Üniversiteden Eşsiz Bir Fırsat; Tavuk İsteyene Kızarmış Tavuk Resmi
top of page

Üniversiteden Eşsiz Bir Fırsat; Tavuk İsteyene Kızarmış Tavuk Resmi

Güncelleme tarihi: 23 Mar 2023

Şenol YAZICI

*


Çoktandır gözlerim sorunlu. Kitap okuma aşkımı bilen bilir, onca yıl, onca kitap... Ardından bilgisayarla hasbihal; yetmiyormuş gibi onunla çalışmayı hayatın tek anlamı haline getirdiğim bir süreç; onca kitap, onca dergi, onca sayfa... Yakınmam yersiz, bunca hor kullanmaya karşın gene de iyi dayandı gözlerim. Zaman zaman su koyverir gibi olsalar da azıcık ara verdiğimde yeniden o gümbür gümbür bayram güzeli hallerine kavuştular, ele güne muhtaç etmediler. Ne var ki bir yere kadarmış...

Bir yıldır olumsuz sinyal veriyorlardı, doktora gözükmeliydim, ama göz doktoru nerde? Ardı ardına yapılan onca şehir hastanesine, hükümetin farklı algı oldurmaya çalışmasına karşın durum hiç de öyle gözükmüyordu. Kimbilir kaç kez devlet hastanelerinden randevu almaya çalışmış ya alamamış ya da aldmayı başardığım her randevuya birkaç gün kala “çalışma saatlerinde oluşan değişiklik nedeniyle “ randevum otomatikman iptal olmuştu. Önce bir benim başıma gelendir diyerek çok üzerinde durmasam da zamanla anlatılanlardan göz hastalıklarında devlet hastanesinde tedavi ol/ama/manın genel KADER olduğunu gördüm. Sorarsan çağ atlamıştık, sağlık sektöründe yaptıklarıyla övünen hükümetin hiç de gururlanacağı bir tablo değildi bu hal.

Ben de çözümü özele gitmekte bulmuştum.

Birkaç kez paraya kıyıp özele gitmiş, ne var ki iş bir türlü asıl sorunuma gelemeden ya göz tansiyonu ya katarak ya da sarınokta arayışı içinde kendimi bulmuş, ek işlerle tonla para ödediğim halde gidiş gerekçemi de unutarak çıkmış sorunlarımı da sürekli ötelemiştim.

Bu özel diş polikliniklerinde de başıma gelendir. Diş çektirmeye giderim mini etekli kızların dayattığı giriş taksimini aşmam hayli zordur, önce panoramik çene filmi, ardından bilmem ne … diyerek gidiş gerekçenizi unutturacak ne varsa yaparlar. Bu nedenle birkaç dişimi hatalı tedaviyle çektiklerini bile bilirim.


Son zamanlarda uzun süre bilgisayar karşısında çalışınca batma, kızarıklık, sulanma hallerine bir yenisi eklendi. Gözün birinde göz bebeğimi tehdit eden görünür bir deformasyon hızla büyüyordu. Baktığım en güzel görüntü, o an güzelse başka bir an da ise sanki bir görünmez elle uçlarından çekiştirilerek en çirkininden bir hale dönüşüveriyordu. Bu da beni iyice endişelendiriyor, aramayı genişletip yakın ilçelere de bakıyordum. Ne var ki randevuya açık tek hastane çıkmıyordu.


Özele gitmekten başka yolum kalmadığını anlayınca çevremde birkaç yıl içinde pıtrak pıtrak açılan göz hastanelerinden birine uğradım. Normal doktor muayenesi 500 liraydı. Proflar 1000 lira, anlaşması olmayan proflar ise 2000 TL...


Gene paraya kıyma zamanıydı ama olası bir cerrahi müdahale durumunda başıma gelebilecekleri ve karşıma çıkacak maliyeti hesaplayınca duraladım. Devlet hastaneleri bana daha güvenilir geldi, niteliksiz ve çok az zaman ayırıyorlardı ama sonrasından bir çıkar sağlama şansları olmadığından başka tedaviler gündeme gelmiyordu en azından. Sorunu ve çözüm yollarını netleştirinceye kadar akıllıca olmaz mıydı bu? Yeniden aramalara başladım, dağ kasabalarından en gelişkin şehirlere değin arama motoruna talimat bırakıp arıyordum. Bir saat mesafelere razıydım, yoktu.


Başıma geleceği bildiğimden danışmadığım çokbilmiş bir arkadaşım fikir verdi sonunda. Önce yan masada kulak vermişti konuşmamıza, sonra da arkama sokulup kulağıma bağırmaya başlamıştı. Uludağ üniversitesinde küçük bir poliklinik değil, koca bir bina ayrılmıştı göz için. Aklım yok muydu, orayı niçin düşünmüyordum? Param çoksa bile doktorların iştahını artırmanın alemi neydi? Orda yer bulamayacaktım da nerde bulacaktım?


Ertesi gün mal bulmuş mağribi gibi sabahın köründe yola çıktım. Doğruydu, koca, ayrı bir bina göz polikliniği yapılmıştı. Umut ve sevinçle hayli geride olan binaya koşarak gittim. Girişte danışma da bekleyen sıraya girmiş insanları görünce moralim biraz bozulsa da camlarda asılı olan “Randevularınızı şu telefondan ya şu internet adresinden alabilirsiniz,” yazılarını okuyunca rahatladım. Her yer randevuyken siz bu kolay yolları kullanmıyor burada sıraya girmeyi yeğliyorsanız devlet ne yapsın?

Çift kanallı girdiğim sırada çok insan vardı ama gişedeki iki danışmanın maşallahı vardı, arı gibiydiler. Gelene bir takım irili ufaklı kağıtlar verip gönderiyorlardı. Bekledim, neden sonra bana da geldi sıra.


Nedense bana sandalyesinde emaneten oturan hissi veren bir kadın “Nedir derdiniz?” dedi.

Aklımdan "Kızarmış tavuk var mıydı? " demek geçti, ama demedim,

“Randevu almak istiyorum,” dedim.

Kadın önüne, öteye beriye bakındı. Sonra kalktı öteki memurenin önünden küçük bir kağıt destesi aldı, birini ayırdı bana verdi.

Galiba randevuyu kapmıştım.

Tavuğu kapmış tilki gibi gururlandım.

İşte aklımın, devletine güvenmenin ödülü, hem param cebimde kalmıştı, hem de gözümü güvenceye almıştım. Bütün yaptığım azıcık düşünmek 30 kilometrelik bir yolu gelmekti. Bu aklı bana veren arkadaşını beni azarlamasını hala af edememiştim ama onu dinlemekle iyi yaptığımı görüyordum. Aklımı seveyim.


Şeytan dürttü herhalde, o minik kâğıda bakayım, doktoru ve tarihini anlayayım diye kâğıdı ters çevirdim, işte o an gözlerime inanamadım. Verdiği kâğıtta bir doktor adı, gün ve saati değil, camlarda büyük büyük yazılı randevu alınacak telefon yazıyordu.

Öfke ve hayal kırıklığıyla söylendim kadına.


“Ne bu?”

Kuzu gibi bekleyen insanların sessizliğinde sesim biraz yüksek gibi geldi bana, top mermisi gibi. Ürken kadının gözlerine baktım. O anda neden emanet sandalye hissim oluştuğunu da ayırt ettim. Bu kadın burada aslen görevli filan değildi, sanırım hastanede hizmet verenlerden biriydi, mevsimlik işçi filan ya da aşevinde çalışan… Oraya öylece oturtulmuş olmalıydı. Çünkü işini yapan her işçi kısa sürede ibrikçibaşı örneğinde olduğu gibi ego geliştirir, işine hâkim olmaya çalışır, akıl derecesine göre de onu çevreye de dayatır, bunda hiç de öyle bir tavır yoktu.

“Bu camlarda yazan telefon numarası dedim, bense randevu almak için gelmiştim.”

“Oraya telefon edin," dedi kadın. "Verirler…”

İyi de bu hastayı kandırmak değil mi, gel sabahın köründe fakültede sıraya gir, ama eline bir telefon numarası versinler. Kalkıp gelmişim işte, belki ben telefon özürlüyüm… olmaz mı?

Kızmam gerektiğini, çok kızmam gerektiğini hissediyor, ama neye kızacağımı ayırt edemiyor, boğulacak gibi oluyordum. Bir yandan da “emanetçi” birini, yap denildiği için yaptığından dolayı azarlamak, dahası “hastanede şiddetin faili” gibi de gözükmek istemiyordum. Yanlış bir şey söyleyeceğim diye de kaygılıydım.

Kestirmeden gitmesem korktuğum başıma gelecekti.

Aklıma gelen ilk örneği söyledim.

“Bu hastayı kandırmak, tavuk isteyen hastaya tavuk resmi vermek gibi… Hem de bunu yapan bir fakülte…”

“Ne alaka, “ diyecek diye ödüm koptu. Ama bir zamanlar herhalde müthiş güzel olan, şimdi kat kat kırış kırış derilerin arasında enkaz gibi gözüken balkan mavisi gözlerinde sadece “çattık şimdi” der bir hava vardı.

Ona bu denli kızmama da kızıyordum, o "de böyle" dediklerini yapıyordu hoş. İyisi mi uzaklaşmalıydım buradan.

Yerimden ayrıldım, bir süre ne yapacağıma karar veremeden dolaştım. İçerilere girdim çıktım, birkaç yere paralı tedavi olup olamayacağımı sordum. Onda da bayrama kadar randevu yokmuş. Ondan sonra da yok, ama randevuyu deneme şansı doğuyormuş işte. Temiz havaya çıkmalıydım.

Dışarı çıktım, derin derin birkaç nefes alıp minik kâğıda yazılı numaraya telefon ettim. Uzun bir bekleyişten sonra çıkan ses bana “ Üniversitenin internet adresine başvuracaksınız, ancak oradan randevu alabilirsiniz.

Peki, sizi ben niye arıyorum?”

Ne bileyim,” dedi kafasında çakan ampulü burdan bile gördüğüm ses. Pası bulmuşken keyifle topu yerleştiren bir edayla ….”Arayan sizsiniz…”

İnadına sustum.

Aklımda kızarmış tavuk resmi, cep telefonumdan interneti açtım. Fakültenin göz polikliniğinin sayfasını buldum.

Bir hevesle kapalı gözüken takvimdeki randevu saatlerine baktım, gelecek aylara da … Yaza doğru bayramda bitiyordu ama tek açık randevu ya da bir umut gözükmüyordu.

Koca bina, onca gözcü doktor buhar olmuş gibiydi.


Yüğrürken çiçek kesmiş ağaçları görmek gergin ruhuma iyi geldi. Yandaki koca alanı kaplayan, hiç de öyle eşsiz bir Türk mimarisi örneği gibi durmayan, aksine Kordoba'daki Kurtuba camii ya da Kudüs'deki Mescid i Aksa karışımı bir yapı grubuna denk geldim. Öğrencilere ibadetleri için yapılan yeni bir cami olmalıydı, ama ne kadar da büyük ve gösterişliydi öyle.

Kendimi, kızarmış tavuğu ya da resmini, hatta gözümü … her bir şeyi unutmuş gülümseyerek onu seyrediyordum ki yanımdan geçen birisi “İlahiyat Fakültesi İnşaatı“ dedi,

"İtibardan tasarruf olmaz," diyordu sanki.

Kral çıplakken bile mi?...


Bu gözüme tez zamanda çözüm bulmalıyım, baksana aklım ne biçim karışıyor.

23 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
1/3
bottom of page