top of page

SARNIÇ


-KARADAĞ, Karaman, KONYA-




Sene 1962. Erzurum Yavuz Selim öğretmen okulundan, Yüksek Öğretmen okuluna seçilmiş, son sınıfı Ankara’da okumuştum. Sonra da fakülteye başlayacaktım. Bu arada Yavuz Selim Öğretmen okulunda, geride bıraktığım devre arkadaşlarım diplomalarını almışlar, bir bölümü de Ankara yakınlarına Konya’ Karaman’a öğretmen olarak atanmışlardı.


Karaman’da bir dağ vardır. KARADAĞ. Dağ deyince öyle Karadeniz’, Akdeniz'deki gibi ormanlarla kaplı, başdöndürücü yükseklikler düşünmeyin, dümdüz bir ovada dağ ne kadar olursa... Ötekilerden biraz yüksek kel tepelerin hepsine dağ denilir orda. İşte benim beş arkadaşım da bu Karadağ’ın eteklerine serpilmiş beş köye öğretmen olarak atandı.

Ben de kafaya koydum, onları ziyarete gidecektim. Trabzon’da iken birkaçıyla görüşmüş kararlaştırmıştık, görüşemediklerime de mektup yazmıştım Ankara’ya dönünce. Nasıl gelebileceğimi de anlatmışlardı. Karadağ’da hayvancılık yaygındı, orda yetişen hayvanların, özellikle koyun keçi gübreleri Mersin çevresinde mandalina, muz bahçelerinde hayli itibar görüyordu. Kamyoncular bu gübre için oralara değin gidiyordu. Onlarla gidebilirdim.


Güzel bir sonbahar günü yola çıktım.

Önce Konya’ya sonra da Karaman’a ulaştım. Kamyoncuları elimle koymuş gibi buldum, biriyle anlaştım ve boş kasasına tırmanıp içerde oturan yöresel giysiler içinde birkaç kişinin arasında kendime boş bir yer bulup tutundum. Tutundum ama arabanın gübre artığı zemininde, toz toprak içindeki kasasında çoktan üstüm başım kirlenmişti. Bir şey dikkatimi çekmişti, kadınlar un içindeydiler. Yanımda çamurlu tabana diz çökmüş, durmadan sigara içen iki köylü erkeğe sordum nedenini.


“Ekmekten geliyorlar,” dedi.

Benim anlamadığımı fark eden öteki, “Buralarda ekmekler birkaç aylık yapılır, imeceyle. Kaynıma gelip altı aylık ekmek yaptık. ” Yanındaki beze sarılı yufkaları gösterdi.


Değle köyüne vardım. Köye o yıl okul açılmış, ağıldan bozma bir okul bulunca öğretmeni de bulmak zor olmadı. Okulun yanıbaşındaki bir binadaydı köyün ilk öğretmeni. Arkadaşım Sami’yle kucaklaştık, bir şeyler atıştırdık, biraz sohbet ettik, yirmi tane filan öğrencisi vardı, bir sorunu yoktu. Yatıp uyuduk.


Sabahta çıkıp dolaştık. Sami bana köyü gezdiriyor, tabi ki okulunu da gösteriyor. Girişte uzaktan bir fidan irisi ağaç görüyorum kapıda. Yanına gittiğimizde yere eğreti sokulmuş yaprakları yarıyarıya kurumuş bir çınar dalı olduğunu fark edince arkadaşıma merakla soruyorum.


“Hayat bilgisi için kullandığım bir ders aracı…” diyor.

Merakla baktığımı görünce sürdürüyor konuşmasını: “Mersin’den aldım, yol kıyısına gelişi güzel atılmıştı. Kamyona atıp getirdim. Öğrencilere, bunun köklüsü ve daha uzun boylusuna ağaç denilir diye anlatıyorum, ne yapayım…”


Alçak iskemlelerde oturmuş çay içen birilerini görünce köyün kahvesine geldiğimizi anlıyorum. Hacı dedikleri yaşlı bir adamın yanına oturuyoruz, beni tanıştırıyorlar. Hal hatırdan sonra arkadaşım Hacı’ya anlayamadığım bir şeyi soruyor: “Hacı ağbi, sarnıç ne oldu?” diyor. Kendi aralarında özel bir şey deyip çok kulak vermediğim “sarnıç” konusuna pek aldırış etmiyorum. Ne var ki valiliğe sorduklarını, şimdi de diyanete yazdıklarını öğrenince ilgim artıyor.


Arkadaşımın çayından yudum almasını fırsat bilip: “Sarnıç nedir?” diye soruyorum. Ne var ki yanıtı net duyamıyorum, Hacı ve arkadaşım ayaklanıyor: “Hacı bizi öğle yemeğine çağırıyor diyor, gitmesek ayıp olur.”


Toprak, tek katlı evlerin arasından Hacı’nın evine gidiyoruz. Düzayak çatısına sofra kurmuşlar, başına oturuyoruz. Sofrada bir deste yufka ile kapağını açınca gördüğüm bir kase sıvı pekmez vardı.

“Başlayın, yemekler arkadan gelecek,” diyor Hacı, “Sıra misafirindir.”

Bense etrafta kaşık ve çatal aranıp: “Yok, “diyorum, “biz de sıra her zaman büyüğündür, sen başla.”


Sonunda Hacı ikna olup başlıyor, bense kaşık olmadan pekmezi nasıl yiyecek, diye pür dikkat kesiliyorum. Yufkanın birini alıyor, dürüm, daha doğrusu dar bir külah haline getiriyor ve o külahı pekmezin içine daldırıp yemeye başlayınca bana bir rahatlık çöküyor ki sormayın. Hemen aynı şeyi yapıp sanki pekmezi kırk yıldır öyle kaşıklayan biri edasıyla kaseye batırıyorum.


Pekmez insanı susatıyor, masadaki ibrikten maşrapama doldurup yanmış gibi içiyorum. Birden aklıma sarnıç konusu geliyor, tekrar soruyorum.

“Bu sarnıç suyla ilgili bir şey galiba,” diyorum. Sorarken aklıma kitaplarda okuduğum “Yerebatan Sarayı Sarnıç’ı ” geliyor, pişman oluyorum ama iş işten geçiyor.


Umduğum yanıt yerine Hacı : “Çocuk öldükten sonra…” diyor.

“Ne çocuğu?” Dehşet içinde kalmış soruyorum.


O zaman öğreniyorum. Bu susuz köylerde tek su kaynağı yeraltı sularıymış. Bu nedenle köyde yağmur ve kar suları biriksin diye bir sarnıç yapmışlar. Üstü açık kalmış sarnıcın, çocuğun biri de içine düşmüş boğulmuş. Şimdi suyun içilip içilemeyeceğini öğrenmeye çalışıyorlarmış. Köyün imamına sormuşlar, o içilir demiş, muhtara sormuşlar aynı, ilçede müftüye, hatta il müftüsüne onlar da içilir demiş, herhalde çaresizlikten demişler, şimdi de Ankara’ya diyanete yazmışlar, ordan da geçenlerde keşfe gelmişler, çocuğun cesedinin ne kadar orda kaldığını soruşturmuşlar, …

Gerisini çok merak ediyorum ama midem kaldırmıyor, öğürüyorum, elimi ağzıma kapayıp damın kenarına koşuyorum. İçimdeki herşey, pekmez ve su geri geliyor.

Perişan bir halde geri döndüğümde güya soğukkanlılığımı toplamış havasında soruyorum:

“Ne kadar kalmış çocuk orda?”

“Bir saat bile değil … “ diyor arkadaşım, “Yani için rahat olsun, ceset çürümedi.”

İçim laf dinlemiyor.


Ertesi gün akşamdan karar verdiğimiz gibi Karadağ’a gitmek için hazırlığa başlıyoruz.

Tepeye vardığımızda turistlerin ziyaret ettiği koca bir manastır enkazı ve yine zamanında oradaki rahiplere hizmet veren bir sarnıç görüyoruz. Sarnıç hala su tutuyor. İçindeki suyun temizliği gözalıyor, bakraçla aldığım suyu bir başıma içiyorum desem yeri.


Dönüşte yağmur birden başlıyor, sonra dolu. Fındıkla ceviz arası büyüklükteki dolulardan kaçıp sığınacak bir yer yok. Başımızı korumak için bulabildiğimiz büyükçe kayaların altına başımızı uzatıp deve kuşu gibi güya saklanıyor, bedenimizi kırbaç gibi döven doluların etkisinin bitmesini bekliyoruz.

Bitip de güneş de çıkınca köye dönüyoruz.


Kimseye yakınmıyorum ama ağzıma hiç su koymuyorum ondan sonra, ertesi gün, bir başka Karadağ köyüne gitmek için evden çıkana değin.


Gideceğim köyün adı Karacaviran, Ahmet orda öğretmenlik yapıyor. Değle köyünde konuştuğum kişiler bu kez otobüsle gitmemi öneriyor.

Otobüs kamyona göre çok rahat, bir zaman güzel güzel gidiyor, bir ara uyuyorum bile. Ama bir köyden geçerken birden arıza yapıyor Bir süre motoru kurcalayan şoför, daha ileri gidemeyeceğini söyleyip başımızın çaresine bakmamızı istiyor. Yolcuların çoğunun bir tanıdığı var, ona sığınıyor. Ben kalıyorum bir başıma. Yağmur da başlıyor, akşam da oldu olacak…

O arada Allah göndermiş gibi bir traktör geliyor, biz birkaç geride kalan Karacaviran yolcusu konuşuyoruz sürücüyle, anlaşıyoruz. Ben binene kadar herkes küçük kasayı dolduruyor, bana da şoförün yanı kalıyor. Üzerimdeki ince pardösüme nasıl şükrediyorum, ama yine de sırılsıklam ıslanmama, toz toprakla çamura bulanmama engel olamıyor.

Köye gecenin geç saatinde varıyoruz, öyle ki arkadaşım Ahmet uyumuş, yataktan kaldırıyorum. Gözlerini ovuşturarak uyku mahmurluğundan sandığım şaşkınlıkla beni tanımıyor, yüzümü işaret ediyor, ben Ali dedikçe de Sen Ali misin, diyor. Ne dediğini anlayamıyorum ama içeri girdiğimde yüzümün boydan boya çamur kaplı olduğunu görüp ben bile tanımıyorum kendimi.


Ertesi gün pırıl pırıl bir güneşe gözlerimi açmak iyi geliyor. Giysilerimi yıkamak istiyorum, ama orda da su yok. Ben odada oyalanırken köyün bunun için tahsis ettiği bir eşekle biraz uzaktaki kuyudan su almaya gitti Ahmet. Köyde su sıkıntısı varmış, daha doğrusu tüm Konya’da… Bir sarnıçları vardı ama Allahtan içinde çocuk boğulan bir sarnıç değildi.


Bir şey var beni huzursuz eden, ne olduğunu bilemiyorum ama bir an önce dönmek istiyorum. Ertesi gün başka bir köye İstasyon köyüne gitmek için ayrılıyorum. Bu kez okulun eski olduğunu ve güzel bir lojmanı bulunduğunu görünce epey rahatlıyorum ama bir sonraki gün de Ankara’ya dönmek için arkadaşımla vedalaşmamın önüne geçemiyorum. Oysa daha ilki köye uğramam gerekiyordu ama, arkadaşlarım hiç kusura bakmasın, çektiklerim yeter, yapamayacağım.


Dönüp de 15 -20 gün normal su içemediğimi fark edince gerginliğimin nedenini de çözüyorum.

-Ali GÜDÜ,

Nilüfer Öğretmenler Derneği



18 Ekim 2023-

*

Anlatan: Ali GÜDÜ
Yazıya döken: Şenol YAZICI

36 görüntüleme1 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

1 Comment


Erhan Tığlı
Erhan Tığlı
Oct 21, 2023

Acı tatlı anılar yıllar geçtikten sonra bile unutulmaz. Önce acı gelenler yıllar sonra tatlı gelir. Keşke o yaşta olsak da o günleri görsek, denilir.

Like