top of page

Arama Sonucu

maviADA'ya DÖN

Boş arama ile 4409 sonuç bulundu

  • Alexandre Dumas

    BABA * Alexandre DUMAS * Doğum adı Dumas Davy de la Pailleterie, 24 Temmuz 1802 – 5 Aralık 1870 Fransız yazardır. Adaş oğluyla karıştırılmaması için Alexandre Dumas père adıyla da bilinir. Macera türündeki tarihi romanlarıyla ünlüdür. Eserlerinin 100 dile çevrilmesi sayesinde en çok okunan Fransız yazarlardan biri olmayı başardı. Monte Kristo Kontu , Üç Silahşorlar, Yirmi Yıl Sonra ve Demir Maskeli Adam gibi romanlarından bazıları dizi şeklinde yayınlanmıştı. Yirminci yüzyılın başlarından beri romanları yaklaşık 200 kadar filme uyarlandı. Dumas'ın öldüğü için bitiremediği son romanı Le Chevalier de Sainte-Hermine bir uzman tarafından tamamlandı ve 2005'te okuyuculara sunulduğunda en çok satanlara girdi. Roman Türkiye'de 2010'da Son Şövalye adıyla basıldı. Birçok türde eserler veren Dumas yazarlık kariyerine tiyatro oyunlarıyla başlayarak ilk başarılarını elde etti. Ayrıca bir hayli dergi makalesi ve gezi kitabı yazdı; basılmış eserleri toplamda 100.000 sayfayı bulur. Dumas 1840'larda Paris'te Tarih Tiyatrosu'nu kurdu. Babası general Thomas-Alexandre Davy de la Pailleterie Fransız bir asilzade ve köle bir siyah kadının oğlu olarak Saint-Domingue'de doğdu. Soylu biri olması genç Alexandre'a Louis-Philippe ile birlikte çalışma fırsatı yarattı. III. Napolyon'un seçilmesinin ardından Dumas gözden düştü ve Fransa'dan ayrılarak birkaç yıl kalacağı Belçika'ya gitti. Belçika'dan ayrıldıktan sonra birkaç yıl için de Rusya'ya taşındı, ardından da İtalya'ya hareket etti. 1861'de İtalyanların birleşme çabalarını destekleyen L' Indipendente isimli gazeteyi kurdu ve basmaya başladı. 1864'te Paris'e döndü. Evli olmasına rağmen sayısı kırkı bulduğu söylenen ilişkileri vardı. Bilinen en az dört gayri meşru çocuğu oldu. Bunlardan biri de kendi adının verildiği Alexandre Dumas 'dır. Bu çocuk daha sonra başarılı bir tiyatro ve roman yazarı oldu ve Alexandre Dumas, fils (oğul) olarak bilinirken babası da Fransa'da gelenekselleşmiş olarak Alexandre Dumas, père (baba) olarak tanınmaya başladı. İlişkilerinden birini de 1866'da kariyerinin zirvesindeki ve neredeyse yarı yaşındaki Amerikalı aktris Adah Isaacs Menken ile yaşadı. Yirminci yüzyıldaki uzmanlar Dumas'nın babası olduğu üç çocuk daha buldular. Hayatının sonuna doğru Dumas'yla tanışan İngiliz tiyatro yazarı Watts Phillips onu " Dünyanın en cömert ve en büyük kalpli insanı. Aynı zamanda da yeryüzündeki en eğlenceli ve bencil kişi. Lisanı bir yel değirmeni gibiydi, bir kez harekete geçti mi ne zaman duracağını bilemezdiniz, özellikle de tema kendisiyse" diyerek tanımlamıştı. İlk yılları Dumas Davy de la Pailleterie 1802'de Fransa'daki Picardie bölgesinin Aisne ilinde doğdu. Marie-Alexandrine isimli bir kız kardeşi de vardı. Annesi Marie-Louise Élisabeth Labouret bir hancının kızıydı ve babası da Thomas-Alexandre Dumas'ydı. Thomas-Alexandre 1762'de Saint-Domingue'deki bir kolonide doğmuştu. Fransız bir asil ve kolonideki topçu sınıfının komiseri olan marki Alexandre-Antoine Davy de la Pailleterie ile Afro-Karayip kökenli bir köle olan Marie-Cessette Dumas'nın oğluydu. Annesinin Saint-Domingue veya Afrika'da doğup doğmadığının (Kreol olduğu anlamına gelen Fransızca bir soyadına sahip olmasına rağmen) bilinmemesinin yanı sıra atalarının Afrika'nın neresinden geldiği de bilinmez. Babası tarafından Fransa'ya götürülen Thomas-Alexandre askeri okulda eğitim gördü ve genç bir adamken orduya katıldı. Babası ile arası açıldıktan sonra Thomas-Alexandre annesinin soyadı Dumas'yı kullanmaya başladı. 31 yaşında generalliğe yükseldi ve Fransa ordusunda bu rütbeye yükselen ilk Afro-Antilli oldu. Fransız Devrim Savaşları'nda başarıyla mücadele etti. Napolyon'un emrinde general olarak İtalya ve Mısır'daki mücadelelerde yer almasına rağmen 1800'lerde gözden düştü ve Fransa'ya dönmesi istendi. Dönüşü sırasında gemisi o ve diğerlerinin savaş esiri olarak tutulacağı Napoli Krallığı'ndaki Taranto'da demir atmak zorunda kaldı. İki yıllık mahkûmiyeti sırasında sağlığı oldukça bozuldu. Alexandre doğduğu sıralarda babası iyice harap olmuştu. Alexandre dört yaşındayken babası kanserden öldü. Dul kalan annesi oğluna iyi bir eğitim sağlayamadı ve elit bir okuldan gelen teklifi ücretleri karşılayamayacağı için reddetmek zorunda kaldı. Buna rağmen yılmayan Alexandre Dumas okuyabildiği her şeyi okudu ve kendi kendine İspanyolca öğrendi. Babasının Devrim Savaşları'nda gösterdiği kahramanlığa dair annesinin anlattığı hikâyeler genç çocuğun parlak hayal gücünü oldukça etkiledi. Fakirliklerine rağmen aile babalarının değerli itibarını ve soylu rütbesini korudu. Monarşinin yeniden kuruluşunun ardından 1822'de 20 yaşındaki Alexandre Paris'e taşındı. Palais-Royal'de Louis-Philippe'in makamında kendine bir görev edindi. Kariyeri Louis-Philippe için çalışırken aynı zamanda tiyatro oyunları ve dergiler için makaleler yazıyordu. Bir yetişkin olduğunda tıpkı onun yaşındayken babasının yaptığı gibi kölelik yapmış büyükannesinin soyadını kullanmaya başladı. İlk tiyatro oyunu Henri III et sa Cour 1829'da o 27 yaşındayken sahnelendi ve beğeniyle karşılandı. Sonraki yıl ikinci oyunu Christine de aynı derece takdir edildi. Bu başarılar ona tam zamanlı yazarlık yapabilmesi için yeterli geliri sağladı. Dumas 1830'da X. Charles'ı devirip yerine tahta Orléans Dükü'nü geçiren Devrim'e katıldı. Dumas'nın eski işvereni Louis-Philippe ülkeyi yönetmeye başladı. Hoşnutsuz Cumhuriyetçilerin ve değişim isteyen yoksul kent işçilerinin tek tük ayaklanmalarından dolayı 1830'ların ortasına kadar Fransa'daki hayatta huzursuzluk hakimdi. Yaşam yavaşça normale dönerken ülke de sanayileşmeye başladı. Gelişen ekonomiyle birlikte basın yasaklarının da ortadan kalkmasıyla Dumas'nın yazarlık yetenekleri birçok kez ödüllendirildi. Başarılı olan birkaç tiyatro oyunundan sonra Dumas roman yazmaya karar verdi. Savurgan bir yaşam tarzı olmasına ve her zaman kazandığından çok harcamasına rağmen Dumas zeki bir pazarlamacı olduğunu kanıtladı. Gazeteler birçok dizi şeklinde roman yayınlarken 1838'de Dumas da oyunlarından biri olan Le Capitaine Paul'ü dizi roman olarak tekrar yazdı. Personel kadrosunu yazarların oluşturduğu bir yapım stüdyosu açtı ve buradan yüzlerce hikâye ortaya çıktı. Bütün öyküleri o kurguluyor, yön veriyor ve eklemeler yapıyordu. Dumas birkaç arkadaşının yardımıyla Avrupa tarihinden ünlü suçlar ve suçlular hakkında Les crimes celebres adındaki sekiz ciltlik eserini 1839'dan 1841'e kadar geçen sürede tamamladı. Bu araştırmada Beatrice Cenci, Martin Guerre, Cesare ve Lucrezia Borgia'nın yanı sıra örneğin katil oldukları iddia edilerek idam edilmiş Karl Ludwig Sand ve Antoine François Desrues gibi daha güncel olaylara da yer veriyordu. Dumas kendisinin eskrim ustası Augustin Grisier ile 1840 tarihli Les armes et le duel romanında işbirliği yaptı. Hikâye Grisier'in gözünden Rusya'daki Aralıkçılar İsyanı sırasında yaşanan olaylara nasıl tanık olduğunu anlatıyordu. Sonuçta roman Çar I. Nikolay tarafından Rusya'da yasaklandı ve Dumas'nın ülkeyi ziyaret etmesi Çar'ın ölümüne değin yasaklandı. Le Comte de Monte-Cristo (Monte Kristo Kontu), Les Frères corses ve anılarında Grisier'ye olan büyük saygısını gösterir. Dumas'nın pek çok asistanı ve ortağı vardı. Auguste Maquet aralarında en fazla bilinendir. Yirminci yüzyılın sonlarına kadar rolünün ne olduğu tam anlaşılamamıştı. Maquet'nin Monte Kristo Kontu'nun hikâyesinin ana hatlarını belirlediği ve Üç Silahşorler ile onun devamı romanların yanında Dumas'nın birkaç eserine daha önemli katkıları olduğu biliniyor. Birlikte çalışma yöntemleri şöyleydi; Maquet konuyu tasarlar ve taslakları hazırlar, Dumas da ayrıntıları, diyalogları ekler ve final bölümünü yazardı. Maquet, kendi isminin de kitaplarda yer alması ve hem çalışmaya devam etmek hem de daha fazla para alabilmek için Dumas'yı mahkemeye verdi. Parasını alma konusunda başarılı olduysa da ismini kitaplara koyduramadı. Château de Monte-Cristo Dumas'nın romanları o kadar popülerdi ki kısa sürede İngilizceye ve başka dillere çevrildi. Yazıları sayesinde önemli bir miktarda para kazandı ama kadınlara çok para harcadığı ve şaşaalı bir hayat yaşadığı için sık sık iflas etti. İlişki yaşadığı tam 40 metresi bulundu. 1846 senesinde Paris'in dışındaki Le Port-Marly'de yanında yazması için ek bir binayla beraber Château de Monte-Cristo adlı kır evini inşa ettirdi. Burası sık sık Dumas'nın cömertliğinden yararlanıp uzun süre misafir kalan yabancı ve tanıdıklarla dolardı. İki yıl sonra mali zorluklar yaşamaya başladığı için tüm mülkü satmak zorunda kaldı. Dumas birçok farklı türde örnekler verdi ve hayatı boyunca yaklaşık 100.000 sayfa yazısı basıldı. Deneyimlerini kullanarak yaptığı seyahatlerden sonra gezi kitapları yazdı. Kral Louis-Philippe, bir isyanla tahttan indirildikten sonra III. Napolyon başkan seçildi. Dumas, Bonaparte tarafından sevilmediği ve de alacaklılarından kaçmak için Brüksel, Belçika'ya gitti. 1859 civarında da Fransızcanın soylular arasında ikinci dil olduğu ve yazmanın çok popüler olduğu Rusya'ya hareket etti. Dumas, farklı maceralar arama arzusundan dolayı ayrılmadan önce Rusya'da iki yıl geçirdi. Ayrıca Rusya hakkında bir gezi kitabı da yayınladı. 1861'de II. Vittorio Emanuele'yi kral seçen İtalya Krallığı kuruldu. Dumas buraya hareket etti ve sonraki üç yıl boyunca İtalyan birleşme hareketinde yer aldı. Indipendente adlı gazeteyi kurdu ve yönetti. 1864'te Paris'e dönerken İtalya hakkında gezi kitapları da yayınlatmıştı. Aristokrat geçmişine ve kişisel başarılarına rağmen Dumas melez kökeni nedeniyle ayrımcılıkla uğraşmak zorunda kaldı. 1843'te ırk sorunlarından ve sömürgeciliğin etkisinden bahsettiği Georges adlı romanını yazdı. Afrika kökenli olmasından dolayı kendisine aşağılayıcı sözler sarf eden bir adama verdiği cevabı ünlü olmuştur. Dumas adama şöyle demişti: “ Babam zenci bir melezdi, dedem bir zenciydi, büyük dedemse bir maymundu. Görüyorsunuz ya efendim, sizinkinin bittiği yerde benim ailem başlıyor. ” Kişisel hayatı Dumas 1 Şubat 1840'ta aktris Ida Ferrier (doğum adı Marguerite-Joséphine Ferrand (1811-1859)) ile evlendi. Başka kadınlarla da birliktelik yaşadı ve bu ilişkilerinden bilinen dört çocuğu oldu. Bunlardan Alexandre Dumas, fils (1824-1895), bir terzi olan Marie-Laure-Catherine Labay'in (1794-1868) oğludur. Başarılı bir roman ve tiyatro oyunu yazarıdır. Marie-Alexandrine Dumas (5 Mart 1831-1878), Belle Krelsamer'in (1803-1875) kızıdır. Micaëlla-Clélie-Josepha-Élisabeth Cordier (doğum 1860), Emélie Cordier'nin kızıdır. Henry Bauer, soyadı Bauer olan bir kadının oğludur. Dumas 1866 civarında o zamanlar oldukça ünlü bir aktris olan Adah Isaacs Menken ile ilişki yaşadı. Aktris Londra'daki Mazeppa oyununda sergilediği performansla büyük övgü almıştı. Paris'te sergilenen sevilen oyun Les Pirates de la Savanne'de de rol alıp kariyerinin zirvesine çıkmıştı. Yazılarından başlayarak Dumas'ı yıllardır araştıran uzman Claude Schopp, Dumas'ın birlikte olduğu 40 metresinin yanı sıra üç çocuğunu daha buldu. Ölümü Aralık 1870'te ölen Dumas doğduğu yer olan Aisne ilindeki Villers-Cotterêts'te gömüldü. Ölümü Fransa-Prusya Savaşı'nın gölgesinde kaldı ve değişen modayla da ünü azaldı. Yirminci yüzyılın sonlarında Reginald Hamel ve Claude Schopp gibi uzmanlar kaybolmuş işlerinin bulunmasının yanı sıra eserlerinin yeniden değerlendirilmesine ve sanatının takdir edilmesine sebep oldular. Dumas'nın Fransız kültürüne katkılarından dolayı 2002'de adına bir anma töreni düzenlendi. 1970'te onuruna Alexandre Dumas Paris Métro istasyonuna ismi verildi. Paris'in dışındaki kır evi Château de Monte-Cristo restore edildi ve müze olarak halka açıldı. Araştırmacılar Dumas'nın arşivlerdeki eserlerini bulmaya devam ettiler. Bunların arasında uzman Reginald Hamel'in Bibliothèque Nationale de France'ta bulduğu beş perdelik Altın Hırsızları oyunu da vardı. Bu oyun 2004'te Honoré-Champion tarafından yayınlandı. 2002'de Dumas'nın ikiyüzüncü doğum gününde Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac yazarın küllerinin birçok aydının gömüldüğü Paris'teki Panthéon anıtına tekrar getirildiği törende yer aldı. Tören televizyonda da gösterildi. Chirac konuşmasında şöyle demişti: “ Senin sayende D'Artagnan, Monte Cristo ve Balsamo olup Fransa yollarında at sürdük, savaşlara tanıklık ettik, saraylara ve kalelere konuk olduk. Senin sayende bizler hayal ettik . ” Chirac konuşmasında Fransa'da hala ırkçılığın var olduğunu kabul etti ve Alexandre Dumas'nın Victor Hugo ve Émile Zola gibi büyük yazarların yanına getirildiği törenin bu çirkinliği düzeltmenin yollarından biri olduğunu söyledi. Chirac ayrıca Fransa'dan pek çok büyük yazar çıkmasına rağmen hiçbirinin Dumas kadar okunmadığına dikkat çekti. Dumas'nın eserleri yaklaşık 100 kadar dile çevrildi ve 200'den fazla filme uyarlandı. Eserleri III. Henri ve Sarayı (1829) Napoléon Bonaparte (1831) Üç Silahşorler (1844) Son Şövalye Monte Kristo Kontu (1845) Demir Maske (1848) Kraliçenin Gerdanlığı (1849-50) Siyah Lale (1850) Anılar (1852-54)

  • Alexandre Dumas

    Alexandre Dumas'ın Oğlu * (27 Temmuz, 1824 - 27 Kasım, 1895) Ünlü Üç Silahşorlar ve Monte Kristo Kontu 'nun yazarı Alexandre Dumas'ın oğlu , Kamelyalı Kadın ' kitabının Fransız yazarı. Hayatı Ünlü Fransız yazar Alexandre Dumas’nın gayrimeşru oğlu olarak Paris’te doğdu. Annesi Marie-Catherine Labay isimli bir kadın terzisiydi. 1831 yılında babası onu resmi olarak oğlu tanıdı ve iyi bir eğitim görmesini sağladı. Institution Goubaux ve Collège Bourbon’da eğitim gördü. Gayrimeşru oluşunun yanı sıra koyu esmer olan teni yüzünden de zorluk çekti. Özellikle okul yıllarında rengi nedeniyle arkadaşlarının şakalarına ve küçümsemelerine maruz kaldı. Renginin nedeni babasının atalarının soyundaki Haitili bir kadındı. Okulu yazma aşkı yüzünden terk etti ve yazmaya başladı. Kendini yazmaya verdi, bu nedenle de maddi sıkıntılar yaşamaya başladı. 21 yaşına geldiğinde büyük bir borcu vardı. 1844 yılında eşinden ayrılan babasıyla yaşamak için Saint-Germain-en-Laye’ye taşındı. Burada zengin erkeklerle beraberlikler yaşayan Marie Duplessis ile tanıştı. Bu kadın, Dumas fils’in başyapıtı olacak “Kamelyalı Kadın” (“La dame aux camélias”) isimli romana ilham kaynağı oldu. Bu ünlü yapıtını daha sonra oyun haline getirdi. İngilizce’ye “Camile” ismiyle adapte edilen yapıt, Verdi'nin 1853 tarihli La Traviata isimli operasına da kaynaklık etti. Dumas fils yazım hayatına şiir ve romanla başlasa da daha çok piyes yazmaya ilgi duymuştur. Kamelyalı Kadın ilk zamanlarda pek bir ilgi toplayamamıştı. Birçok tiyatro tarafından reddedildi. Sonunda Théâtre du Vaudeville tarafından kabul edilip sahnelendi. Roman olarak Kamelyalı Kadın ünlendi ve yazarın ününün yayılmasını sağladı. Dumas fils kazandığı para ile borçlarının bir kısmını kapattı ve annesine maddi yardımda bulundu. 1852 yılına kadar yaklaşık on iki roman daha yazdı, daha sonra kendini didaktik oyunlar yazmaya adadı. Bu oyunlarda özellikle ahlâki bozukluklara değinmekteydi. Ayrıca kendi yaşamındaki birçok olay ve beraberlik bu oyunlarına yansımıştır. Evli bir kadın olan Nadeja Naryschkine ile gizli bir ilişki yaşamıştır. Bu ilişkisinden 1860 yılında bir kız çocuğu dünyaya geldi. Çocuğun doğumundan dört yıl sonra, 1864'te evlendiler. 1867 yılında ise yarı otobiyografik bir roman olan ve daha sonraları en önemli eserlerinden biri sayılacak, L’affaire Clemenceau'yu kaleme aldı. 1874'te Académie française'e kabul edildi. 1894 yılında da Légion d'Honneur ile ödüllendirildi. Bu arada 1885 tarihli Denis ve 1887 tarihli Francillon ile ününü artırdı. Karısının ölümünden sonra sekiz yıllık metresi Henriette Régnier ile evlendi. Alexandre Dumas fils Marly-leRoi'de, 27 Kasım 1895'te öldü. Paris'teki Cimetière de Montmartre'e gömüldü. Başlıca Eserleri Kamelyalı Kadın Gayrimeşrû Çocuk Para Meselesi Yabancı Kadın Kibar Yosmalar Maznunun Hatıraları Karımı Niçin Ödürdüm (Clemencau Davası) KAMELYALI KADIN kitabını aşağıdaki LİNKE tıklayarak daha ayrıntılı tanıyabilir, dahası sesli kitap olarak dinleyebilirsiniz,

  • Kamelyalı Kadın

    KİTAP Orjınal adı : The Lady of the Camellias Basım Yılı: (1848) Yazarı: Dumas, fils (1824-1895) Kamelyalı Kadın (Fransızca: La Dame aux camélias), ünlü Alexandre Dumas'ın oğlu Alexandre Dumas tarafından yazılmış, ilk baskısı 1848 yılında yapılan roman. Sahneye uyarlaması prömiyeri 2 Şubat 1852 tarihinde Fransa'nın Paris şehrinde Vodvil Tiyatrosunda (Fransızca: Theatre de Vaudeville) yapıldı. 1853 yılında Giuseppe Verdi, La traviata operasını besteleyerek müziğe uyarladı. On altı farklı versiyonu Broadway tiyatrosunda sahneye kondu. Opera uyarlamasında "Marguerite Gautier" karakteri "Violetta Valéry" adını almıştı. Kamelyalı kadın "Marguerite Gautier", Alexandre Dumas'nın geçek hayattaki sevgilisi Marie Duplessis'a dayanmaktadır. KAMELYALI KADIN' ın SESLİ KİTABINI DİNLEMEK İSTERSENİZ AŞAĞIDAKİ VİDEOYA, AÇILMIYORSA YOU TOUTUBE'DEN DİREK DİNLEMEK İÇİN  BURAYA TIKLAYIN

  • Ayağı Karıncalı

    Federico Garcia Lorca * Yalnız bir kadın sanmıştım önce Oysa kocasını aldatan biri Irmağın orda buluştuk Gece Santiago gecesi Işıklar sönüp birer birer Yanmaya durunca ateşböcekleri, Son birikintisinde şehrin Dokundum uykulu memelerine Türkülü çiçeklerin dalları gibi Göğsü gözlerime açılıverdi Ve oniki hançerin bir kerede Yırttığı ipek gibi sinirli Hışırtısı kulaklarımda Kolalanmış eteklerinin. Işıksız tepeleri ağaçların Yollar boyunca kocaman kocaman Ve ufuk köpeklerin ufku Irmaktan ötelere havlıyordu. Ne varsa üstünden atlayıp geçtik Böğürtlenler, dikenler, karaçalılar. Saçındaki topuzun yere yatınca Yumuşak toprakta açtığı çukur, Ben boyunbağımı attığım zaman Çözüşü onun da düğmelerini Sıra silahlı kemerime gelince Sıyrılışı giysilerinden art arda, Sümbüllerin mi kurbağaların mı Olamaz hiçbirinin böyle bir teni, Ne de billurun ayışığında Sunabildiği var bu ışıltıyı Kalçaları altımda kaçışıyordu Hani ürkmüş balıklar gibi Bir yanı tutuşmuş ateş çemberi Bir yanı buza kesmiş, sepserin, O gece dörtnala gördüm kendimi Sedeften küçük bir taya binmişim Gördüm, ne dizgin ne de üzengi At koşturuşlarımın en güzelini. Neler anlattı sevişirken Ama söyleyemem erkeğim ben Hem böyle ağzı sıkı görünmemi Aydınlık akıl da istiyor zaten * Federico Garcia Lorca

  • UYKU

    Sabahattin ALİ * İki arkadaş Yıldızeli’nden Sivas’a gitmek için şosenin kenarında otomobil bekliyorduk. Akşam olmaya başlamıştı. Akıllının biri, gece yarısı gelen treni beklemektense sık sık geçen kamyonlardan birine atlamamızı tavsiye etmişti; ve biz bir buçuk saatten beri, yolun kaybolduğu taraflarda beliren her toz bulutuna ümitle bakarak bu “sık sık” tabirinden kaçar saatlik fasılaların kastedildiğini düşünmeye dalmıştık. Nihayet, ortalık adamakıllı karardıktan sonra iki projektör, toz bulutlarını aydınlatarak bulunduğumuz yere yaklaştı. Biz, yangından veya selden kaçan insanlar gibi, kollarımızı imdat işaretlerine benzeyen hareketlerle havaya kaldırıp bağrışarak yolun ortasına atıldık. Makine hemen önümüzde durdu. Kısa bir pazarlıktan sonra ellişer kuruşa şoförün yanına binmek hususunda mutabık kaldık. Harekete geçer geçmez, münevver adamlara yakışır bir tecessüs ve cahillikle ve birbirimizin sözünü keserek sıraladığımız suallerden çıkan neticeye göre, orta yaşlı bir yük beygiri kadar mazisi olan emektar kamyon, üç gün evvel Erbaa’dan kalkıp Turhal’a yük getirmiş ve orada Sıvas’a gelecek şeker hamulesi bularak yolunu buraya kadar uzatıvermiş. Başımı çevirip ensemin üst kısmında heybetle yatan çuvallara bakınca içlerinde beyaz kristalleri görür gibi oldum ve otomobilin sarsıntısından mıdır, nedir, içime tuhaf bir bulantı geldi. Şoföre: “Başka müşterin var mı?” diye sordum. Birkaç dakikalık bir sükuttan sonra başını hafifçe arkaya doğru atarak: “Üç kadın var… Çuvalların üstünde yatıyorlar!” dedi. Bu sırada başucumdaki çuvallardan şoför muavininin tamamlayıcı izahatı geldi: “Yolda rastladık… Ne mal oldukları belli değil… Parayı peşin verdikleri için aldık!” Kendisiyle aynı çuvalların üzerinde uzanan ve belki bacakları birbirine dokunan kadınların bu sözlerden alınabileceklerini asla düşünmeden konuşuyor, yılışık ve yorgun bir sesle onların kılık ve kıyafetleri, şekil ve suratları hakkında malumat veriyordu. Bu sırada otomobil birkaç hızlı sarsıntı geçirdi ve muavin gevezeliği bırakarak gürler gibi bir sesle: “Usta!” diye bağırdı. Gözlerimiz hemen şoföre döndü. Onun telaş ile yerinden kımıldadığını ve bir eliyle gözlerini ovuştururken ötekiyle sımsıkı direksiyonu kavradığını gördük. İki arkadaş bir şey anlamadan birbirimize baktık. Muavin yine izahat verdi. “Bir şey değil, merak etmeyin… İki gecedir uykusuz, bu akşam üçüncü gece olacak… Ara sıra kendinden geçiveriyor.” Sonra, bahsettiği kimsenin duyup duymadığına ehemmiyet vermeyen o pervasız edasıyla ilave etti: “Başımıza bir iş açmasın… Anafordan gümleriz vallahi! Pek dalarsa siz dürtükleyiverin.” Bu sefer yine birbirimize baktık, fakat bir şey anlamadan değil, lüzumundan fazla şeyler anlayarak… Otomobil birdenbire durdu. Fenerler birkaç metre ileride, yolun solundaki bir çeşmeyi aydınlatıyordu. Şoför yayvan, uyku sersemi bir sesle bağırdı: “Rahmi!” “Buyur usta!” “Koş, makineye su koy. Arkada bir hareket oldu. Bir teneke sesi geldi. Sonra deminden beri sesini işittiğimiz muavini ilk defa gördük. Hakikatte kendisini değil, yolculuğun ve mesleğinin ona verdiği maskeyi görmek mümkündü. Pudralı gibi beyaz kirpikleri ve saçları muhakkak ki daimi değildi ve ter, makine yağı, benzin ve tozdan ibaret bir çamurla sıvanan yüzü herhalde aslında büsbütün başka şekil ve renkte olacaktı. Tenekeyi çeşmeden doldurduktan sonra radyatöre boşalttı. Şoförün oturduğu yere yaklaşarak: “Oldu usta!” dedi. Açık ela gözlerinde yorgun, fakat hiçbir sebeple kaybolmayacakmış hissini veren keyifli bir ifade vardı. Bu aralık direksiyonun üzerine kapanarak bir müddet kestirdiği anlaşılan şoför yerinden sıçradı: “Ha? Oldu mu?.. Kapağı iyice kapadın mı?” dedi. Muavinin gözlerindeki neşeli ifade daha canlandı: “Hepsi tamam usta!” “Bir daha bak!” Şoför başını tekrar direksiyona koydu. Muavin radyatör kapağını bir daha yokladıktan sonra, insafsız bir gülümseme ile: “Tamam usta, tamam!” diye bağırdı. Şoför kurtuluş olmadığını anlayarak homurdandı ve başını kaldırdı. Kamyon, efendisinin homurtusunu biraz daha gürültülü bir şekilde tekrar ettikten sonra yola koyuldu. Gece ilerledikçe şoförün uyku ile mücadelesi artıyordu. Ben doğrudan doğruya bir şey söylemeyerek: “Bu yolda sık sık kaza olur mu?” yolunda kinayelere başvurdum. Şoför anlaşılmaz bir cevap verdi, fakat muavinin yılışık sesi tepemizden duyuldu: “Her zaman olmaz!..” O zamana kadar mevcudiyetlerini hiçbir vesile ile belli etmeyen kadınlardan biri, ince, çatlak bir ses ve temizliğini kaybetmeye başlamış bir Orta Anadolu şivesiyle sordu: “Geçen gün malmüdürünün karısı nerede öldüydü?” Muavin: “Geçtik galiba!” dedi. Şoför, uykusunun arasında tashih etti: “Daha gelmedik ulan…” Merakla sordum: “Ne oldu? Bir kadın mı öldü?” Bu suallerle şoförü alakalandırarak uykusunu açmak istiyordum. Kesik cümlelerle vakayı anlattı. Ara sıra muavin: “Hayır, öyle değil, şöyleydi!” diye düzeltmeye kalkıyor ve yolcu kadınların da iştirak ettiği bir münakaşa alevleniyordu. Şoför: “Karı zaten sinirlinin biriydi… Başına böyle bir iş geleceği belliydi!” dedi. Muavin atıldı: “Kocası da karıdan yangınmış… Şoförlere: Şunu bir hendeğe yuvarlayıp beni kurtaramadınız!” dermiş: Şoför omuzlarını silkti: “Onu bilmem… Bir kere alıp Sıvas’a götürdüm. O zaman tenezzüh kullanıyordum. Yolda kırk defa arabayı durdurdu. Yüz adım gideriz, bağırır: Şoför dur! Mantomu çıkaracağım. Şoför dur! Pudra çalacağım. Şoför dur! Çok sarsılıyorum, başım döndü; azıcık bekleyelim… Bir daha tövbe ettim arabama almaya…” “Canım, kaza nasıl olmuş?” diye söze karıştım. Muavin: “Kamyonla Sıvas’tan dönüyorlarmış” dedi, “Kocası da berabermiş. Kamyon bizim Köse’nin arabası… On bir yaşında… Bir gün evvel yolda sağ tekerleğin rondu fırlamış, telle bağlamışlar… Sıvas’ta tamir ettirmeden yolcu alıp geri dönmüşler…” “Belediye, arabaları muayene etmez mi?” dedim. Muavin cevap vermedi. Şoför yan gözle beni süzerek: “Belediye, maaş verecek parası kalmayınca, ceza yazmak için şoförlere yapışır… Başka zaman rahat bırakır!” Bir müddet sustuk. Şoför kendisini tekrar yakalamak isteyen uykudan silkinmeye çalıştı, fakat muvaffak olamadı ve muavin hikayesine devam etti: “Karının yine siniri tutmuş. Yolda makineyi birkaç kere durdurmuş. Galiba işte bir sakatlık olduğu bu sefer fıkaraya malum oluvermiş. Neyse, kocasıyla beraber şoförün yanında oturuyorlarmış. İşte böyle sizin gibi!” Arkadaşımın ve benim bu tatsız teşbihten tüylerimiz ürperdi. “Karı kapının yanındaymış. Makine ufak bir gürültü yapsa, aman şoför dur! diye bağırırmış. Bu sefer sahiden arkada bir çatırtı olmuş ve kadın kapıyı açtığı gibi kendini aşağı atmış…” “Tekerleklerin altına mı gitmiş?” diye bağırdım. “Hayır!” dedi, “daha beter… Arka tekerleğin rondu sahiden fırlamış. Araba yüklü olduğu için bu sefer lastik de patlamış. Karı makinenin yanında nereye kaçacağını bilmeyip dururken araba sağa kaymış, karıyı çamurluğuna takıp hendeğe atmış; kendi de üstüne devrilmiş…” Sonra, hazin olmak isteyen bir ifade ile devam etti: “Dakikasında gitmiş… Tutacak yeri kalmamış!” Bir müddet evvel sesi duyulan kadın tekrar söze karıştı: “Kocası üstüne ceketini örtmüş de durmadan ağlarmış. Köylüler diyiverdiler!” Muavin itiraz etti: “Yok canım… Ertesi günü herifi parkta gördüm. Kafayı çekmiş, gülüp duruyordu!..” Şoför, anlayışlı bir tavırla başını salladı: “Olsun… Hem ağlar, hem güler… Karı bu… Öldüğüne ağlarsın, yakanı kurtardığına sevinirsin!” Uzun zaman hiçbirimiz ağzımızı açmadık. Otomobil çalkalana çalkalana ilerliyordu. Bir aralık karşımızda uzanıp kaybolan yolun kırk elli adım ilerde kesilip karanlığa karıştığını fark ettim. Araba, o zamana kadar farkına varmadığımız bir süratle bu karanlığa doğru gidiyordu. Bir anda kendimizi bu karanlığın tam dibine gelmiş bulduk. “Aman!” diye bağırarak direksiyona sarıldım ve sola kırdım… Şoför: “Ha!” diyerek uykusundan uyandı ve fren yaptı. Sonra: “Viraja gelmişiz be!” diye homurdandı. Projektörler kısa otlarla örtülü bir tarlayı ve hemen önümüzdeki derince bir hendeği aydınlatıyordu. Beyaz tozlarıyla parlak ve kirli bir kordele gibi uzanan şose solumuza doğru kıvrılıp gidiyordu. Kendimi tutamayarak: “Kendine gel yahu!.. Arabayı devirecektin!” diye bağırdım. Şoför, kabahatini bildiği için hafif ve özür dileyen bir sesle: “Bir şey olmaz!” dedi. Muavin, o garip bir alay gizleyen sesiyle: “Devrilmezdik…” dedi. “Ön tekerlekler hendeğe beraber girerdi. Zınk der dururduk…” Sonra daha keyifli bir sesle ilave etti: “Yalnız araba sarsılıp arka tekerlekler havaya kalkınca şeker çuvalları ensenize inerdi!..” Başımı çevirip ters bakışlarla bu münasebetsize haddini bildirmek istedim, fakat karanlıktan ve üzeri damgalı birkaç çuvaldan başka bir şey görmedim. Bundan sonra uyku, şoför ve makine arasında müthiş bir mücadele başladı… Zavallı adam üçüncü uykusuz geceyi de yarılamak üzereydi ve direksiyondaki elleri titriyordu. Birkaç kere kendisini tutup uyandırmak icap etti. O zaman yalvaran gözlerle yüzümüze bakarak: “Müsaade edin, şurada durup on dakika uyuyayım… sonra gideriz!” dedi. Ben razı oldum. Arkadaşım daha tecrübeliydi: “Olmaz,” dedi. “Bir uyursa yarın öğleden evvel uyanmaz, zorla uyandırırsak büsbütün sersemler ve başımıza iş açar… Uyutmayız ve yolumuza gideriz!..” Makine birdenbire durdu ve şoförün sesi duyuldu: “Rahmi… makineye su koy!” Hakikaten kenarda sicim gibi akan bir çeşme vardı. Gecenin sessizliğine ince ve ürpertici bir şırıltı yayılıyordu. Şoförün başı direksiyona düşmüş ve hareketsiz kalmıştı. Aynı şey iki üç kilometrede bir tekrara başladı. Adamın uykusuz ve yarı kapalı gözleri yolun sağında veya solundaki en küçük bir çeşmeyi bile kaçırmıyordu. Makine zınk diye duruyor ve o sarhoş ses benzin kokusuna ve toz bulutlarına karışarak: “Rahmi…” diye gecenin duvarlarına çarpıyor, akisler yapıyordu. Şoför kendisini her uyandırışımızda o yalvaran bakışlarıyla; “Müsaade edin, beş dakika uyuyuvereyim!” cümlesini tekrar ediyordu. Bir aralık yine durduk. İki tarafıma dikkatle baktığım halde çeşme falan göremedim. Buna rağmen meçhul bir istikametten gayet hafif bir su şırıltısı geliyordu. “Rahmi… makineye su koy!” “Demin koyduk ya usta!” “Sus be… yol fena… motör kızıyor!” Yol birçok şoförlerin “çok güzel” dedikleri virajsız, yokuşsuz, sadece çakılları fırlamış bir şose idi ve uykusuz adam iki üç dakika kestirebilmek için bu basit yalana başvuracak kadar harap haldeydi. Rahmi tenekesiyle beraber inip yolun kenarında çeşme aramaya başladı. Ortada böyle bir şey yoktu. Nihayet sol taraftaki bayırdan ve kuru otların arasındaki çamurlu bir mecradan aşağıya, şosenin hendeğine süzülen zavallı bir su akıntısını keşfetti. Kocaman tekneyi buradan doldurmak imkansızdı, fakat maksadın radyatöre su koymak değil, birkaç dakika durmak olduğunu anlamışa benzeyen Rahmi, avuçlarını doldurup tenekeye boşalttı, makinenin etrafında bir takırdadı ve artık kendisini de sarmaya başlayan bir yorgunlukla, uyuşmuş bacaklarının üzerinde sallanarak o insafsız cümlesini haykırdı: “Tamam usta!..” Şoför bu sefer uyanacağa benzemiyordu. Kasketinin altından fırlayan, tozdan bembeyaz olmuş saçları direksiyonun üzerine serilmişti. Kafasına odun yemiş biri gibi, tamamıyla kendinden geçmiş bulunuyordu. Muavin tekrar etti: “Hadi usta, tamam!” Bunun da fayda etmediğini görünce ben işe karıştım, şoförü dürttüm: “Hadi bakalım… uyan… az kaldı!” Ne kadar kaldığını kendim de bilmiyor, sadece zavallıya biraz gayret vermek istiyordum. Şoförün başı kalktı: “Gidemeyeceğim beyim!” dedi ve tekrar önüne düştü. Arkadaşıma baktım. Yüzünde hiç insaf yoktu. Sert bir sesle: “Gidemeyeceğim olmaz… Kalk, yüzüne biraz su vur, açılırsın!” Şoför kımıldadı, yanındaki kapıyı açtı: Uykunun, her uzvuna nasıl ağır taşlar halinde çöktüğü bütün hareketlerinde görülüyordu. Ayakları mevcut olmayan taşlara takılarak hendeğin kenarına kadar sendeledi. Orada biraz durdu. Karşısındaki suya kadar gitmek kendisine herhalde pek mühim ve güç bir yolculuk gibi görünüyordu. Nihayet yavaşça olduğu yere çöktü eliyle bize doğru bir işaret yaparak: “Müsaade buyurun beyim… beş dakika uyuyayım!” dedi ve oraya, tozların içine boylu boyuna uzandı. Çaresizlik içinde arkadaşımla birbirimize bakıştık. Beş dakika, on dakika, yirmi dakika bekledik. Rahmi tenekesini yerine koyup çuvalların üstüne çıkmıştı. Ne onun, ne yolcu kadınların sesi duyulmuyordu. Sadece kuru otların ve çamurların arasından süzülüp hendeğe akan ve orada, kireçli topraklardan bozkırın kuru bağrına sızan suyun mırıltısı vardı. Ne kadar süreceğini bilemediğimiz bu bekleyişten bizi, karşı tepelerden birdenbire beliren iki projektörle bir motör gürültüsü kurtardı. Daldığı uykudan top seslerinin bile uyandıramayacağı sanılan şoför hemen yerinden fırladı, gözlerini ovuşturarak yerine geçip oturdu. Hayretle sordum: “Ne oldu?” “Makineyi kenara alayım, karşıdan araba geliyor!” “Nasıl farkına vardın?” “Dünya yıkılsa haberim olmaz ama, motörün sesini cenazem bile duyar!” Projektörleri görünen araba bizi müthiş bir toz bulutu içinde bırakarak yanımızdan geçip gitti. Yolumuza devam ediyorduk. Yuttuğumuz benzin buharı ile toz bizi de sersem etmişti. İki saat sürdüğü söylenen yolu, altı saatten beri bitiremiyorduk. Vakit gece yarısını geçmişti. Uyumaktan ve böylece şoförü başıboş bırakmaktan korkuyorduk. Oldukça dik bir yokuşu çıkıp bir müddet ilerledikten sonra şoförün dalmak üzere olduğu uykudan silkinip gözlerini ovuşturduğunu fark ettim. İleri doğru bakıyordu, ben de gözlerimi kısarak baktım, tozlu camdan başka bir şey göremedim. Araba tekrar durmuştu. Eskisinden daha harap, ancak duyulabilir bir sesle şoför: “Rahmi!” dedi. Arkadaşım elini sırtımdan uzatarak şoförü dürttü: “Bırak… bu çeşmenin suyu yoktur, boşuna oğlanı indirme…” Sonra bana döndü: “Haydi, Sıvas göründü. Başımıza bir iş gelmeden inip yayan gidelim!” Kapıyı açtı, aşağıya atladık. Projektörün ışığında cebimden bir lira çıkardım. Bu sırada tekrar önüne kapanmış bulunan şoföre: “Al paranı!” dedim. Ses yoktu. Dürttüm: “Alsana yahu… Parayı vermeden giderim ha!” Başını zahmetle kaldıran şoförün üzerinde bu tehdit hiç bir tesir göstermişe benzemiyordu. Yüzlerce kiloluk bir ağırlık taşıyormuş gibi aşağıya çekilen elini uzatarak: “Siz sağ olun beyim!” dedi. Başını tekrar direksiyona yerleştirirken avucundaki yeşil banknotun ayaklarının ucuna düştüğünü gördüm. Yavaşça kapıyı kapadım. Kamyonun arka tarafına dolanarak şeker çuvallarının üzerindeki karanlığa baktım. Birisini uyandırmaktan korkuyormuş gibi hafif bir sesle: “Rahmi!” dedim. Cevap veren olmadı. Ortalıkta en ufak bir hareket ve ses yoktu. Otomobil, taşıdığı canlı mahluklar, şeker dolu çuvallar ve her tarafına yapışan tozlarla birlikte derin bir uykuya dalmıştı. Yalnız soğumakta olan motörden, yapraklar üzerinde dolaşan böceklerin ayak sesine benzeyen çıtırtılar yayılıyordu. Projektörlerin ışığı, yolun üzerine dağılmış gibi duran taş parçalarına boylarının iki üç misli gölgeler veriyor ve kesik kesik nefes alıyormuş gibi titriyordu. Arkadaşımla kol kola girerek uzaktan tek tük pırıltıları görünen şehrin yolunu tutunca bu ışık sırtımıza yapıştı, gölgemizi uçsuz bucaksız karanlıklara kadar uzattı ve biz ensemizde hissettiğimiz bu yapışkan elden kurtulmak için adımlarımızı hızlandırdık. 1939 Sabahattin Ali

  • BERNARD SHAW: “En Mutlu Rüyadan Daha Mutludur Uyanmak”

    BERNARD SHAW: "TECRÜBELERİMİZLE BİLİYORUZ Kİ; KİMSE TECRÜBELERDEN DERS ALMIYOR." KISACA: George Bernard Shaw   (d. 26 Temmuz 1856, Dublin, İrlanda - ö. 2 Kasım 1950, Hertfordshire, İngiltere), İrlandalı yazardır. Oyun yazarı olarak ünlenen yazar, altmıştan fazla oyuna imza atmıştır. Hem 1925'te Nobel Edebiyat Ödülü'nü hem de 1938'de Pygmalion ile Oscar'ı alarak, bu iki ödülü de alabilen ilk insan olmuştur. Sosyalizm ve kadın haklarının koyu bir savunucusu olacaktır. Shaw, vejetaryen olmasının yanında ayrıca içki ve sigaradan da hayatı boyunca kaçınır. Ayrıca resmi eğitime de karşı çıkışıyla da tanınır. Shaw, 94 yaşına geldiği 1950'de, ağaç budarken merdivenden düştükten sonra oluşan yaralarının iyileşmemesi sonucunda olaydan birkaç gün sonra ölmüştür. 94 yıllık ömrü boyunca Shaw’un bir an bile ara vermediği başlıca uğraşı, düşünmek ve düşündüklerini dile getirmek oldu. Tiyatro oyunlarından romanlarına, siyasal ve sosyal yapıtlarından müzik, resim ve eleştirilerine, mektuplarına dek tüm yazdıklarında ya da konuşma ve demeçlerinde çağının her sorununu korkusuzca elle aldı, yeniden sorguladı. Sosyalizm ve kadın haklarının koyu bir savunucusu olan Bernard, resmi eğitime de karşı çıktı. Geri çevirmiş olsa da 1925’te Nobel Edebiyat Ödülü’ne 1938’de Pygmalion için Oscar’a laik görülen ilk ve tek insan oldu. “Dünyada barışı sağlamak isterseniz; politikacıları öldürün yeter, halklar anlaşır.” İrlanda’nın Dublin kentinde, yoksul düşmüş bir ailenin oğlu olarak doğan George Bernard Shaw, yazdığı komediler, denemeler ve eleştirilerle çağdaş edebiyat ve siyasete büyük katkılarda bulunmuştur. Çocukluğunda ailesinin yakın çevresinde bulunan müzik öğretmeni, ona müzik sevgisini aşılayarak daha sonra başarılı bir müzik eleştirmeni olmasını sağladı. 16 yaşında okulu yarım bırakarak bir emlak komisyoncusunun yanında çalışmaya başlayan Shaw, yaşamını yazar olarak kazanmak için 1876’da annesiyle birlikte Dublin’den Londra’ya gitti. Burada, yarım kalan eğitimini British Museum’un kütüphanesinden yararlanarak kendi çabasıyla tamamlamaya çalıştı. Bu dönemde yazdığı romanlar başarısız oldu. 1880lerde siyasetle ilgilenmeye başlayan Shaw, yönetim değişimin ve reformun gerekliliğine inanarak sosyalist oldu. Bu düşüncelerin geniş kitlelere ulaşmasını ve daha iyi anlaşılmasını sağlamaya çalışan Fabian Derneğine katıldı. * *1880lerin başında İngiltere’de kurulan Fabian Derneği günümüzde de etkinliğini sürdürmektedir. Demokratik bir sosyalizmi amaçlayan dernek, bu hedefe ulaşmada eğitimin önemine inanır. Konferanslar, tartışmalar ve toplantılarla görüşlerini yaymaya çalışır. “Bilinçsiz işgüdülerin ortaya çıkardığı şeyleri mantıklı tasarımlara bağlayarak dahileri tanrılaştırıyoruz, tıpkı evrenin yaratıcı gücünü tanrılaştırdığımız gibi. Wagner’in “gerçek sanat” dediği şey, her içgüdü kadar bilinçsiz olan sanatçı içgüdüsüydü. Mozart, yapıtlarını açıklaması istendiğinde, “Nasıl bilebilirim?” demişti, açık yüreklilikle… . (…) "Sanatçıların ve düşünürlerin bir süre iş deneyimi geçirmeleri hiç sakıncalı olmadığı gibi, yararlıdır da; bir düş dünyasında yaşadıklarından gerçek dünyayı hiç bilmeyen bu kişiler öylece kurtulur, beceriksiz birer baş belası olmaktan…” Shaw’un ilgi alanı yalnızca siyasetle sınırlı değildi. Güzel sanatları, müziği, tiyatroyu seviyordu. 1885ten sonra birçok gazete ile dergiye kitap, resim, müzik ve tiyatro eleştirileri yazmaya başladı. Çeşitli konularda çok net ve açık düşünceler üretebilme yeteneği olan Shaw, başka insanların da olayları aynı biçimde gösterebilmesini sağlamaya çalıştı. Bunu yapabilmenin en iyi yolunun oyun yazarlığı olduğu düşüncesiyle komediler yazmaya başladı. İlk oyun 1982’de sahnelendi. Toplumsal içerikli ve insanların gerçekleri açıkça görebilmesini sağlayacak oyunlar yazan Shaw, bunları ağır bir dille değil, eğlenceli komediler biçiminde sundu. Shaw, oyunlarında bir öykü anlatmanın yanı sıra, kendi görüşlerini de kanıtlamayı amaçladı. Bu görüşler insanların inançlarını altüst ediyor, rahatsız ve tedirgin olmalarına yol açıyordu. Bu yüzden kısa sürede birçok eleştiriye hedef oldu, ama çarpıcı bir dille ve akıllıca yazılmış bu oyunlar izleyicilere beğenilmekte gecikmedi. Bir çoğu İngiltere’nin yanı sıra Avrupa ve Amerika sahnelerinde de büyük başarılar elde etti. Türkçe’ye de çevrilen önemli yapıtları arasında, Silahlar ve Kahraman, Kandida, Hiç Belli Olmaz, Caesar’la Kleopatra; İnsan, Üstün İnsan ve Bir Kadın Yarattım sayılabilir. Shaw’un, daha sonra özgün adıyla da Türkçe’ye çevrilen Bir Kadın Yarattım adlı komedisi 1938’de sinemaya uyarlandı ve Shaw bu filmle senaryo dalında Oscar kazandı. Oyun 1964’te My Fain Lady adıyla müzikal olarak yeniden filme çekildi. Ülkemizde de Benim Tatlı Meleğim adıyla gösterildi. 1. Dünya Savaşında savaş karşıtı görüşleri yüzünden eleştirilere hedef olan Shaw, bu dönemde İngiltere ile yandaşlarının da Almanlar kadar suçlu olduklarını, barış konusunda hızla çalışmalara başlamak gerektiğini savundu. Savaşın ardından daha iyi bir dünya kurabilmek için eski düşünce ve yöntemlerin değiştirilmesi gerektiği düşüncesi toplum içinde de ağırlık kazanmaya başladı. Böylece, Shaw’un insanları düşünmeye yönelten oyunları güncellik kazandı. Başyapıtlarından biri olan Jan Dark ilk kez 1924’te sahnelendi. Zamanın en iyi oyunu olarak kabul edilen bu yapıtta Shaw, kendine özgü anlatımıyla Jan Dark’ın kahramanca yaşamı ve ölümünü öyküleştirmiştir. Oyunun kazandığı başarı üzerine, 1925’te Nobel Edebiyat Ödülü Shaw’a verildi, ama o bu ödülü geri çevirdi. George Bernard Shaw'dan Sözler “Eğer yürüdüğünüz yolda güçlük ve engel yoksa bilin ki, o yol sizi bir yere ulaştırmaz.” G. Bernard Shaw “Her budala flüt ya da başka bir şey çalabilir, yeterince çalışırsa… Ama heykeltıraşlık yaratıcı bir sanattır, bir boruya üfleme işine hiç benzemez. Heykeltıraşın içinde bir tür tanrısallık vardır. Onun ellerinden ruhu yansıtan bir biçim çıkar ortaya. O ne sizi, hatta ne de kendisini sevindirmek için değil, yapmak zorunluluğunu duyduğu için yapar işini. Onun verdiğini ya almak ya da ona uygun değilseniz, bırakmak zorundasınız.” “Don Kişot, Brand ve Peer Gynt, üçü de ideallerini bir işe koyularak gerçekleştirmek isteyen girişimci kişiler… Onların düşlerden kurulu şatoları, tuğla ve çimentoyla yapılmış olanlardan daha güzeldir elbet; ama kimse yaşayamaz içinde o şatoların.” “Sözcüklerin erişemeyeceği derinliklerdeki şiire müzikle ulaşılabileceği ve en kaba keyiflerden en yüce duygulara kadar ruhun her türlü değişimlerinden, dans ezgilerine gerek duyulmadan senfoniler oluşturulabileceği, Beethoven’in yapıtlarından sonra anlaşılabilmiştir.” “Anatole France’la ilk karşılaşmamda bana kim olduğumu sormuştu. Ben de şöyle demiştim, kendim için: ‘Sizin gibi bir dehayım.’ Sözlerim, onun Fransız geleneğine göre, öylesine küstahlıktı ki, ürktü ve hemen karşılık verdi: ‘Bir fahişenin de kendine zevk tüccarı deme hakkı vardır, elbet…’ “ “Onca düşünce ve emeğin kaçınılmaz baskısı, inançların en enderini kazandırır büyük sanatçılara: Kendi gerçek kişiliğine inancı…” Tarihten hiçbir şey öğrenilemeyeceğini, tarihten öğreniriz. Hukukumuzu yargıçlara, dinimizi rahiplere bırakırsanız, kısa sürede hem hukuksuz, hem de dinsiz kalırsınız. Hatalarla dolu bir hayat, bomboş geçirilmiş bir hayattan çok daha faydalı ve onurludur. ”Hareket halindeki cehaletten daha korkunç bir şey yoktur.” ”İstediğinizi elde edemezseniz, elde ettiğinizi istemek zorunda kalırsınız. ” George Bernard Shaw (İnsan ve Üstün İnsan) ”Sağduyulu kişi, kendini dünyaya uydurur; sağduyusuz kişi, dünyayı kendine uydurmaya çalışır. Tüm ilerlemeler o nedenle sağduyusuz kişilere dayanır. ” ”Sözünüz senediniz kadar sağlam olamaz; çünkü,belleğiniz hiçbir zaman onurunuz kadar güvenilir olamaz…” ”Yaşlanmadan akıllanmayı çok isterdim… ” ”Kızın iyi bir evlilik yaparsa,bir oğul kazanırsın, yoksa kızını kaybedersin.” ”Bir insanın zekası, bilgisine göre değil, bilgi edinme kabiliyetine göre ölçülür. ” ”Akıllı adam, aklını kullanır. Daha akıllı adam, başkalarının aklını da kullanır. ” Mutluluk istemiyorum artık, yaşamak mutluluktan da asildir. ”İnsan hayatında iki feci olay vardır: Biri insanın çok istediği şeyi elde edememesi, diğeri de etmesidir.” ”Yemek aşkından daha derin bir aşk yoktur.” “Sonsuza dek yaşamaya çalışmayın: başarılı olmazsınız”. “Hayat kendini bulmakla alakalı değildir. Hayat kendini yaratmakla ilgilidir.” ” Yaşam tüm insanları eşit tutar, ölüm seçkin olanı ortaya çıkarır.” ”İnsanlar başlarına gelenler için hep içinde bulundukları durumu suçlarlar.Ben durumlara inanmam. Bu dünyada başarılı olan insanlar istedikleri durumları arayan ve bulamadıkları zaman onları yaratanlardır.” ”Başarısızlık ,başarının anahtarıdır” ”Yapan yapar, yapamayan eleştirmen olur.” Her parasız kadın, koca peşinde koşan bir maceraperesttir. Yalancının cezası kimsenin kendisine inanmayışı değil, asıl kendisinin kimseye inanmayışıdır. ”İnsanın kendini berbat hissetmesi, mutlu olup olmadığına önem verecek kadar boş zamanı olmasından ileri gelir. ” ”Benim en iyi dostum terzimdir. Çünkü ne zaman beni görse,derhal o andaki ölçülerimi alır. Oysa bütün öteki tanıdıklarım, benim hala eskisi gibi olduğumu düşünürler.” George Bernard Shaw ”Bir erkek ve ya kadının ne şekilde yetiştiğini bir kavgadaki hareketlerinden anlayabilirsiniz.–Mysterieux 19:49, 27 Temmuz 2009 (UTC) “Siz var olan şeyleri görür ve şöyle dersiniz: Neden? Ama ben olmayan şeyleri hayal ederim ve derim ki: Neden olmasın?” G. Bernard Shaw “Para açlığı giderir; mutsuzluğu değil, yemek mideyi doyurur; ruhu değil.” G. Bernard Shaw “Bir adam bir kaplanı öldürürse bunun adı spordur, bir kaplan bir adamı öldürürse bunun adı vahşettir.” G. Bernard Shaw “Bir resim sergisi bir köre göre can sıkıcı bir yerdir.” G. Bernard Shaw

  • İlkbasımı Reddedilen Ünlüler

    Dünya edebiyatında, bugün birer başyapıt sayılan çok sayıda eser yayınevleri tarafından reddedildi. 2007 yılında David Lassman adında bir İngiliz, yazdığı kitapların yayınevlerinden sürekli geri çevrilmesinin kabahatini kendi yazdıklarında değil yayınevlerinin sallapatiliğinde arar ve tuhaf bir oyunla bunu ispatlamaya girişir. Sadece İngiliz edebiyatının değil, dünya edebiyatının temel taşlarından sayılan Jane Austen‘ın üç büyük romanını ufak tefek değişikliklerle kopyalayan Lassman, kitapların altlarına kendi imzasını atar ve değerlendirilmeleri için onları 18 büyük yayınevine gönderir. Yazarı intihalle suçlayan bir tanesi hariç, diğer 17 yayınevi romanları yayımlamayı reddeder. K. Rowling’in temsilcisi, adı “İlk İzlenimler” olarak değiştirilmiş Aşk ve Gurur’un,“Herhangi bir yayınevine sunulabilecek yeterlilikte bir eser olmadığı” kanaatine varmıştır. Aşk ve Gurur’un yayın haklarını elinde tutan Penguin yayıneviyse Lassman’ın gönderdiği ilk bölümlerin “okunması ilginç ve orijinal” olduğunu kabul etmekle birlikte, romanın geri kalan kısımlarını okumak için pek heves göstermez. Bloomsbury, Random House, Harper Collins gibi yayınevleri ise gerekçe dahi belirtmeden eseri geri çevirmekle yetinirler. Don Kişot bugün basılır mıydı? Amerikalı bir editörün, Don Kişot üzerine yazdığı bir incelemede romanı “editörlerin problemli bulacağı cinsten” ve “bugün yayımlanması şüpheli” olarak nitelendirmesinin ardından bir gazete, Türkiye’deki büyük yayınevlerine “Bugün size gelse Don Kişot’u basar mıydınız?” sorusunu yöneltmiş ve bazılarından dürüst bir “Hayır” yanıtı almayı başarmıştı. Umberto Eco 1992 yılında kaleme aldığı Yanlış Okumalar‘da, en büyük metinlerin bile nasıl reddedilebileceğini kurgusal bir editörün ağzından yazar. Editör, Proust’un Kayıp Zamanın İzinde romanının ancak sıkı bir düzeltmeden sonra karton kapaklı ciltlere bölünerek basılabileceğini söyledikten sonra kestirip atar: “ Eğer yazar buna razı olmazsa, o zaman unutun gitsin. Bu haliyle kitap çok, çok -ne demeli?- çok tıknefes” . basmaktan vazgeçer. Herkes reddedilir, hem de kaç kere… Kimi büyük yazarların eserlerini bastırabilmek için giriştikleri yorucu ve sinir bozucu çaba, “hayatta başarı” kitaplarının temel düsturunu doğrular niteliktedir: Reddedilmekten korkmayın, inatçı olun, amacınızın peşinden yılmadan koşun. Bakınız sonradan Nobel alacak ünlü George Bernard Shaw, ünlü olmadan önce yazdığı beş romanla tam tamına 60 yayınevinden ret cevabı almasına rağmen pes etmez. William Golding‘in bugün bir klasik kabul edilen romanı Sineklerin Tanrısı, 20’den fazla yayınevinin burun bükmesine maruz kalır. John Fowles, Koleksiyoncu’yla türlü yayınevleri tarafından itilip kakılır. Bahsettiklerimiz, inatla gelen, ibret verici birer başarı öyküsüdür. John Kennedy Toole gibi hassas bir ruh ise başyapıtı olarak gördüğü Alıklar Birliği‘nin ardı ardına geri çevrilmesine tahammül edemez ve 32 yaşında hayatına son verir. Romanı, ölümünden 12 yıl sonra Pulitzer Ödülü’yle taçlandırılacaktır. S. Eliot, Orwell’ı nasıl reddetti? Başlangıçta hor görülüp sonradan klasik mertebesine yükselen eserler, sahiplerine birer taç; onları reddetme gafletine düşmüş editörlere ise birer maskara külahı giydiriverir. 1944 yılında George Orwell, ünlü eseri Hayvan Çiftliği’yle, Faber&Faber’ın başında olan T. S. Eliot’ın kapısını çalar. Yanıt, Eliot’ın karısının kaleminden gelecektir: “Benim bu yapıtla ilgili genel tatminsizliğimin temeli, en yalın haliyle, yapıtın olumsuz havası. Yazarın istediklerine, karşı çıktığı şeylerin bazılarına sempati duyuyorum ama kitaba hâkim olan ve genelinde Troçkist diyebileceğim bakış ikna edici değil. ” Alfred Humboldt adlı bir yayınevi sahibi, kendisine Proust’un Kayıp Zamanın İzinde adlı dosyasını gönderen arkadaşına dehşetle, “ Sevgili dostum, muhtemelen kafam durdu, ama Tanrı aşkına, bir insanın uykuya dalmadan önce yatakta oradan oraya dönmesini anlatmak için otuz sayfaya ihtiyaç duymasını bir türlü anlayamıyorum” diye yazar. Bu sıkıntı Humboldt’a has kalmaz. Kendisi de büyük bir yazar olan André Gide, Gallimard Yayınevi’nin başındayken önüne gelen Kayıp Zamanın İzinde’yi paketini bile açmadan geri gönderir ve Proust kitabını nihayet kendi imkanlarıyla bastırıp da beklenmedik bir başarı kazanınca utançtan kendini paralar. Joseph Conrad ve D. H. Lawrence’ı edebiyat tarihine kazandırmış olmakla onurlanan Edward Garnett ise James Joyce’un Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi’ni yayımlamayı reddederek falso yapar. 14 yaşındaki Victor Hugo… Bu olgunluk dönemi sayılabilecek romanların geri çevrilmesini gördükten sonra Victor Hugo’nunkine üzülmek elden gelmez. Hugo daha 14 yaşındayken Paris’te bir editörün karşısına dikilir ve şiirlerini bastırmak istediğini söyleyip net bir “hayır” yanıtı alır. Hugo kendine değil editöre acımıştır: “Hata ettiniz. Bu ilk şiirlerimi basacak olsaydınız, sonraki bütün eserlerimin yayın hakkını size verecektim.” Balzac’ın ilk romanı ise değil basılmak, yayınevi kapısına gidecek kadar bile talihli değildir. Kitabın reddedilme şerefi bizzat Balzac ailesine nasip olur. Tarihi tragedya tadındaki bu ilk eser, yazılma sürecini finanse eden aileye sunulur ve ana-baba sevgisi bile romana duyulan tiksintinin önüne geçemez. Balzac bile eleştirilere hak verir ve romanı bir daha hiç çıkmamak üzere bir çekmeceye kilitleyip yıllar sürecek fabrikasyon romanlarına başlar. Sönmüş Hayaller adlı romanında kendisi gibi edebiyat dünyasını sarsmak üzere yola çıkan hırslı bir genç yazarın eserini bastırabilmek için girdiği dolambaçlı yolları ve bu yolların çıktığı ahlaki çürümeyi ayrıntılarıyla işleyecektir. Nabokov ve Dreiser ise eserlerindeki ahlak zafiyeti yüzünden reddedilirler. Swinburne’ün müstehcen şiirlerine bulduğu yayıncı önce tongaya düşüp eseri basar sonra da alelacele toplatır. Bulgakov’un Usta ile Margarita’sı ve Imre Kertesz’nin Kadersizlik’i devlet tarafından bloke edilir. Henry David Thoreau, yirmi cilt tutan eserlerinin sadece iki cildini dünya gözüyle basılmış görecek; yayınevi toplam 219 adet satabildiği kitabın elde patlayan 706’sının parasını yazardan talep edecektir. Yayımlarız ama bir şartla… Küçük Kadınlar’da Jo, ilk romanını büyük hayallerle yayınevine gönderir. Editör kitabı basmayı kabul eder ancak bir şartı vardır; işaretlediği yerler çıkartılacaktır. Jo kendini “bebeğin beşiğe sığabilmesi için bacaklarının kesilmesinin gerektiği söylenen bir anne gibi” hisseder. Kerime Nadir’in Ruh Gurbetinde’sinde Neslihan da aynı istekle yüz yüze gelir. Üstüne üstlük ondan bir de romanının adını değiştirmesi talep edilir. Malcolm Lowry’nin başına gelenler düşünülürse bu iki hayali yazar çok şanslıdır. Lowry, on yıldan fazla zamanını Yanardağın Altında adlı romanını yayınevlerinin istediği şekle sokmaya çalışarak geçirir ve sonunda isyan bayrağını çeker. Yazara eserini değiştirmesi yönünde tavsiyede bulunan ya da emir veren editörler bazen de minnetle anılırlar. Patricia Highsmith, Trendeki Yabancılar romanını değiştirmesini tavsiye eden editörüne boyun eğer ve ortaya çıkan sonuçtan kendisi de memnun olur. Çehov ise küçük hikayelerini yayımladığı derginin editörünün diretmesiyle daha da kısa yazmak zorunda kalır. Bu zorunlu minimalizm, sonraları üslubunun başat özelliği olacaktır. Thomas Hardy, İngiliz yüksek sosyetesinin snopluğunu saldırgan bir şekilde işlediği ilk romanıyla kapısını çaldığında eleştirmen George Meredith, bu roman piyasaya çıkarsa bir daha hiçbir kitabının yayımlanmayacağı uyarısında bulunur genç yazara. Hardy, sonradan kaybolup maalesef hiç gün yüzüne çıkmayan romanını geri çekmeyi uygun bulur. Meredith bu öğüdüyle dünya edebiyatına bir yazar kazandırırken bir roman kaybettirir. Rüzgar Gibi Geçti satar mı? Günümüzde klasik kabul edilen çoğu romanın kendi çağlarında epey avangart çalışmalar olduğu düşünülürse, kitleler tarafından okunmayacakları kaygısıyla reddedilmeleri doğal karşılanabilir. Asıl ilginç olan, vasat ve kitlesel bir okuma zevkine hitap eden çok-satar kitapların da yayınevi kapısından dönmeleridir. Yayımlandığı zamandan beri çok-satar kimliğini hiç kaybetmemiş Rüzgar Gibi Geçti‘nin, “Kimse İç Savaşı anlatan bir romanı okumaz” gerekçesiyle reddedilmesi editörün basiretsizliğinden başka bir şey değildir. Ya da Richard Bach‘ın kolay yoldan hayatın anlamı romanı Martı‘nın 18, Adam Fawler‘ın Olasılıksız’ının 50, Tavuk Suyuna Çorba kitabının tam tamına 140 yayınevi tarafından “satılması çok zor” diye çevrilmesi akıl havsala alacak şeyler değildir. Bunlara Paul Auster‘ın 17 yerden geri dönmesini ekleyelim ve Yüzüklerin Efendisi‘nin “Satmaz“, Harry Potter‘ın “Fazla kalın ve pahalı” bulunmasını da unutmayalım. Gülten Dayıoğlu‘nun, Türkiye’nin ilk çocuk best-seller’ı olan romanı Fadiş, bir yarışmada ilk on roman arasında seçilmesine rağmen yıllarca raflarda bekler. Ayşe Kulin 25 yıl romanlarını basacak bir yayınevi arar. Buket Uzuner ilk romanının hemen hemen tüm yayınevleri tarafından reddedildiğini anlatır. Dövüş Kulübü’nün yazarı Chuck Palahniuk, ilk kitabını basacak yayınevi bulmak için uzun ve acılı bir çaba gösterir. Sonradan ünlü bir yazar olduğunda da bu karanlık dönemi unutmayacak ve “Reddedilmek İçin Yazmak” adlı bir grup kuracaktır. Alternatif çözümler! Kitapları tabiri caizse peynir ekmek gibi satan Agatha Christie, Çölde Kar adlı polisiye olmayan romanı şöyle üstünkörü reddedilince hemen kaldırıp köşeye koyacak kadar iddiasızdır. Yıllar sonra yazdığı ve meşhur dedektifi Hercule Poirot’nun da ilk defa görücüye çıktığı ilk polisiyesinin geri dönmesini bile doğal karşılasa da başka bir yayınevinde şansını denemekten geri duramaz (iyi ki): “ Müsveddenin üzerinde hiçbir oynama yapılmadan doğruca geri gönderilmişti. Buna şaşırmadım -başarıya ulaşmayı beklemiyordum- fakat müsveddeyi başka bir yayıncıya gönderdim.” Kabul edildi- edilmedi, basıldı- basılmadı stresine dayanamayan yazar adayları için alternatif çözümler de mevcut. Örneğin William Blake gibi şiirlerini kağıda bastırmayıp kendi elleriyle bakır levhaya çizip, resim ve gravür olarak çoğaltmak mümkün. Ya da Horace Walpole gibi yayınevi kurup hem kendi kitaplarınızı hem de sevdiğiniz yazarları hiçbir baskı altında olmadan basabilirsiniz. Bu lüksten faydalanan Virginia Woolf, romanlarının, kocasıyla beraber kurduğu yayınevinde basılacağından duyduğu emniyetle istediği gibi yazabilmenin ona nasıl bir özgürlük bahşettiğini yazılarında sık sık vurgulamaktadır. Yazma bağımlıları Ne yazık ki, yazdıklarını ille de yayımlama inadı, ancak sonunda başarılı olduğunuzda takdir görecek bir meziyettir. Nihayet olayın bir de yayıncı cephesi vardır ve neredeyse her editörün en az bir tane; yazdıklarında en ufak bir pırıltı olmamasına karşın benliği yazmak ve yayımlamak azmiyle dolup taşan yazar adayından çektikleri temalı bir anısı vardır. Yazdıkları başlarda sıkça geri çevrilen Çehov dahi, bir yazar adayının sıkıcının da fevkinde eseriyle bunaltılan yazar hikâyesi kaleme almadan duramamıştır. Jean- Marie Laclavetine’in Adsız Yazarlar Kulübü adlı romanı, hikâyeyi bir de yayınevi cephesinden anlatır. Ünlü bir yayınevi sahibi, eserini reddettiği bir yazar adayının canına kıydığını duyunca şok geçirir. Hata kendisinde değildir; eser cidden basılacak nitelikten uzaktır. Nihayet, kötü yazdıkları habire izah edildiği halde yine de yeni kitaplar yazıp getirmeden duramayan bu insanların olsa olsa birer bağımlı olduklarına kanaat getirir. Onlar da tıpkı alkolikler gibi tedaviye muhtaçtır. Buraya alınan ya da alınmayan türlü örneğin gösterdiği üzere kimin gelecekte anlaşılacak bir yazar kimin salt bir “yazma bağımlısı” olduğunu kesin olarak tespit etmek mümkün değildir. Son tahlilde kararı tarih verir. Yazar adayına düşen, yılmadan yazmaya devam etmekten ibarettir. *** Kaynak: kitapzamani Mayıs 2012 *  cafrande.org -08/07/2016

  • Yaylada Sabah

    Fotoğraf: Yusuf Erbay, yayla Yusuf ERBAY * Kuşlar uyurken gelmelisin Çayırları parlak görmelisin Dizlerine kadar deniz Kaşlarına kadar çise Yağmurdan çatılar örmelisin…   Tesadüfen bahçeye girmelisin Oturup kına taşımızda Sisten hayaller sermelisin Heybende mavi çiçekler Gelinlik çağında kalmalısın…     (Seher yıldızına danışıp Zamanı geriye almalısın)

  • Kara Şapkalı Haydut

    -Tiyatro, sinema,TV oyuncusu Yılmaz GRUDA'nın aynı zamanda çevirmen, oyun yazarı ve Atilla İLHAN'la "mavi" akımının kurucularından olacak kadar iyi bir şair olduğunu biliyor muydunuz?- YILMAZ GRUDA * "türkü' Benim hiçbir zaman şapkam olmadı ne beyaz ne kara sevmediğimden deyip geçiyorum. Geçsem iyi-kara şapkalar çalıyorum düşlerimde Kaç çocuksu yakalıyorum kara şapkalar altında beni Sonra nasıl yoruluyorum,anlatamam Sevmediğimden deyip uyanıyorum Bakıyorum benim saçlarım hiçbir zaman olmamış ne beyaz, ne kara sevmediğimden deyip ıslık çalıyorum. Sen hep orada acı ışıkta dursan,kendiliğinden güzeldi Birden kim dedi yüreğime yürü Birden niçin benim hiçbir zaman şapkam olmadı Ya beyaz, ya kara. sen hep bir denize karşı oturuyordun Sen yine aynı denize karşı mı oturuyorsun Bben sustuğuma karşı oturuyorum Seni bana bağırıp,benim diyorum Benim hiçbir zaman şapkam olmadı Ne beyaz, ne kara. 'ağıt' Hep bir yerlere gidecekmiş gibi yaşadı: Düzendışı,okunaksız,tedirgin. Bir gün baktı ki bu dünya göze-göz dişe diş; Bir gün baktı ki bu dünya yaşanmayacak kadar güzel. Silip ak kagıtlara yazılmış sabahlarını, akşamlarını, Bir büyük deniz düşünerek sustu. Artık sana şiir yok.Artık hiç kimselere yok. Şimdi bir nehirde gidiyor kara şapkası -dönüş' Deniz bağırıyorum bir nehir odasında ve ben neden buradayım Sular,sebepler dokuyorum:büyüsem büyüsem insanı Sonunda şapkasızlığım oluyor hepsi Şapkasızlığım oluyor sebeplerden hiçbiri Sadece ben üşüyorum herkesleri Herkesler bir üşüse bilirmisin n'olucak kendini Sebeplerin hiçbiri Büyük harflerle yazılmış bir avuntu şimdiler Varmakla olmanın arası küt ve güneşleniyor Bir eski bahar donanıyorlar gelmedikleri teoreme Donanıp gecenin sonuna kadar soluyorlar -menekşelerini suya koymamışım onlarda soluyor- Ama niye eski donanıp bahar soluyorlar bilsenize Ben biliyorum da ne,olmakla varanın arası Ben gittim de daha mı iyi,hanisiniz Sen nasılsın göremiyorum,bir türlü sen değildin o Önümde yosunlar ve yosunlar Eğer hala varsan eğer haydutsam sana kara şapkalı No'lur emanetçiden kitaplarımı al Git suya koy menekşeleri Ocakta gaz olacak çayı hazırla Kara esvabımı sandıktan çıkar şapkasız da giyerim Saçlarını omuzlarına bırak: öyle daha Kapıyı açtın mı bir denizle ordayım Bir denizle: ne beyaz ne kara ' öykü' Döndüm insanı yağmurda unutmuşlar çürüyor bir nedeni olacaksa ben bulamadım. Emanetçiyi de bulamadım ykılıp gitmiş olanların en güzel olanı bu kitaplarım hiç olmayacak artık. Odamı güneş kuşanıp,taramış rüzgar duvardaki resmin ve ne kadar mümkünse o kadar solmuş menekşelerin kara esvabımı toz bürümüş: sana bir şeyler olmuş anlıyorum değil mi ki benim hiçbir zaman şapkam olmadı demişim hiç solmayacak menekşeler düşündüm sana. Tuhaf gelir mi bilmem penceremde nar çicekleri bakıyorum her sabah. Nedense ne zaman bakıyor olsam:hep sabah Sanki ben hiç gitmedim,sen hiç gitmedin sanki -gitmedin mi,bu kıyamet neden- çok çektin biliyorum bağışla Ben bir türlü buradan olamadım. ne var ki kendim için kovalamıyorum kendimi Nereye gidersen git,ama nasılsan öyle kal insana saygını yitirme olur mu dünya yaşanacak kadar güzel daha güzel olacak inanaıyorum kolay bitmiyor insan. Bbir taş gücüyleyim nerdeysen sensizliğe yıkımlara umuda. Nasılsan- olur mu Ben bir türlü buradan olamadım bir deniz atıyla gidiyorum kitapsız şapkasız gidiyorum gidiyorum her sabah. sabah mı 'ağrı' Bir durma hiçlik götürüyorum,çizdiğim mutluluğa, çarşılardan (bir afrika,bir gökovaları gibi yalnız) Her adım,bir insan daha deliirip yaşanandan Nar çiçekleriyle giden bir nehir yanarak Ne suya baksam,bir deniz görüyorum,elişi kağıttan (en eski kalyonları ve denizatlarıyla) Sonra yalın bir çığlığı suratıma kapatıp,çocuklardan Uzun uzun gitmekleri,bir bir boğarak içimde Sabahları mrdiven saçlı,bir uzak kızın,yağmur elli resmine doğru Büyük ve kalın seslerimle türküleyip bir mısraı Şapkam sensin diyorum,beni haydut, Beni bu taş beyinli kentlerde isa kızdıran- Biliyorum, meryem'i yutturmak, öldükte, anam adı öyküsü Oysa babam,ağır ve nasırlı elleriyle bir feodal Direndikçe kentsoylu çizgilere karanlığında Benim ötemdeki bir ben karalandım Şimdi o atlı karınca,feneralaylı kalabalıklaımı verip Nar bahçelerine giden bir nehre bakarak Biraz daha ölmek alıyorum bize bıraktıklarından Biraz daha çarmıh-kanımla büyütmeye Kimbilir belki bir şey var,bize demeye yetmedikleri Kimbilir belki de gitmek sadece Bir var ki kan tutması gibi bir sıkıntı Ve hala gidiyorum,bir pencereden bir pencereye Aam en iyisi sen gel bütün kapıları kapattım Pencereleri de kapatırım,atlaslrı da İnsan zaten kapanmış- Menekşeler aldım,gözleritoprak bir çocuktan Oturur onlara bakarız,ihtiyar ellerimizi bir yana koyup Oysa ne güzeldiler doğduklarında,umduklarından Ve ağır,nasırlı elleriyle,bir feodal beyi babam- 'manzume' Kapıları kapatıp gül-gülistandır yaşanan dedim fesleğenler dedim,kuşkonmazlar dedim,pencereme, olmadı bir ille siyah,ben hariç,ibrahimlerin unuttuğu altıyüz rakamlı bir şarkı,senin anlayacağın dedeefendili,hafızpostlu,udibilmemkimli bir deaksimlerde meydanlarda semai dönüyorlar horoz oğlu horoz kurdukları hizalandıkları saat hacıyağı yıkanıp lökleşiyorlar modern koltuklara büyük harflere ar cızıktırıyorlar günlükleri- Aslında canım sıkılmıyor,ne etseler ne kadar ibrahimseler o kadardırlar böyle başa,böyle yediverengülü dünyayı bir öküz öyküsüyle karıştırıyorlar da ondan oturup gazozlar içiyorum üstüste ferahlamıyorum ama zurnada peşrevim artık. 'sa ga' Ansızın bütün limanlarda birden görünecek Bir beyaz kalyonla Uzak değil diyecek,uzak değil Bir insan yüreği kulaçta. Ansızın bütün limanlarda birden görünecek Bir beyaz kalyonla Hadi bırakın diyecek,bırakın bunca yaşanmayanı Hadi hep beraber insana. Ansızın bütün limanlar birden yitecek Bir beyaz kalyonla Kurtulduk diyeceğiz,kurtulduk bütün... ve ansızın... 'harlem noktürn' -a- Sevmek bir yerlerdeki sabah galiba Beni bir türlü oraya götürmediler İşte herşey açık seçik Bu sensin -ama bir nereye kadar sensin,bilmiyorum- Sen deyince,bir yerlerden kar yağıyor gibi Zanzibar'a bir bilet çalınmış diyorlar Bir yitik çocukarıyorlar limanda - Sen mi söyledin ben mi çiziyorum: Bir gün insana bayramlarla çıkmışsın evden -akşamları yine geliyormuşsun yine üşüyormuşsun güneş düşünüp- Ama dönmemişsi hala, Dışarda ne oldu söylesene Niye böyle gitmek olmuşsun Ben anlamadım ki seni anlıyorum Gözlerindeki bu siyah ondan Bunlar onların hesapları: hiç bitmiyor Aynı elleri,aynı kalemlerle: beyaza sığınmışlar aynı kalemlerle eşit yazdıkları Güçleri asfalt ormanlarda yalnızlığıma var Güçleri,açlığımdan insan Bunlar da benim ellerim Bir uazun kartacadan beri üşüyorlar Kısık bir siyahı utanıyor suratım, bir nerde beyaz Bir orda suç ve halem hıçkırıyorum Acı bir deniz birikiyoorum: jazz Bir bir birikiyorum bu adamları -b- Sevmek bir yerlerde ki sevmek galiba Bu karanlığımı oraya götürmüyorlar N'olur öyle uzak bakma Sen al götür beni Bu suratımı sakla Bana yeniden anlat insanı Bu değil de yanılıyoruz de Bitecek bu hesaplar -c- Haydi eve gidelim Haydi insana Bayramlara. Yılmaz Gruda Yılmaz Gruda * (14 Mart 1930, İstanbul - 25 Temmuz 2023, İstanbul) Tiyatro, sinema ve dizi oyuncusu, şair, oyun yazarı, çevirmen. Ankara Ticaret Lisesi'ndeki eğitim sürecini yarıda bırakarak devlet memuru olan Gruda'nın yazdığı şiirler, 1950'li yıllarda, çeşitli dergilerde yayımlanmaya başladı. 1956 yılında girdiği Cep Tiyatrosu'nda başlayan oyunculuk yaşamı, Ankara Devlet Tiyatrosuna ait Küçük Tiyatro'da devam etti. Ankara Meydan Sahnesi ve Nisa Serezli topluluklarında da görev yaptı. Bir süre yeniden memurluk hayatına dönüp, muhasebecilik yaptı. Muammer Karaca tiyatrosunu yönetti. Ayşen Gruda'nın eski eşi olan sanatçı, aynı zamanda Attilâ İlhan ile beraber "MAVİ" hareketini yaratan şairlerdendir. Seyirlik tiyatro oyunları da yazıp, çeviriler yapan Gruda'nın eserlerinde geleneksel Türk tiyatrosu ve Çehov etkisi açıkça görülür. Sanatçının yayımlanmış eserleri bulunmaktadır. Kamera önünde de yer alan Yılmaz Gruda, sinema ve dizi filmlerde rol aldı.

  • Eric Hoffer

    5 Yaşında annesini ergenlikte de babasını kaybeden, 6 yaşında kör olan 15 yaşında yeniden görmeye başlayan, hayatı boyunca hiç eğitim görmemiş ama dünya çapında bir yazar olmayı başaran yaşamı bir mucize FİLOZOF; Eric Hoffer (d. 25 Temmuz 1902 – ö. 21 Mayıs 1983), Amerikalı toplum yazarı. Hayatı Hoffer, 1902 yılında New York'ta Alman Yahudisi göçmeni bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Daha beş yaşındayken annesini kaybetti. Altı yaşında bilinmeyen tıbbi sebeplerden dolayı kör oldu. On beş yaşında yine bilinmeyen sebeplerle görmeye başladı. Yeniden kör olabilme endişesiyle olabildiğince okumaya çalıştı. Hoffer, hayatı boyunca hiç eğitim almamıştır. Genç bir adamken her iki ebeveynini de kaybetti. Parasızlıkla mücadele eden ve silahlı kuvvetlere başvurusu tıbbi gerekçelerle reddedilen Hoffer, bir dönem intihara bile kalkıştı. Hayata tekrar tutunan Hoffer; işportada meyve satıcılığı, tarlalarda ırgatlık, maden işçiliği, dok işçiliği gibi çeşitli işlerde çalıştı. Bu süre zarfında okuduğu Montaigne'nin ünlü Denemeler kitabının etkisiyle yazmaya karar verdi . 1938 yılında Common Ground isimli dergiye gönderdiği mektup ilgi çekti. İş çevresinde karşılaştığı insanları gözlemledi ve hepsi de toplumsal hayatla ilgili kitaplarını yazmaya başladı. Kitle hareketlerinin psikolojik temelleri üzerine kaleme aldığı Kesin İnançlılar kitabı 1951 yılında yayımlandı ve kitap milyonlar sattı. O ARTIK BİR FİLOZOF YAZARDI 1945 yılında Amerika Başkanı Harry Truman tarafından başlatılan ve Amerika'nın en önemli ve de en yüksek sivil nişanı olarak bilinen Presidential Medal of Freedom ile 1983 yılında Ronald Reagan tarafından onurlandırıldı. 1964 yılında Kaliforniya'da bulunan Berkeley Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi'nde danışmanlık görevine başlamış olan Hoffer, danışmanlık görevinin yanı sıra iş arkadaşlarına hiçbir şey bahsetmeden rıhtımdaki hamallık görevine devam etmeyi tercih etti. Eserleri "Kesin inançlı" kendi siyasi, dini, felsefi inancının "mutlak gerçek" olduğuna, bunu başkalarına zorla uygulamak gerektiğine bağnazca inanır. Hiç şüphesi, hatta merakı bile yoktur. Bu yüzden, okumuşlarında bile "cehalet havası sezilir." 1951 The True Believer: Thoughts On The Nature Of Mass Movements ISBN 0-06-050591-5 1955 The Passionate State Of Mind, and Other Aphorisms 1963 The Ordeal Of Change 1967 The Temper Of Our Time 1969 Working And Thinking on The Waterfront; a journal, June 1958-May 1959 1971 First Things, Last Things 1973 Reflections on the Human Condition 1976 In Our Time 1979 Before the Sabbath 1982 Between the devil and the dragon : the best essays and aphorisms of Eric Hoffer ISBN 0-06-014984-1 1983 Truth Imagined Türkçede Eric Hoffer Kesin İnançlılar: Kitle Hareketlerinin Anatomisi, Çev. Erkil Günur, Tur Yayınları; 1978 (Aynı çevirmen tarafından çevrilen kitabın diğer baskıları; Akran Yayıncılık, 1993 ve İm Yayın Tasarım, 1998) Aklın Muhteris Çağı; Çeviren: İhsan Durdu, Ayışığı Kitapları, 2000 Değişim Sancısı; Ayışığı Kitapları, İst.2000

  • Kalbimin En Doğusunda

    Aşkın kanununu tahsil etmiştim kalbimin en doğusunda İçimde yağmur duasına çıkmış birkaç köy Birkaç köy sular altında. Kalbimin doğusu, Her resme güneş çizen bir çocuktu. Gam yükünün kervanları yürürdü dudaklarımda Kavruk ve çatlaktı dudaklarımın toprakları. Ölümün ötesinde bir köy vardı Orda, uzakta, kalbimin en doğusunda Şimdi bana yalnızca Dertli türkülere duyduğum karşılıksız aşk kaldı. Güzel beyaz bir tay doğururdu her sene hafızam Yorgundu oysa Durmadan, durmadan hatırlamaya koşmaktan. Kalbimin doğusunda bir yalan dünya vardı. Okyanusları mavi olmayan. Benim için hayat, Kalbi kalpazanlıktan kırk sene yatmış çıkmış bir adamdı. Geçmişim acıyor şimdi, yalnız benim değil Benim ülkemin geçmişi de acıyor mesela. Bilirdim oysa ilk badem ağaçları çiçek açar baharda. Bilirdim çiçek satan çingene kızlarını Onlar bütün şimdileri, bütün zamanlara Bir gül parasına satardı. Oğlan kıza bir gül alsa Bilirdim odur en kırmızı zaman. Adına aşk diyorlardı Kalbimin en doğusunda bir yalan dünya vardı. Kim bir şairi kırsa Şair gider uzun bir dizeyi kırar mesela Bilirim kim dokunsa şiire Eline bir kıymık saplanacak. Bilirim kırılmış dizeleri tamir etmez zaman Yorgunum oysa Durmadan kendime bir tunç uyak aramaktan. Aşkın kanununu tahsil etmiştim kalbimin en doğusunda Boş salıncaklar gibi gıcırdayarak konuştum karanlıkla Kediler gibi mırıldanarak. Alkolden bir denize bıraktım kalbimi Kırmızı bir sandal gibi, Arka sokaklarda sarhoş konuştum karanlıkla. Avuçlarımla konuştum, Allah büyüktür diyen insanlar gibi. Kedi dili bisküvilerinin bir pastayla konuşması gibi Yumuşak ve kremalı konuştum onunla. Baharda leylaklar açardı boynumda Mor ve pembe konuştum karanlıkla Gece açılıp gündüz kapanan bir parantezdim, Sözler vardı içimde işe yaramayan Sözlerle konuştum karanlıkla... Önce söz yoktu kalbimin en doğusunda Sözler... Bir yağlı urgandı acıyı boğmaya yarayan. * Didem Madak: (8 Nisan 1970, İzmir - 24 Temmuz 2011, İstanbul) Türk şair. Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Şiirleri Öküz, Ludingirra ve Sombahar dergilerinde yayımlandı. İlk kitabı olan Grapon Kâğıtları İnkılap Kitabevi Şiir Ödülü’nü kazandı. Kanser nedeniyle 41 yaşında yaşamını yitirdi...

  • 102. YILINDA LOZAN

    Niyazi UYAR* Lozan, Türk halkının ittifak senedi, nikah akdidir. Bu ittifak, öyle bir ittifaktır ki, yaşamak için, var olmak için zorunlu bir ittifaktır. Bu bir nikah akdidir. “İyilikte, hastalıkta, iyi günde, kötü günde…” diye devam eden nikah memurunun temennisi gibi aynen Anadolu’da evlerin baş köşelerine asılan kutsal kitabın asılması gibi çerçeve içinde asılı duracak kutsal bir akittir. Lozan, Türkiye Cumhuriyeti’nin tapu senedidir diye tanımlanan muhteşem bir adlandırmanın adıdır Lozan. Bu söz öbeği bir sözden çok öte, bir devlet olarak var olmanın gereğidir. Millî Mücadelenin (1919-1922) zaferle sonuçlanmasının ardından İsviçre’nin Lozan şehrinde çok uzun görüşmeler, tartışmalardan sonra 24 Temmuz 1923 yılında imzalanan, Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası alanda tescillenmesinin adıdır Lozan! Yurdumuzu işgal eden batı emperyalimizin şımarık çocuğu Yunanistan’ın işgal ettiği Anadolu topraklarından sürülüp çıkarılmasının tescilinin adıdır Lozan! Bizi yurtsuz koymak, yok etmek isteyen, bizi bölmeye çalışan emperyalist devletlere karşı elde ettiğimiz zaferin adıdır Lozan! Din, iman diye diye ülkenin geri kalmasının ve halkın yoksulluğunun baş sorumlusu din sömürücülerine karşı elde edilen zaferin adıdır Lozan! Fransa’ya, batı devletlerine tanınan imtiyazlarla gelişimin önünü tıkayan, yer altı, yer üstü zenginliklerimizi sömürmenin dik alası olan kapitülasyonların yırtılıp atılmasının adıdır Lozan!     Ulusal bir devlet olmanın olmazsa olmazı, saltanatın kaldırılmasının adıdır Lozan! Barış görüşmelerinde, mücadeleci, kıvrak zekalı Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa’yı Türk tarihine, yarınlarımıza armağan eden antlaşmanın adıdır Lozan! İşgale boyun eğmenin, teslimiyetin, topraklarımızın batı devletleri arasında pay edilmesi olan ihanet belgesi, sözüm ona Sevr antlaşmasının çöpe atılmasının adıdır Lozan. (Bugün Sevr’i kutsayıp Lozan'ı bir ihanet belgesi olarak gören aymazların olması, akıl alacak gibi değil, bunlar uluslararası teşkilatların piyonudur diye düşünmeden edemiyor insan. Lozan’a hezimettir demek, insanın akli melekelerini kaybetmesi demektir. Evet On İki Ada, Patrikhane’nin statüsü, Kerkük Musul ve Osmanlı’nın borçlarının ödenmesi … konuları halledilememiş, doğru! Peki üç kıtaya hükmeden Osmanlı’nın kaybettiği toprakları, Yeni Türkiye Devleti mi kaybetti, On İki Ada, 1912 de Balkan Savaşı sonrasında İtalyanlara bırakılmadı mı? Peki Kurtuluş Savaşı yıllarında donanmamız var mıydı? Peki On İki Ada için deniz savaşı nasıl olacaktı?  Kerkük-Musul sorunu Lozan’da çözülemedi, bu sorun da aynen Hatay sorunu gibi milli bir mesele olduğunu söylemedi mi Mustafa Kemal?  Kerkük -Musul sorunu tam çözecekken, İngiltere’nin desteği ile ayaklanan Şeyh Sait ve avaneleri Kerkük ve Musul’un elden gitmesine sebep olduğunu neden bilmezden gelir bu aymazlar? Lozan ile ilgili sayfalar tutan bir araştırma yazısı yazılabilir, ancak yeni tip okur, uzun yazılardan ürküyor, o açıdan “deneme tarzında kısa bir metin olsun istedim. Bu yazıyı kaleme almamdaki temel maksadım, Lozan’ın yüz yıl sonra geçerliğini yitireceğini ve madenlerimizin çıkarılması konusundaki “gizli maddeleri,” olduğunu söyleyen aymazlara bir cevap olsun diyedir. Bugün 24 Temmuz 2024. Aradan yüz iki yıl geçmiş. Bu yalan 1924’ten beri dahili ve harici bedhahlar tarafından söylene gelmektedir. Milleti yalanlarıyla oyalayan bu bedhahlar özür diler mi Türk halkından, merak ediyorum? Soruyu kendim sordum kendim yanıtlayayım. Bu cenahın sabah akşam söylediği o kadar çok yalanına şahit olduk ki, hiçbir zaman özür dilemedikleri gibi, yalan üstüne yalan söylemeye devam ediyorlar. Bağımsızlığın, özgürlüğün adıdır Lozan, yüz ikinci yılında, yüz iki pare top atışları ile kutlanacak bayramın adırdır Lozan; kutlu olsun! Atatürk'le, Cumhuriyet'le, Lozan’la nice yüz yıllara…

  • Sessiz Gemi

    Yahya Kemal BEYATLI * Artık demir almak günü gelmişse zamandan Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan. Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol; Sallanmaz o kalkışta ne mendil, ne de bir kol. Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli, Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli, Biçare gönüller! Ne giden son gemidir bu! Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu. Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler; Bilinmez ki giden sevgililer dönmeyecekler. Bir çok gidenin her biri memnun ki yerinden, Bir çok seneler geçti; dönen yok seferinden. * Yahya Kemal BEYATLI Doğum adıyla Ahmed Agâh diye bilinir. (2 Aralık 1884, Üsküp - 1 Kasım 1958, İstanbul), Türk şair, mütefekkir, yazar, siyasetçi ve diplomattır. Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin en büyük temsilcilerinden biri olan şair Sağlığında Türk edebiyatının başaktörleri arasında kabul edilmiş, şiirlerinin yanında düzyazılar yazmış ancak, sağlığında dizelerde geçen en doğru sözcüğü seçmek ilgisiyle hiç kitap yayımlamamıştır.  Kimi şiirlerine en mükemmel halini 25 yılda verdiği söylenir. Şiirleri Divan edebiyatı ile modern şiir arasında köprü görevi üstlenmiştir. Türk edebiyat tarihi içinde T evfik Fikret, Mehmet Akif Ersoy, Ahmet Haşim ' le birlkte  " Dört Aruzcu'"dan biri olarak kabul edilir. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nde milletvekilliği ve bürokratlık gibi siyasi ve idari görevler üstlenmiştir.

  • Bir Gemi Yelken Açtı

    Ali Mümtaz Arolat * Bir gemi yelken açtı hayal iklimlerine, Civarından çığlıkla yorgun martılar kaçtı Rüzgâr sürüklenirken derinlerden derine; Hayâl iklimlerine bir gemi yelken açtı. Beyaz yelkenlerinde ölgün bir kızıllığın Titrek son akisleri dalgalandı belirsiz; Toplanırken göklerde bulutlar yığın yığın Hırçın bir fırtınayı düşünüyordu deniz. Ufuklarda solarken altın şafak gülleri Yabancı âlemlerden sâadetler, emeller, İhtiraslar bekliyen kimsesiz gönülleri Gizlice sıkıyordu kızgın demirden eller. En katı yüreklinin bile bu sabah iki, Üç damla yaş kurudu solgun yanaklarında; Açılan yolcuların hepsi hissetmişti ki Bugün de erişilmez o diyâra, yarın da... Mâdem ki o iklime erişmeye imkân yok, Neden böyle vakitsiz enginlere çıkışlar? Bulutlar toplanıyor, ufukta dalgalar çok, Kış geliyor, yelkenler emin bir yerde kışlar! Yolcular diyorlar ki: -Erişmek ümidi az; Biliriz dalgaların her biri bir mezarlık. Belki de içimizden hiçbiri ayak basmaz, Lakin yolunda ölmek, bu da bir bahtiyarlık! Ufkun dört duvarına kanadını vurarak Rüzgâr sürüklenirken derinlerden derine, Gümüş yelkenlerini yüksekten savurarak Bir gemi yelken açtı hayal iklimlerine. *Ali Mümtaz Arolat (23 Temmuz 1897, İstanbul - 4 Eylül 1967, İstanbul), Türk şairdir. Tabiat ve aşk temalarını işleyen hece ölçüsündeki şiirleriyle tanınır. Türkiye'nin ilk sembolist şairlerindendir.

  • Ahmet Kutsi Tecer

    Orda Bir Köy Var Uzakta * Orda bir köy var, uzakta, O köy bizim köyümüzdür. Gezmesek de, tozmasak da O köy bizim köyümüzdür. Orda bir ev var, uzakta, O ev bizim evimizdir. Yatmasak da, kalkmasak da O ev bizim evimizdir. Orda bir ses var, uzakta, O ses bizim sesimizdir. Duymasak da, tınmasak da O ses bizim sesimizdir. Orda bir dağ var, uzakta, O dağ bizim dağımızdır. İnmesek de, çıkmasak da O dağ bizim dağımızdır. Orda bir yol var, uzakta, O yol bizim yolumuzdur. Dönmesek de, varmasak da O yol bizim yolumuzdur. * Ahmet Kutsi TECER (4 Eylül 1901, Kudüs - 23 Temmuz 1967, İstanbul), Türk öğretmen, şair, oyun yazarı ve siyasetçi. Halk kültürü alanında çalışmaları ile tanınır. Çalışmaları, Karacaoğlan ve Yunus Emre’nin hayatına ışık tutmuştur. Halk şairi Âşık Veysel’i Türkiye'ye tanıtan, halk müziği derlemecisi Muzaffer Sarısözen'i keşfeden kişidir. * 1930'larda adını şiir alanında duyuran edebiyatçının en çok bilinen eseri, Münir Ceyhan tarafından bir okul şarkısı hâline getirilen Orada Bir Köy Var Uzakta adlı şiirdir. Tecer, şairliğinin yanı sıra kaynağını yerli ve millî unsurlardan alan tiyatro eserleri vermiş bir oyun yazarıdır. VI. dönem Seyhan, VII. Dönem Şanlıurfa Milletvekili olarak TBMM’de görev yapmıştır. Yaşamı 1901’de Kudüs’te dünyaya geldi. Babası, o dünyaya geldiği sırada Kudüs Düyun-u Umumiyesi müdürü olan Abdurrahman Bey, annesi Hatice Hanım’dır. Aile, Eğin'e bağlı Apçağa[3] köyündendir. Ahmed Kutsî, dört çocuklu ailenin en küçüğüydü. Asıl adı Ahmet’tir. "Kudsi" adı, doğum yeri Kudüs’ten ötürü kendisine verilmiştir.[4] Öğrenim Yaşamı Ahmet Kutsi Tecer, ilk öğrenimine Kudüs'te Frères des écoles chrétiennes okulunda başladı. Babasının tayîni nedeniyle ailesinin taşındığı Kırklareli'nde ilk ve ortaöğrenimini tamamladıktan sonra liseyi İstanbul'da Kadıköy Sultanisi'nde ücretsiz yatılı olarak okudu. Liseden sonra iki yıllık Halkalı Ziraat Yüksek Okulu’nu bitirdi (1922).[4] Ardından Yüksek Öğretmen Okulu imtihanını kazanarak iki yıl Darülfünun'un Felsefe Bölümü'ne devam etti. Öğrencilik yıllarında çekirdeğini bazı Darülfünun hocaları ve öğrencilerinin oluşturduğu Dergâh dergisi çevresindeki aydın gruba katılan Tecer’în bazı şiirleri Dergâh dergisinde yayınlandı. 1925'te Darülfünun'daki öğrenimine ara vererek Yüksek Öğretmen Okulu bursuyla biyoloji öğrenimi için Fransa'ya gitti ancak Sorbonne Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde felsefe derslerini takip etti.[5] Fransa’da bulunduğu 1925-1927 yıllarında Paris Millî Kütüphanesi'nde araştırma yapma imkânı buldu. Kütüphanede Cezayir Halk Şairleri yazmalarını bularak Türk halk edebiyatının bilinmeyen bir yönünü ortaya çıkardı. Paris’teki hayatını “Paris Acıları” adlı şiirinde yansıttı. 1928 yılında yurda geri dönen Ahmet Kutsi, araştırmalarını Halk Bilgisi Derneği'nin çıkardığı Halk Bilgisi Mecmuası’nda yazılar yayımladı. 1929’da Darülfunun’dan mezun oldu. Öğretmenlik yaşamı ve Sivas'ta halk kültürü çalışmaları Sivas Lisesi'ne edebiyat öğretmeni olarak atanması üzerine gittiği Sivas şehrinde dört yıl kadar kaldı. Çalıştığı okulda Toplantı adıyla bir öğrenci dergisi çıkaran şair, arkadaşları Vehbi Cem ve Muzaffer Bey ile birlikte 5-7 Kasım 1931'de Halk Şairleri Bayramı'nı gerçekleştirdi; şenlikler sırasında yapılan yarışmada birinci gelen Aşık Veysel ile dostluğu başladı. Aşık Veysel'in yanı sıra, Suzani, Ruhsati, Mesleki, Talebi, Karslı Mehmet gibi halk şairlerinin tanıtılması için çalıştı. Halk Şairlerini Koruma Derneği'ni kurarak halk müziğinin tanınması, okula ve radyoya girmesi için çalıştı. 1932 yılında Sivas Maarif Müdürlüğü'ne atandı ve aynı okulda Fransızca dersler verdi. Ayrıca Kız Muallim Mektebi ve Kız Meslek Lisesi'nde de edebiyat öğretmenliği yaptı. Sivas Halkevi'nin başına geçti, çevrede Halk Odaları'nın açılmasına önayak oldu. Yörenin halk bilimi unsurlarını araştıran Ahmet Kutsi Bey, şiirlerini “Şiirler”(1932) adlı kitabında topladı. Soyadı Kanunu çıktığında Sivas'ın Deliktaş Köyü'nden Ruhsati'nin bir şiirinde geçen Tecer Dağı'nın adını soyadı olarak seçti.[4] Bürokrasi ve siyaset yaşamı Tecer, 1934'te Millî Eğitim Bakanlığı’nda Yükseköğrenim şube müdürü olarak atandı ve bu görevde 5 yıl kaldı. Bir yandan da Gazi Eğitim Enstitüsü’nün kompozisyon, Gazi Lisesi’nin felsefe derslerine girdi. Devlet Konservatuvarı'nın kuruluşunu hazırlayanlar arasında yer aldı. 1937 yılında öğretmen Meliha Hanım ile evlendi, bu evlilikten iki çocuğu oldu. 1938’de Yükseköğrenim Genel Müdürü olarak atanan Tecer, arkadaşı Muzaffer Sarısözen’in Ankara Devlet Konservatuvarı Folklor Arşivi Şefliğine tayinini sağlayıp, halk müziği derlemeleri yapmasına yardımcı oldu. 1942'de Talim ve Terbiye Kurulu üyeliğine atanan Tecer, ardından VI. dönem Adana (ara seçim) ve VII. Dönem Urfa milletvekili olarak TBMM’de yer aldı. Milletvekilliği sırasında kültür ağırlıklı siyasi çalışmalarda bulundu ve Halk Evleri Şenliği'ni düzenledi. Ülkü mecmuası Milletvekili Ahmet Kudsi Tecer, 1941-1945 yılları arasında Ülkü mecmuasının ve Halkevleri'nin yönetimini üstlendi. Halkevleri’nin yayın organı olan bu mecmua, cumhuriyet ideolojisini yaymak için 1933’ten beri çıkarılmakta idi. Ülkü, Ahmet Kutsi Tecer’in idarecisi olduğu dönemde 15 günde bir yayımlandı. Fikir ve sanat hareketlerine yer verilen, kitap ve dergi tanıtımı yapılan dergide Âşık Veysel, Ali İzzet Özkan gibi âşıkların yurt genelinde tanıtılmasına yönelik çalışmalar vardı. Bu dönemde Tecer’in yazıları ve şiirleri Ülkü’de, zaman zaman da Yücel dergisinde ve Ulus gazetesinde çıktı. Bu yıllarda köy temsilcileri ile ilgilendi, köy tiyatrosunu inceledi ve Koç yiğit Köroğlu oyununu yazdı. Kültür Ateşeliği ve UNESCO Tecer, 1947-1951 yılları arasında Paris Kültür Ataşesi ve Öğrenci Müfettişi olarak görevlendirildi. Bu dönemde Paris'te müzik eğitimi için bulunan “harika çocuk” İdil Biret ile de ilgilendi. 1948 yılında Ankara'da kurulan geçici UNESCO Komitesi'nde görevlendirilen Tecer, 1950'de UNESCO Yürütme Komitesi'nde Türk delege olarak yer aldı. UNESCO topluluğu içinde Türk kültürünün gelişmesine hizmet etti. Türkiye’ye dönüşü Türkiye'ye döndükten sonra 1953 yılında İstanbul Belediye Konservatuarı’nda Türk tarihi ve geleneksel tiyatro, Galatasaray Lisesi’nde edebiyat dersleri verdi. 1955 yılında kurulan Türk Halk Oyunlarını Yaşatma ve Yayma Tesisi ile yine aynı yıl kurulan Türk Halk Sanatları ve Ananeleri Tetkik Cemiyeti İstanbul şubesinin (günümüzdeki adı Folklor Araştırmaları Kurumu) kurucu üyeliklerini yaptı. Türk Dil Kurumu’nun da üyesi oldu. 1957-1966 yılları arasında İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde estetik, Gazetecilik Enstitüsü’nde halk edebiyatı dersleri verdi. 1960′lı yıllarda İstanbul Radyosu’nda yayıncılara ders verdi. İstanbul Eğitim Enstitüsü Öğretmeni iken 1966 yılında emekli oldu. Ölümü Tecer, 23 Temmuz 1967 tarihinin pazar gecesi Vakıf Gureba Hastanesi'nde öldü. Cenazesi, Zincirlikuyu Mezarlığı'na defnedildi.

  • FERİT EDGÜ

    maviADA * İsmail Ferit Edgü (24 Şubat 1936, İstanbul - 22 Temmuz 2024), Türk öykücü, şair, romancı, deneme yazarı, yayıncı, sanat koleksiyoneri. Öyküleri, resim eleştirileri ve denemeleriyle tanınır. Hakkari'de er-öğretmen olarak yaptığı askerlik deneyimi sonucu yazdığı ve sinemaya da uyarlanıp uluslararası ödüller alan O/ Hakkâri’de Bir Mevsim romanı ile geniş kitleler tarafından tanınmıştır. Ada Yayınları'nın kurucusudur. 1950 Kuşağı yazarlarının eserleri ve sanat kitapları yayımlamıştır. Hayatı 1936 yılında İstanbul'da doğdu. Annesi Fatma Nevber Hanım, babası Mehmet Nuri Edgü'dür. 1952'de babasının ölümü üzerine şiir yazmaya başladı. İlk şiiri 1952'de Kaynak dergisinde yayımlandı. Bunu, Şairler Yaprağı ve Mavi dergisinde yayımlanan şiirleri izledi. 1953'te Vedat Günyol ile tanıştı; ilk öyküsü Ocak 1954'te Günyol'un yayımladığı Yeni Ufuklar dergisinde çıktı. Görsel sanatlara ilgisi nedeniyle Maya Sanat Galerisi’nde sergi açılan ressamlarla Vatan gazetesi için söyleşiler yaptı. Yeni Ufuklar, Mavi, Vatan gazetesi Sanat Eki, Pazar Postası, Dost dergilerindeki öyküleriyle ve Ataç, Eylem, Yeni Dergi, Ant, Papirüs, Soyut, Hürriyet Gösteri, Milliyet Sanat, dergilerindeki deneme ve incelemeleriyle tanındı. Yüksek öğrenimine İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi'nin resim bölümünde başladı. Akademi'de son sınıfta iken Seramik Kimyası öğrenimi için Almanya'ya gitti. Yıl sonuna kadar Münih'te kaldıktan sonra Paris'e giderek, üniversite hayatını orada sürdürdü. Altı yıl kadar seramik öğrenimi gördü; ayrıca Sorbonne'da felsefe, Louvre'da sanat tarihi kurslarına katıldı. Hollanda'da tanıştığı Amelie Edgü ile evlendi. 1968'de bir kız çocukları olan çift, 1997'de boşanmıştır. Edgü, 1964'te yurda döndü. Askerlik hizmeti sırasında bir dönem Hakkari'nin Pirkanis köyünde er öğretmen olarak görev yaptı. Askerliğini Beypazarı'nda tamamladı. Hakkaride Bir Mevsim (1977) romanını Hakkari'de öğretmenlik yaptığı dönemdeki deneyim ve hatıraları sonucunda yazdı. Askerlikten sonra bir yıl daha Paris'te yaşadı ve 1968'de Türkiye'ye yerleşti; Bodrum ve İstanbul'da yaşadı. 1976'da Data Reklam Şirketi'ni ve Ada Yayınları'nı kurdu. İlhan Berk'in şiir kitabı ‘Atlas'tan başlayarak 1990'a değin 140'a yakın kitap yayımladı. Edebiyat kitaplarının dışında resim ve ressamlar hakkında eserler, sanat tarihi kitapları da yayımladı. Tasarım ve baskı kalitesi yüksek, sınırlı sayıda basılmış ve numaralandırılmış kitap yayımcılığı yaptı. 1977 yılında Ada Yayınevi'nin Namanlı yurdundaki Bedri Rahmi sanat galerisini yönetmeye başladı. Eşi Amelie Edgü ile birlikte Türkiye'den ve dünyadan birçok sanatçının eserlerini içeren geniş bir sanat koleksiyonu oluşturdu Edebiyatın pek çok alanında, pek çok dünya diline çevrilen metinler üretti. Bir Gemide öyküsü ile 1979 Sait Faik Hikâye Armağanı'na, Tüm Ders Notları deneme kitabıyla 1979 Türk Dil Kurumu Deneme Ödülü'ne, Eylül’ün Gölgesinde Bir Yazdı romanı ile 1988 Sedat Simavi Edebiyat Ödülü'ne değer görüldü. 22 Temmuz 2024'te 88 yaşında hayatını kaybetti.[9] 24 Temmuz 2024'te Teşvikiye Camii'nde kılınan cenaze namazının ardından Aşiyan Mezarlığı'na defnedildi. Yapıtları Roman 1976: Kimse 1977: Hakkâri'de Bir Mevsim 1988: Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı Öykü 1959: Kaçkınlar 1962: Bozgun 1968: Av 1978: Bir Gemide 1982: Çığlık 1991: Binbir Hece 1995: Doğu Öyküleri 1999: İşte Deniz, Maria 2002: Do Sesi 2005: Avara Kasnak 2007: Nijinski Öyküleri xxxx: Yaralı Zaman xxxx: Leş 2021: Yolun Gittiği Yer Senaryo Hakkâri'de Bir Mevsim (O başlıklı romanından Onat Kutlar ile birlikte) Deneme 1978: Tüm Ders Notları 1980: Yazmak Eylemi (Ada Yayınları) 1986: Şimdi Saat Kaç? 1991: Yeni Ders Notları 1996: Seyir Sözcükleri 2001: Devam 2003: Sözlü/ Yazılı 2003: İnsanlık Halleri 2013: Selma Gürbüz İçin Üç Yazı Şiir 1978: Ah Min-el Aşk 1999: Dağ Şiirleri Anı 2003: Görsel Yolculuklar Biyografi 1986: Osman Hamdi-Bilinmeyen Resimleri 2001: Avni Arbaş 2003: Abidin Çocuk Kitabı 2004: Doğa Dostları Ödülleri 1979: Sait Faik Hikâye Armağanı (Bir Gemide) 1979: Türk Dil Kurumu Deneme Ödülü (Tüm Ders Notları) 1988: Sedat Simavi Edebiyat Ödülü (Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı) FERİD EDGÜ'nün O adlı eserinden uyarlanan başrolünde GENCO ERKAL'ın oynadığı film döneminde ses getirmiş bir çok ödül de almıştı. * İZLEMEK İÇİN TIKLAYIN

  • Hüznün Dalgın Kuşları

    Ruşen Hakkı * Bir türküyü dinliyorum sırtımda duvar Adımlarından anlıyorum saçları panayırlı Geçip gidiyordu - Ardından güz çiçekleri. Bir kumsalı akşamlıyorum sırtımda eli Duruşundan anlıyorum ucundayız sevişmenin Usulca uzanıyor - Gözleri menevişli. Bir döşeği atıyorum gerildikçe kollarım Soluğundan anlıyorum tükendi tükenecek Köprü olsa - Altından ırmaklarım. Ürkek ama hep ürkek Hüznün dalgın kuşları. * Ruşen Hakkı * Şair ve yazar, gazeteci (D. 21 Temmuz 1936, Kütahya – Ö. 11 Nisan 2011, İzmit). Tam adı Ruşen Hakkı Özpençe’dir. Kütahya Erkek Sanat Enstitüsünün demircilik bölümünü bitirdikten (1954) sonra İstanbul’da açılan Tapulama Kursundan mezun oldu. Turgutlu, Kütahya, Sarıgöl (1961) ve İzmit’te (1964) kadastro teknisyenliği, fen memurluğu yaparak 1982’de emekliye ayrıldı. Çalışmalarını İzmit’te çıkan Özgür Kocaeli gazetesinde yazarlık yaparak sürdürdü.

  • Zaman Kalbur İçinde

    Fadime Y. KAROĞLU * H ani kokular vardır, alır insanı, yitip gitmiş zaman dilimlerine taşır. Alır götürür yüreğini, yaşamın gizli kuytularına. Hani bir de yaş ilerlemiş, ilk gençlik yılları burnunda tüter olmuşken; zaman kalbur olmuş eleyip dururken; Tak taka tak, tak taka tak… Oturduğumuz apartmanın alt katında açılan bir halı atölyesine götürüyor bu kez kokladığım soluk çınar yaprakları beni. Liseyi yeni bitirmiş, üniversite sınavlarında istediğim başarıyı sağlayamamıştım. Seneye tekrar sınava girmeyi planlıyordum. Öyleydi ya, huzursuz ve boşluktaydım. Bir çay içip sohbet etmek için arada gittiğim halı atölyesine, arkadaşım Neşe’nin sıcak ilgisi mi, yoksa ustabaşı olarak çalıştığı atölyenin garip, gizemli atmosferi midir bilmiyorum, sık sık uğrar olmuştum. Bu zevkli ama bir o kadar da eziyetli işin nasıl yapıldığını merakla seyrederdim. Metresinde binlerce ilmek olan, incecik ipek ipliklerle dokunan halıların hiç de akıllıca bir iş olmadığını, iğneyle kuyu kazmanın bu demek olduğunu da düşünmüyor değildim. Tak taka, tak tak… Tak taka tak tak… Kirkit sesleriyle konuşmalarımız bölünür, sonra aynı şevkle devam ederdik. En çok halıların her iki üç sırada bir kırkımı zevkli gelirdi bana. “ - Neşe! Ben de yapabilir miyim ne dersin? ” diye sormuştum bir gün. “ - Neden olmasın ki? Pek ala parmakların sağlıklı. Yalnız bir iki hafta bir zorluğu olacak, işaret parmağının nasırlaşması gerek. Hatta para bile kazanabilirsin, yaptığın sıraya göre ücret ödenir. Akıllı kızsın, usta bile olabilirsin. Desen kurar, ilmikleri çıraklar yardımıyla birlikte doldurursunuz,” demişti. Para kazanma fikri de hiç fena değildi. O güne kadar hep babamdan harçlık alırken, şimdi emeğimle para kazanacaktım. İstediğimde hiç kaygılanmadan kendime, anne babama, arkadaşlarıma hediyeler alabilecektim. Güzel değil miydi? Uçan halının simli kabartmalarında buluvermiştim kendimi. Parmaklarım nasır tutmuş, biraz estetiği bozulmuştu, ama o kadar önemli değildi. Parasız, okumayan bir kızın estetiği olsa ne olacaktı ki? Her geçen gün biraz daha büyüttüğüm halının desenlerine bakarak kendi kendimle övünmek hoşuma gidiyordu. Sinek bağırsağı gibi; gerçi hayvan bağırsağından yapılıyordu ama sinek olmadığı kesin, ince çözgülerle uğraşmak hem gözlerimi hem bedenimi yorsa da, bundan yüksünmüyordum doğrusu. Biraz eğlence amaçlı başladığım bu iş beni iyi sarmıştı. Dokudukça kafamda gelişen bir düşünce beni rahatsız ediyordu. Yurtdışına ihraç edildiği söylenen bu nadide halılardan en azından birini kendi ellerimle dokuduğumu çocuklarıma gösterecek herhangi bir kanıtım olmayacaktı ilerde. Bunun böyle olmasına izin veremezdim, hiç değilse bir işaret bir… Sonunda gözümü karartım, deseni bozma cesareti gösterip, halının sol alt bordürüne ismimin ve soyadımın baş harflerini özenle işlemiştim. Ola ki günün birinde, hiç ummadığım bir zaman diliminde, İşte! İşte! Bu benim dokuduğum, ilmik ilmik sabır, emek dokuduğum güzel halım, diyebilmek için. Halı desenlerinin, masalsı dünyasında zaman yolculuğuna çıkar, kah yedi başlı ejderhalarla savaşır, kah tavus kuşlarının gökkuşağı kanatlarında telek olur asılırsın… Ya da serpme desenlerinin dolambaçlarında kaybolup, daracık sokaklarında koşup yorulduktan sonra, sundurmalı evinizin üst katındaki sedire serili bin bir desen kırmızı halının üzerinde çocukluğunun bebekleriyle oynamaya koyulursun. Mis gibi tereyağlı bulgur pilavı ve yeşil soğan kokuları böler, en güzel yerinde masalı, yumuşak ama, kararlı bir ses: “-Kızım sofraya!” Dayanamazsın. Karışır birbirine kokular ve sesler. Neşe’nin en gözde ustalarından biri olmuştum. Aldığımız aylıklar hiç de küçümsenecek miktar değildi. Fakat yükün çoğunu çocuk yaştaki çıraklar; küçük parmaklar çekiyordu. İnce küçük parmakları ilmeklerin arasında hızlı hızlı gidip gelirken kıpkırmızı kesilir, nasırlaşıncaya kadar geçen zamanı yara bantlarıyla geçiştirirlerdi. O ince çözgüleri birbirinden ayıklayarak ilmek atabilmek için işaret parmağı ve başparmaklarının tırnakları uzun olması gerekiyordu. Bu yetişkinlerde belki diğer tırnaklarını da uzatırsa hoş durabilirdi. Oysa, minik parmaklarda uzun tırnak… Yemek tatillerini atölyenin arka bahçesinde, yakan top oynamaya ayıran çocuk kadınlar… Her halı bitiminde çalışanların geliştirdiği, bir halı kesim töreni yapılırdı. Halaylar çekilir, türküler söylenir, yalandan gülümsenen o günün anısına boy boy fotoğraf çektirilirdi. Gerçekte hiçbiri bu esirgedikleri, gözlerinin ışığı çocuklarını uğurlamak istemezdi. Onun için bir süre dinlenme izni verilirdi halısını bitiren usta ve çıraklara. Her usta, halısına sevdiği bir isimle dokunur, dokur, büyütürdü. Saraylı, Tavuslu, Serpme, Karanfil, Lalezar… Benim halım; açık yeşil zemin üzerine, kenarları siyahla belirginleştirilmiş, kabartmalı eflatun ve mor karışımlı menekşelerle bezeli, küçük bir bahçe görünümündeydi. Onun için Menekşe diyordum ona. Halısını, çözgüleri sık, kırkımı düz ve kusursuz, özürsüz, patlaksız tamamlayıp bitiren ustalar maaşla ödüllendirilirdi… Bu ödülün, o zaman Menekşe’yi satın almaya yetecek kadar olmasını nede çok istemiştim… Yıllarca ilmik ilmik, desen desen; umutlarınızı, düşlerinizi, sevinçlerinizi dokuduğunuz o gizemli dünyanızın, gün gelip, halı bitirilip de kesilme zamanı geldiğinde, elinizden alınarak, çözgülerinden ortadan ikiye kesilmesi içinizi burkar, öksüzleştirir sizi. Burnunuzun direği sızlar. Ve o koku… O koku işte… Zaman kalbur içinde, eler durur: Tak taka tak… tak taka tak… Neşe’yle dostluğumuz daha sonraları da sürdü. Şimdilerde dokuma tezgahları üzerindeki halılar yerine boy boy çocuklarını büyütüyor. Benim içinse, anlatma gereği bile duymadığım dokumacılık günleri çok gerilerde kalmış, zaman içinde yaşam farklı boyutlara taşınmış,bizi de sürüklemiş yol arkadaşlarımız değişmişti artık. İstediğim üniversiteyi kazanamamıştım belki ama, yaşam fırsatlarını esirgeyecek kadar da acımasız davranmamıştı bana. En azından kimi açılardan… Her açıdan eksizsiz yaşam, o kim de var ki? Üniversite mezunlarının bile işsiz dolaştığı günlerde, çok severek yapmasam da kimseye muhtaç olmadan, gelecek endişesi duymadan, yaşayacağım bir işim olmuştu. Dokuma tezgâhlarının, kirkit sesleriyle çocuk saçlarımıza asılan toz kokuları değildi artık zaman; saçlarımızdan savrularak geçen güz kokularıydı. Gün, artık kayalıkların tepesinde, portakal bahçeleri içine özenle yerleştirilmiş pansiyonun, hamarat aşçısından çupra yenilen, buz gibi viskiler yudumlanıp Akdeniz’in güz mavisine dalınan, geceleri ay ışığının gizemli harelerine yapışıp, antik kentlerin mistik atmosferini soluyarak yıldızlarla dans edilen, ilk gençlik dönemlerinde özgürce dolaşamadığımız yaşamın doruklarında dörtnala koşma günüydü. O yaz, yıllık iznimi arkadaşların düzenlediği bir Akdeniz turu ile değerlendirme düşüncesi çok sevimli gelmişti. “ Efsanevi kutsal Noel Baba, Patara’da doğmuş, bu günkü Kale’de yaşamış ve ölmüştür. Ege gibi, Akdeniz kıyıları da, antik kalıntılarla doludur. Antalya’nın doğusunda, eski adıyla Panfilya olarak bilinen kıyı ovasında Perge, Aspendos ve Side gibi antik kentler de yer alır…” diye ezberlediği bilgileri turist kafilesine zoraki anlatmaya çalışan otel görevlisi rehber, Aspendos’ta konser verecek olan ünlü bir şarkıcının konserine de bilet temin edebileceğini söylüyordu. Tur arkadaşlarım, kaşla göz arasında temin ettikleri konser biletlerinden bir tanesini tutuşturuvermişlerdi elime. Konser saatini büyük bir heyecanla bekleyip hazırlanan arkadaşlar, otel çıkışında benim aralarında olmadığımı fark etmemişlerdi bile… Derin bir nefes alıp bugünkü Akdeniz’ in ışıltılı sahil kentlerinin çarşılarına avare bıraktım kendimi. Meraklı olduğum onca o kadar mücevherat ve giysi mağazaları dururken, büyük ve bir o kadar da lüks halı mağazasının içinde duruyordum hesapsız. Çeşit çeşit el dokuması halılar; Bünyan, Ladik, Isparta, Hereke, Sivas… Bir bir anlatıyordu tezgâhtar, Sivas halılarının hapishanedeki mahkumlar tarafından dokunduğunu ve sahip olmak için sıraya girip, yıllarca beklendiğini, yine Hereke halılarının saf ipekten dokunup, ince çözgülerinin sağlamlığından, santimetrekaresinde bilmem ne kadar ilmek bulunduğundan ve büyük bir bölümünün ihraç edildiğinden, çok değerli olduğundan söz ediyordu ki, duvarda asılı duran bir ipek halının yanına taşıdı beni ayaklarım. Sanki bir yerden tanıyordum, sanki kan çekiyordu. Yabancı gelmiyordu hiç. Renkleri, deseni, yaldızlı kabartmaları… İyice yanaşıp parmaklarımı bebek teni kadar yumuşak halının üzerinde şefkatle gezdirirken halının sol alt bordürüne yıllar önce, ilmek ilmek, deseni bozarak dokuduğum, adım ve soyadımın baş harflerine çakılıp kalmıştı gözlerim. Donmuş sosis görünümünü saklamak için sıkı sıkı avucumun içine aldığım, nasırları çoktan sağalan işaret parmağım, yeniden zonklamaya başlamış; bir anda, içimin ürpertisi, zamanı başka bir boyuta taşıyarak dizlerimin bağını koparmıştı. Aynı anda çözgülerinden fırlamış binlerce ilmek, hep bir ağızdan Mee… neek… şeee! Mee… neeek… şee! diye bağırıp, kirkit seslerine tempo tutuyorlardı beynimin içinde: Tak taka tak… Tak taka tak tak… Burnumda yine o keskin koku. Zaman, kalbur içinde...

  • Sınav Sonuçları ile Ülkenin Gelişmişliği Arasında Bir ilişki Var mıdır?

    Prof. Dr. İbrahim Ortaş, 2025 Yılı ÖSYM Sınav Sonuçları ile Ülkenin Gelişmişliği Arasında Bir ilişki Var mı? * Bir ülkenin gelişmişliği şöyle tanımlanır; ülkenin ekonomik büyüklük (GSYH), insani gelişmişlik (HDI), eğitim düzeyi, sağlık hizmetlerine erişim, teknolojik altyapı gibi birçok gösterge üzerinden ölçülür. Ancak her olgu doğrudan eğitimin niteliği, gelişmişlik düzeyinin hem nedeni hem de sonucu olarak ta ilişkilendirilmektedir. Eğitim kalitesi ve niteliğinin önemi günümüzdeki 200 devletin farklılığının temel göstergesi verdikleri eğitim ile ilişkilidir. Aynı toplum içinde bazı okulların başarısı ve etkinliği de bina değil, niteliği ve bilgi birikimi yüksek, iç disiplini sağlamış donalı kişilerin hazırladığı plan, programı ve hedefe olan kişi ve kurumlar tarafından sağlanmaktadır. Okullar arasındaki farklılaşma ve ülkenin gelecekteki insan gücünü seçerek belirlemek için dünyada olduğu gibi ülkemizde de belirli dönemlerde sınavlar düzenlenmektedir. Sınavalar o ülkenin çocukları içinde geleceklerini nerde ve nasıl gerçekleştirmek isteyenler içinde liyakate dayalı olarak hak edenlerin seçicilikle belirlemek için yapılır. Ülkemiz genç nüfusun fazlalığı, işe girme potansiyeli olan alanların az olması sınavlara olan ilgiyi artırıyor. Yarış öğrenciler kadar, aileler içinde bir itibar, siyaset de kendi dünya görüşünde insanların yükseköğretimde görmek istediği görülüyor. Sınavların sonuçları doğal olarak ülkenin genel potansiyelini bilmek öğrencinin başarı düzeyi verileri ülkenin politika yapıcıları içinde önemli. Üniversiteler için ayrıca kendi bilgi havuzundaki öğrencilerin eğitim kalitesi bilinmesi bakımından önemli. Ancak ülkenin ve bölgenin gündemi yoğun oluğu için sınavların sonuçları ve eğitimin kalitesi gerilerde gelebilmektedir. Ancak ülkenin gelişmişliği ve yakıcı sorunlarının temel sorunları ülkenin ve bireylerin ortalama eğitim kalitesi ile doğrudan ilişkilidir. 2025 yılı ÖSYM YKS sınav sonuçları açıklandı. Fen ve matematik sorunlarına verilen cevaplar ile ülkenin gelişmişliği arasında bir ilişki olmalı sorusunu akla getiriyor. Aşağıda sorulan sorular içinde ortalama doğru sayısı uzun zamandır bendeki verilere göre değişmiyor. Aşağıdaki alanlarda yıllık 2,351,641 iki milyon üçüyüz elli bin öğrencinin içinde kaç öğrenci üniversiteye okuyacak düzeyde. Öğrencilerin aldığı puanlara baktığımızda soruların yarısından fazlasını yapan öğrenci potansiyeli ve sayısı ne kadar? Öğrencilerin Ortalama Başarı Düzeyi (Tüm Adaylar) için; Türkçe (40 soru) testinde 21,707, Sosyal bilimler (20 soru) testinde 9,722, Temel matematik (40 soru) testinde 6,648 ve Fen bilimleri (20 soru) testinde 4,606'dir. Bu sonuçlar, Türkçe testi ortalaması 21 doğru ile görece yüksek olsa da öğrenciler ancak %52 düzeyinde soruları cevaplamış. Buna karşın matematikte 6 net oldukça düşük olup temel bilişsel becerilerde sorun olduğunu göstermektedir. Fen sorularına verilen 4.6 ise çok daha sorunlu. Matematik ve Fen bilmeyen bir toplumun teknolojik gelişme yapması beklenmemeli. Ayrıca özellikle de fen ve matematik testlerinde yüksek standart sapmalar, adaylar arasında başarı düzeyinin çok değişken olduğunu ortaya koymaktadır. AYT Test Tüm adalar için ortalamaları Matematik: 6,79 / 40 Fizik: 2,44 / 14 Kimya: 1,76 / 13 Biyoloji: 2,60 / 13 Edebiyat: 6,63 / 24 Tarih-1: 2,24 / 10 Coğrafya-1: 1,44 / 6 Alan Yeterlilik Testlerinde de matematik ve fen bilimleri testlerinde adayların performansları oldukça düşüktür. Sayısal alanda, ortaöğretim düzeyinde kazanılması beklenen temel bilgi ve kavrama düzeyinde ciddi eksiklikler göze çarpmakta olduğu görülüyor. Yüksek başarı grubunda 400+ puan alan öğrencilerin 2025’te hem nicel hem oransal olarak azalma olduğu görülüyor. Ancak matematik ve fen net ortalamalarının düşüklüğü göz önünde bulundurulduğunda, genel başarı düzeyinin düşmekte olduğu görülüyor. Temel Yeterlilik Testinde (TYT) 400 ve üzerinde puan alan öğrenci sayısı 44.193, Sayısal 40857, Sözel 652, Eşit ağırlık 2,823, Dil 5789 öğrenci üniversiteye okuyabilir durumda. Bu da öğrencilerin %1,87’si anacak üniversitede akademik yeterliliğe sahip denilebilir. 200 ve üzeri puan alan öğrenci sayısı 1.686.626 tüm öğrencilerin yaklaşık %71,7’sine tekabül etmektedir. Yerleştirme Puanı TYT 400 puan ve üzeri öğrenciler yaklaşık 201 bin, sayısal puan türünde 450 ve üzeri alan öğrenciler ise 46.142. 500 tam puan alan öğrenci sayısı ise yalnızca 1 kişi. 410 ve üzerinden puan alan öğrenci sayıları sırası ile 137.133, 87.117, 5.036, 20.244 ve 17.830. (TYT) 14, sayısalda 57, sözelde 1, eşit ağırlıkta 4, dilde 12 aday 550 ve üstünde puan aldı. ÖSYM tarafından yayınlanan rapordaki verilere göre 500 tam puan alan adayların tek haneli sayılarda olması sınavın seçici olduğunu, ancak öğrencilerin çoğunluğunun 300-400 aralığında büyük bir yığılma oluşturduğu görülmektedir. Bu da eğitimin kalitesinin düşüklüğünü göstermektedir. İngilizce testinde başarı düzeyi, diğer yabancı dillere göre görece daha yüksek olsa da (%44) bu oran hâlâ yetersiz düzeyde denilebilir. Sonuçlar nedeyse son 10 yıldır hemen hemen aynı eğilimde. Bu durum PISA ve diğer sınav sonuçları ile kıyaslandığında çok değişen bir şey yok. Hatta 2025 YKS sonuçları, özellikle sayısal ve fen alanlarında geçmiş yıllara kıyasla ciddi başarı gerilemeleri içeriyor denilebilir 2024 yılı verileri ile kıyaslandığında puan aralığ ı Puan Aralığı 2025                 2024 500 TYT 1 KİŞİ 1 KİŞİ 480 ve üstü (Sayısal) 701 KİŞİ 986 KİŞİ 400 ve üstü (Genel) 44 bin 74 BİN ÖSYM tarafında yayınlanan veriler (ÖSYM 2025 TIKLAYIN ve GÖRÜN 2024 yılına göre üst puan alan öğrenci düzeylerinde sayısal başarı azalmış görülüyor. Yıllar içinde değişimler aslında ÖSYM verileri üzerinden genel ortalama ile uyumlu olarak düşük ve yetersiz olduğu görülüyor.   Sonuç ve Öneri: Özellikle temel matematik ve fen bilimleri test sonuçları, eğitimin erken evrelerinde temel bilimsel okuryazarlığın geliştirilmesinde sorunlar olduğuna işaret etmektedir. Bugüne kadarki sonuçların sonuçlarından t estlerin tümünde standart sapmaların yüksek olması, eğitimde fırsat eşitsizliğini göstermektedir. Bu konu yetkililer tarafında incelenmeli. 480 + ve üzerinde yüksek puan bandındaki öğrencilerin sayısının çok düşük olması ileride ülke için yetersizlikler görülmektedir. Eğitim kalitesinde yaşanan sorunlar, yükseköğretimdeki yüksek işsizlik, ücretlerin düşüklüğü uzun vadede ülkenin geleceğini etkileyecektir. Yükseköğretime yerleşme oranlarında daralma görülecektir. Bilim ve mühendislik alanlarına yönelimin azalması görülebilir. Bilim ve teknoloji alanda geride kalana toplum ve ülkelerin gelecekteki varlıkları için hiç bir şansları olmayacaktır. Ülkemizde her yıl yaklaşık 2.5-3 milyon öğrenci sınava hazırlanıyor. Ancak sınava giren öğrencilerin sadece 1/3 civarının son sınıf öğrencileri. Bu durum, bir önceki sınavda başarılı olmuş çoğu öğrenci girdikleri programdan memnun olmaması nedeniyle yeniden aradığı bir program ve üniversite için sınava hazırlanıyor. Bir kısmı öğrenci bir yıl daha sınava hazırlanmak için kazandığı program kayıt yaptırmayarak geleceğini sınavlara bağlamış görülüyor. Ancak son yıllarda yaşanan sınav şaibeleri söylentilerinin sık yaşanıyor olması insanların yükseköğretime ve sınava hazırlık süreçlerinin sorgulanması gibi sonuçlar doğurabilir. Son yıllarda çok sayıda öğrencinin gerek gelecek görememesi ve ekonomik nedenlerden dolayı eğitime devam etmeme durumu yükseköğretime olan ilgiyi azaltır. Başta Milli Eğitim bakanlığı, ÖSYM öncelikle insanların sınavların şaibesizliğini sağlayarak toplumu sınavın herkese eşit davrandığı konusuna ikna etmesi gerekir. Sonra Türkiye’nin geleceği nitelikli eğitim ve bilime bağlı oluğu gerçeği ile yürüdün her tarafından eğitimin niteliği yükseltilecek. Sınav sonuçları fen okuryazarın düşük olması fen-matematik eğitimine önem verilmeli. Eğitmenler için Eğitim Fakülteleri ülkenin uzun erimli başarısı için en üst düzeyde donatılmalı. Akademik kadroları liyakate dayalı en iyi bilim inşalarınca güçlendirilmeli.

  • DEĞER

    -Bu öykü Ayşe Kulin'in yaşantısından Tekin Gönenç'in aktardığı bir bölümden esinlenilmiştir.- Hülya Tozlu * Eskiden olsa okuldan mezun olduğumda-yanaklarımda gülücükler olurdu; elimde diplomam, çevremde ailem ve başarıma kaldırılan kadehler... İyi dileklerle sonlandırılmış ilköğretim, lise derken üniversite... Hep aynı tetiklemelerle gelmiştim bugünüme. Her yeni yıl; başarımı da zorunlu kılmıştı ve şu an çok yalnızdım. Önceleri dışarıda yenilen kutlama yemekleri sonraları yakın çevrelerle daraltılmış ve yalnızca aile bireyleri arasında -annemin yaptığı bir pastayla-kutlanır olmuştu. Üniversite eğitimim için evimden uzak bir kente gidişim, bana yapılan harcamaların artışıyla sosyal gereksinmelerimi de -neredeyse-yok etmişti. Okul harçları, kira, faturalar, yol ve kişisel giderlerim derken aldığım burs parası da ekte olduğu halde zorluklar yaşamıştım. Tüm zorlamalara direncimi artıran ailemin ilgisi ve sevgisi olmuştu. Bazen çok zorlansam da yolumdan caymamıştım. Aldığım tiyatro eğitimi; uygulamalı çalışmaları da beraberinde getiriyordu. Böylece deneyimlerim artıyordu ve yeteneğimi sergileyebiliyordum. Tezimi de verip çalışma yaşamına atıldığım gün yine bir sınavdan geçtim. Beni gözüne kestiren bir yönetmen destekçim olmuştu. Yabancılarla çevrilecek bir ortak yapım film için beni önermiş. Baş roldeki ünlü bir İngiliz oyuncunun yanında yer alacaktım. Ve sınavı kazanmıştım. Sonunda kast belirlenmiş ve bizdeki ekibin tanışması adına bir parti düzenlenmişti. O partiye gitmek için -eskiden olduğu gibi- özel bir giysim yoktu. Ama zaten böyle bir gereksinim de duymuyordum. Öğrencilikten yeni çıkmıştım. Dört yıllık savaşımda giymeye alıştığım kot pantolon ve kazaktan başka; görünmeyen apoletlerim -çalışarak kazandığım- başarılarımdı. Yönetmenimle birlikte ödül törenine gittik. Tören için ayrılan masa yirmi kişilik kadardı ve herkes oturmuş masa sonunda görülen iki boş sandalye bizi bekliyor olmalıydı. Uzun yoldan gelmiştik ve yeterince acıkmıştık. Sandalyeleri çekip oturduk. O sırada bir garson yemek servisi yapmaktaydı ama sıra bize gelince servis tabağı bırakmadan gitti. Bekledik. Lâkin servis yapılmıyordu ve bu böyle devam ederken de atlamayı sürdürüyor olunca uyardık “Bize neden servis yapmıyorsunuz?”diyerek. Garsonun yanıtı hayli ilginç olmuştu. “Onlar bizden değil, onlara servis yapmayın demiş.” Masanın başındaki düzenleyici. Çaresiz izleyip bekledik ve yemek sonunda önündeki plaketle ayağa kalkan masa başındaki düzenleyici kısa bir konuşmayla ödül vereceği adı; yani adımı ünledi. Kalkmıştım yerimden arayan gözlerin karşısında dikilerek ve gidip almıştım ödülümü…

bottom of page