönmek istemiyordum oysa. Yine hüzünlendim. “Ne kazandık?” diye soruyorum kendime. Geriye dönüp baktığımızda, kayıplarımızın yanında lâfını bile etmek güç. Birleştiremedik yaşamlarımızı, neylersin.


Ya şimdi? Paylaşamadığımız ne? Ne varsa, zâten en kötü şekilde paylaşılmadı mı? Tınazını savurup uçurduk yaşamın, rüzgâr hep sevinçleri götürdü. Hüzün, bereketimiz oldu. Tren yaklaştı, gitmem gerek. Geldiğim gibi gidişimle bu kentten ayrılacağım. Yine, kekremsi bir geri dönüş daha yaşayacağım; hepsi bu. Tren, tünele giriyor. Bir çocuk, korkudan ağlıyor. “Işık var ucunda” diye onu avutuyorlar.

Işık var ucunda, ışık var, ucunda ışık, ışık, ışık...


Fikret Kemal Tekin

26 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

RÜYA

1/3
bottom of page