Anadolu'da Bir Mum Yakmak
top of page

Anadolu'da Bir Mum Yakmak

Güncelleme tarihi: 22 Oca 2021


Şenol Yazıcı / maviADA DERGİSİ

/

SÖYLEŞİ:



Şenol YAZICI'YLA Anadolu, Sanat ve Hayat Üzerine:

Olimpos Kültür Sanat Dergisi_1. sayı Ocak 2011


14 Aralık 2010, 13:32*


/

Anadolu'da Bir Mum Yakmak ya da Kurbağadan Fil Yaratmak

/


“Bugün, ortada bir gariplik varsa, bunda 12 Eylül sonrası ortaya çıkan kimlik bunalımının tohumladığı yoz edebiyatın ve insanı yaratan ve ona ruh kazandıran analarımızın büyük sorumluluğu vardır. Çünkü onlardır her toplumda İNSAN YARATMA ATÖLYELERİ...”




Özetle Şenol YAZICI:

"İnsan Savunduğudur, Sanat Yalnız İnsanın Kadim Başkaldırısıdır, diyen yazar, Trabzon’da doğdu. Trabzon Öğretmen Okulunu bitirdi. Sivas'ta İlkokul öğretmenliği yaptı. Ardından Edebiyat Fakültesini bitirip Uşak, Adapazarı, Trabzon, Yalova, İzmir ve Bursa'da Edebiyat öğretmeni olarak çalıştı. Eğitim Yönetimi alanında lisansüstü eğitim gördü. İlk öyküsü yayınlandı(1979) Televizyon, radyo programları yaptı. Gazete ve dergilere yazdı.


1997'nin sonunda ilk kitabı 'Selam Söyleyin Ayışığına' nın birinci baskısı çıktı. Kitabın ikinci baskısı aynı yıl Bumarang yayınlarınca yapıldı(1998). 1999'da "Benim Kimsem Olsana" adlı öykü kitabı yayımlandı.. 'Kitabın 2. Baskısı, denemelerini içeren 'Sevgili Yaz Annem adlı kitabıyla birlikte çıktı. ( 2000) Yalova'da öğretmenken yaşadığı deprem nedeniyle önce İzmir'e ardından Bursa'ya taşındı.


2002' Mayıs'ında bir grup arkadaşıyla kimseSİZ kültür sanat edebiyat dergisini kurdu. Dergiyi 2004‘te kapatınca Internet’te hala yayınını sürdüren maviADA sitesini kurup iki yıl düzenli olarak ( www.adasanat.wixsite.com/maviada ) yönetti.

2005 yılı sonunda toplumsal gerçekçi sanatı payda alan maviADA dergisini kurdu. Aynı dönemde İstanbul’da bir yayınevinin yetişkin edebiyatı bölümü yayın yönetmenliğine başladı.


BAĞBOZUMU romanı(2006), AŞKARAYAN öykü(2006) kitabı yayımlandı. AYZAMANI (2007) şiir çıktı. EFSANE (2009) BUZDAN KALELER (2009) adlı ilk gençliğe yönelik kitapları yayımlandı. BUZDAN KALELER’in ikinci baskısı 2010 , 3. baskısı Ocak 2011'de yapıldı. ADA(deneme) kitabı 2011 Ocak ayında çıktı.

Güneşe Dokunmak / Şenol Yazıcı

Şenol YAZICI’ın YAZAR ve ÜTOPYA (deneme) ve GÜNEŞE DOKUNMAK (roman) adlı internetten elektronik kitap olarak yayımlanan kitap çalışmaları da bulunuyor.

2011’de maviADA üyelerinin bir bölümünün yer aldığı , kendisinin iki sayıdan sonra yer almayacağını baştan belirttiği Olimpos_Bursa adlı dergiyi tasarladı, kurdu. Yöneticilerine teslim etti.


maviADA DERGİSİ: Köklerini 2002'de kurulan KimseSİZ dergisinden alan, toplumsal gerçekçi sanatı payda yapan, kültür sanat içerikli tüm ülkeye dağıtımı yapılan dergi 2005 te Şenol Yazıcı tarafından kuruldu. Temel ülküsü, kültür sanat adına planladıklarını aile saydığı üyesiyle yapmaktı. Beş yılda bizzat Cengiz Aytmatov’un katıldığı “Aytmatov Dosyası”, ülkenin ileri gelen çocuk edebiyatçılarının yer aldığı Çocuk Edebiyatı” , olmak üzere çok sayıda dosya, onlarca büyük etkinlik, söyleşi gerçekleştirdi. Tüyaplara katıldı. Başta Bursa ve Yalova olmak üzere belediyeler adına programlar düzenledi. Dergi yazarlarının ilk kitaplarının basılmasına aracılık ve yardım etti. ”Okur Yaratma” (http://okuryaratma.sitemynet.com) ve “Genç Sanat” (http://gencsanat.mynet.com) projelerini üretip söyleşiler yaptı..


Yazarları arasında Cengiz Aytmatov, Zülfü Livaneli, Demirtaş Ceyhun, Can Dündar, Ece Temelkuran, Prof.Dr.Ramazan Korkmaz… gibi irili ufaklı isimler bulunan ülke genelinden büyük ilgi gören maviADA dergisi, basılı dergi olarak çıkmaya ara verdi. Yayınını internetten sürdüreceğini duyurdu.

Yıl 2020 ve halen de maviADA adıyla yayınını sürdürmekte.

*

OLİMPOS DERGİSİ:

“Kurbağadan Fil Yaratmak ” dosyamız, Anadolu’da kültür sanat yapmanın, dergi çıkarmanın zorluklarını, bunun yanında onurunu da içeriyordu.

Osmanlı zamanında sadece saltanatın değil, batıyla ilişkileri yoğun, hatta uzun zaman ilişkisi olan tek kent İstanbul, ekonominin sanayinin, siyasetin, paranın ve de sanatın merkezi olmuş. Günümüzde kimi alanları başka kentlerle paylaşsa da gücünden pek bir şey yitirmedi, sanatın başkenti hala İstanbul’dur.

Bu konuda söyleşi için her iki deneyimi de İstanbul ve taşra’yı da tam anlamıyla yaşamış / yaşayan Şenol Yazıcı’yı düşündük. Sanat, edebiyat çalışmalarına, geleneksel olarak İstanbul’dan başlayan, ama şimdi taşrada da yapılabileceğini kanıtlayan, kimse-SİZ ve maviADA dergilerinin genel yayın yönetmeni, on kitabı olan yazar Şenol Yazıcı’yı bulduk. Davet ettiğimiz büromuzda genelde edebiyat, kültür sanat, ülkemiz ve dünya üzerine, özelde dergi gerçeği konusunda söyleştik. Söz sözü açtı. Böylece, aşağıdaki ilgiyle okuyacağınızı düşündüğümüz yazı ortaya çıktı.


Olimpos Dergi: Adettendir; kimdir ŞENOL YAZICI?

Şenol YAZICI: Peki, geleneğe göre de yanıtlayalım o zaman. Üniversite de edebiyat eğitimi gördüm, edebiyat memurluğu, yani edebiyat öğretmenliği yaptım. Bu arada memur olmadığım bir alanda kitaplar yazdım. Beş kitaptan sonra dergicilik geldi başıma. Şimdi şiirden denemeye, öyküden romana on bir kitabım var. Son sekiz yılımı, dergiciliğe ayırdım.


OLİMPOS Dergi: Genelde kültür sanat, dergiler ve taşrada sanat yapmak üzerine konuşalım, diye düşündük, ne dersiniz?

Şenol YAZICI: Doğru olur. Ülkemizde Osmanlıdan bugüne kültür ve sanatın tek merkezi oldu, hep: İstanbul. Oradan başlanırdı sanata. Yakın zamana değin, çoğu yazan çizenin dergilerden başlangıç yapması da bir gelenek, dahası zorunluluktu. Dergiler yazarı asıl tüketicisine, eleştirmenine ulaştırır, kendini sınamasını, bir tür notunu almasını sağlar. Başarılı olanlar sürdürür, okurlarını artırır, ardından sanatın başkentine sıçrama yaparlar, ulusal ya da küresel yaygınlığa ulaşırlardı. Yani her dergi bir yazar okuludur, aslında. Biz de kurguyu öyle kurduk. kimse-SİZ ve maviADA dergileri çok yazar yarattı, daha önce hiç yazma deneyimi olmayan, hatta yazmaya çekinenlerin kendine geliştirmelerine, kitaplarını yapmalarına yardımcı olduk. Okurla yüzleşen, alkış alanın yazma cesareti de artıyor. Kimileri, katıldıkları yarışmalarda ülkenin en büyük ödüllerini aldı. Kitapları çıktı. Şimdi ülkenin birçok yerinde yazıp çiziyorlar.


Olimpos Dergi: Yani siz de yazan herkes mi yazar oldu?

Şenol YAZICI: Keşke bunu diyebilsem, kimisinin salt gelişkin egosu oldu. Bu yetenek kadar sabır ve çalışma işi de. Kimse başlangıçta en iyisini yapamaz. Varlık dergisinin ya da bir başka derginin eski sayılarına bir göz attığınızda, o günün ünlülerinin yanında, sonradan ünlenecek yazarların, şairlerinin ilk görücüye çıkış fotoğraflarına da denk gelirsiniz. O solmuş sayfalarda şimdi ulaştığı yerde görkemli duran birçok ünlünün alçakgönüllü, heyecanlı nabız atışlarını hissederiz. Kimi isimler yitip gitmişken, kimisi de büyümüştür. Okurla yüzleşmeden yetkinliği ne olursa olsun yayınevlerinden, sanat dünyasından itibar göremezdi. Bu da sanatın kırılmayan gelişim zinciri gibi bir şeydi ve yanlış değildi… O nedenle söylene söylene bir efsaneye dönen, anıtsal dergiler vardır bizde. Serveti Funun, Varlık, Yeni Ufuklar… gibi daha adını sayamadığımız bir çok dergi…

İlgili ortamlarda çok adları geçen, ruhani birer derviş tekkesi gibi duran, aydınlar, yazarlar, çizerler tarafından en azından özgeçmişlerinde adları onurla yazılan bu dergiler, oluşan kutlu halenin dışında çoklukla bir tek insanın büyük emeğini, aşkını ve inadını taşırlar. Onlar, üretenin bu dünyasını tüketirken garip bir çelişkiyle öteki dünyasına artılar taşıdığı varsayılan birer ömür törpüsüdür. Anadolu’da bir şey yapmanın ya da olanaksıza özenip başarmanın yani ‘kurbağadan fil yaratmanın’ da mucizevî örnekleridir de… Bu yaratılışı, sanatsal beklentileri farklı insanları biraz daha yakından anlamak ve tanımak için başlattığınız bu dosya çalışması hem çok anlamlı, hem de başlangıç için yakışır buldum. Kutlarım.


Olimpos DERGİ: Teşekkür ederiz. Genelde sanat, özelde edebiyat sizce nedir?

Şenol YAZICI: Toplumsal düşünce ve insan yaratma atölyesi. Bana göre bir toplumda yaşayan insanları yaratan, değerlerle donatan ya da olanı geliştiren, ruh veren iki temel güçten biridir edebiyat… Öteki de analar… Okullar,çevre de eklenebilir, ama temel bunlardır.


Taştan Çıralar: Analar? İlginç bir yaklaşım ki doğru olabilir. Peki, bu iki güzellik yaratma atölyesi “ başarılı oluyor mu sizce?

Şenol YAZICI: Güldürmeyin, bu ortamda nasıl olacak o? Üretime herkesin katıldığı, fırsatların, kazanımların emeğe oranlı dağılımının gerçekleştiği bir düzen oluşmadan, edebiyattan da hayır bekleme, sanattan da, insandan da… Yani önce sistemi, ardından insanı reform edeceksin… O düzgün ortamdan sağlıklı etik insanlar çıkacak… Çocuğu yalnız doğuran, büyüten değil, ona ruh da kazandıran anaların rolü unutulabilir mi? İyi edebiyatı, iyi sanatı yaratacak olan onların yetiştireceği iyi insandır. Var olan çoğu güzelliklerin iyi insanların yaratıcısı anadır, ama kötüleri Hitler’i de doğuran, terbiye eden bir anne vardı . Bir toplumda analar iyi yetiştirilmişse o toplumdan korkma. Anayı da kim yetiştirecek , düzgün ortamlar, sağlıklı etik insanlar ve gene bir ana… Çocukların ilk öğretmenleri anneleridir, son öğretmenleri de… Onlar iyi edebiyat yapacaklar. Ama şimdi edebiyat sınıfta kaldı, çünkü yaratacak insan ruhu girdapta, büyük bir akıntıda… O zaman anaları iyi eğiteceksin, bu insanları edebiyat ve analar dışında kim uyutabilirdi bu kadar?


Hiç bir edebiyat yaşananlar karşısında başarılı olamıyor, olamaz. Olsa olsa onun şakşakçısı, yağdanlığı, alkışçısı olup sermayeyi doğrultur. Bugün, ortada bir gariplik varsa, bunda 12 Eylül yılgınlığının, sonrasında ortaya çıkan kimlik bunalımının tohumladığı yoz edebiyatın ve insanı yaratan ve ona ruh kazandıran analarımızın büyük sorumluluğu vardır.


Bizde böyle de dünya farklı mı? Sorunların bir bölümü dünyanın öte ucundan başlıyor zaten. İnsanın bu denli bozulduğu, çaresiz kaldığı bu ortamda hiç bir edebiyat yaşananlar karşısında başarılı olamıyor, olamaz. Olsa olsa onun dalkavuğu olup kendini kurtarmaya bakar.


Mithat Yıldız: Bu bizi yeni bir dinin gerekliliğine mi götürür?

Şenol YAZICI: Dinle kastettiğiniz küreselleşme altında dünya ticaret tekellerinin dayattığı tektipleştirmeye karşı koyacak ortak, etik insanı yaratacak inanç, ülkü birliği verecek olansa, öyle. Şu gözden kaçırılmamalı. Sistemin ya da partinin ya da ideolojinin ürettiği adı ne olursa olsun kutsal değildir. Kutsal olan insandır ve onun iyi yaşama hakkı. Buna hizmet eden her yol doğrudur.


Olimpos Dergi: Bir yönlendiren edebiyat olmalı mı? Toplumcu edebiyat gibi…

Şenol YAZICI: Olumluya yönlendiren bir edebiyat gerekir, doğru, ama dayatan edebiyat değil, bu sanatın doğasına aykırı… Bu bir görüş salt, Tanrı kelamı değil ki. Realizm gibi, Romantizm gibi, Dadaizm gibi bir bakış açısı… Bu söylem güzel gelmiş bize, belki bir çıkış olarak gözükmüş, açmazımıza. Gorki’nin devlet desteğiyle başlattığı edebiyat komün hükümetinin anlayışının resminden başkasına izin vermiyordu. Gorki edebiyatın devlet memuru ve heykeli olmayı başardı, ama Şolohov’u, ama Solsjenistin’i görmezlikten geldik. Bizde de ithal düzenlerle idare edenler de sözde halktan yana edebiyat yapıyormuş söylemleriyle bir ideolojiyi, Karl Marx’ın siyasi görüşlerini poetik sosla sundular edebiyat adı altında. Marx buna inansaydı, şiir yazardı, roman yazardı. Marksizmi öğrenmek isteyen gider Das Kapital’i okur. Biz de kendimiz üretemeyince sorunlu halimize uygun geldi bu bakış açısı ve sarıldık, hele 60–80 arası. Kendi gerçeğimizle bağlantısını çok kurmadan, sanattan bir şey katmadan, imge yoksunu, didaktik, siyasi, ekonomik, sınıf mücadelesi içeren sloganlar… çok bir zaman edebiyat oldu bu ülkede. Büyük sorunlar içinde bocalayan kitleler de bir umut diye tuttu, ama ondan gününü aşamayan modeller ürettik, bugüne geldik. Herman HESSE ta o zamanda değiniyordu aynı sorunsala, ama kim aldırış ediyordu bu yanına? Nitekim yetmişli yıllarda sadece devrimci toplumcu edebiyat değil bir de ülkücü toplumcu edebiyat göverdi. Şimdi o iki taraf nerde, aradan kimler sıyrıldı, görülüyor. İslamcı edebiyat yükselişte...

Yazarın sadece ideolojinin enerjisine sarınmış, insana dayatan hiçbir düşünce tarzı edebiyat olma olgunluğuna ulaşmamıştır bence. Kişi olarak dilediğinizi düşünebilirsiniz, ama yazar olarak. Evrensel olmanız gerek. Balzac, aristokrat özentisi bir köylü, Goethe kralcı ve aristokrattı, ama yapıtları evrenseldir. Tabi ki sanat insan merkezli olmalıdır, insanı hiçleyen, insana düşman bir sanat doğası gereği olmaz zaten. Çünkü alıcısı odur, tüketicisi de, yaratanı da… Ama o insanı bir düşüncenin kulu yapmak yerine, özgürleştiren bir edebiyat olmalı; sisteme insandan yana muhalif, ütopyalar üreten, çözüm için dayatmayan ama seçenek sunan, toplumsal gerçekçi edebiyatı yeğlerim bu anlamda.


T.Ç.: Ülkemizde kültür ve kitaba bakış açısını nasıl buluyorsunuz?

Şenol YAZICI: Sanat altın çağını kuruluş döneminde yaşadı. Atatürk dönemindeki yeni ülkenin doğru yapıtaşlarını oluşturmak ve tek tek yerine yerleştirmek gayreti bir daha olmadı. Ne öyle yönetici geldi, ne öyle bir hava… Sonradan Amerika’dan esen rüzgarlara bağlı olarak kültür ve sanata savaş bile açtık bir ara. Sanatçıları tutukladık, hatta öldürdük, kaçmaya zorladık. Bugünse ötekilerden kötü değil tavır, istenen değilse de. Benim bir gördüğüm olumlu gelişme, okullarda okumanın gerekliliğine inanıldı. İletişimin hızla geliştiği günümüzde bu gereklilikten çok bir koşuldu aslında. Şimdi yazarla, kitapla ilgili etkinlikler düzenlenebiliyor. Gerçi bugün Bursa’da belli yayınevlerinin dışındaki yazarların okullara girmesi gene zor, ama bu ticari tekellerin el altından dayatması. Yani ahlak sorunu.

Hükümetin bir kanadı var bu işi iyi bilen, dershaneler açan, kitaba, iletişime yatırım yapan bir kanat; bu pazarı iyi görmüşler, sanata kitaba özgürlük gibi yapıp kendilerine ortam hazırlamışlar, biz de o arada birkaç kez gittik, yararlandık ama artık kimseyi sokmaya niyetli değiller...


Olimpos: Sanatın Başkenti İstanbul’dur, sözü doğru mu? Taşrada bir şey yapmak bu kadar zor mu?

Şenol YAZICI: Yukarda sözünü ettiğimiz ulusal sorunlarımız bunun belirleyicisi. Taşra olanaksızlık demek, o zaman salt sanat değil, her şey zordur. Sanat bizde aristokrat kimliğini, kentli giyneğini,, Cumhuriyetin ilk yıllarında ve 60- 80 arası moda etkiyle bir süre çıkardıysa da kozası gene kentti. Biz de sanatın gelişimin son iki yüzyıla kalması kent yaşamına toplu geçişin de bu yüzyılda hızlanmasındandır daha çok. Bin yıl ya başka uluslarla ya da devletiyle savaşan ya da konargöçer hayvan yetiştiren Anadolu halkının varsıllık, yerleşiklik, bolca zaman ve gelişkin estetik anlayış isteyen sanatı geliştirmesi beklenemezdi. Geliştirse bile o freskleri, vitrayları hangi anıtsal yapıya uygulayacak, şiirlerini, öykülerini hangi seçkin zümrenin beğenisine sunacaktı? Saray şaire bahşişle bakmasaydı Divan Edebiyatı mı olurdu? Camiler çiniye ilgiyle yaklaşmasaydı ne İznik, ne Kütahya olmayacağı gibi… Doğal değil mi bu, sanat gönül işidir, marifet de alkışa tâbi. Neden cami mimarisi bizde gelişti de, yapı yapsatçıya kaldı?

Kentli hatta başkentli kaldı sanatımız. Hala İstanbul buluşlu olmayan hiçbir sanat ürünü itibarını bulamaz, ağzıyla kuş tutsa da… Köklü geçmişi olan ve saltanatını sürdüren eski kentlerin yanında sanayi devrimi sonrası oluşan büyük kentler aynı zamanda sermayenin birikim yeri. Bazen o sermayeden yeni ticari maldan başka şeylere de bir pay düşer; örneğin sanata… Hal böyle olunca sanatın kenti, hem de en zenginini araması doğal değil mi? İstanbul, taşı toprağı altınla hala en zengin kentimiz.

Görünen bu gerçek değişmeyecek, en azından bir zaman daha. Ankara çok şey yapmaya çalışıyor, İzmir öyle, ama bakın koca Anadolu kentlerine ses yok… Durmuş oturmuş, paradan ötesi olduğunu gören burjuva sınıfını henüz yaratamadı, Anadolu.

Gerçek bu olsa da, Cumhuriyetin farkına varmasak da bize hissettirdiği başka bir yön de var; olanaksızı yaratma gayreti Anadolu’da da olur düşüncesi artık her imkânsız insan da var. Ama nasıl olur? Çatlarsınız, tüm olanaksızlığınızla, bilgi eksiliği ve deneyimsizliğinizle, dört yanınızı kuşatan haset ve çekememezlikle minik bir kurbağasınızdır ve garbın küreselleşen sanat tekellerinin tüm olanaklarıyla demir bir ordu gibi duran fillere özeniyorsunuz. Sizi taşrada sevmez, taşrayı pazar gören, payını tırtıklatmak istemeyen büyük sanat medyası da… Gene de bu olanaksızlıkta bir şeyler yapılıyor, en çok edebiyat. Çünkü edebiyat malzeme ucuzluğu ve moral gücüyle yoksula yakın durur. O düzeyde eğitilmemiş Anadolu halkı Picasso’yu anlamaz, Vivaldi’yi sevmez ama güzel bir şiiri, güzel bir romanı anlar ve sever, hele kendi türküsünü bulursa. Ayrıca herkesin içinde o düşünce de vardır, biraz daha zorlasam, daha iyisini ben de yapabilirim, hissi. Bu önemli bir paydadır.


Olimpos Dergi: Bu bizim dosyamızı da açıkladı. Ülkenin çok yerinde yaşamışsınız. Ne var ki her kitabınızda olmasa da öykü ve romanlarınızda Karadeniz, doğa, etik değerler çok belirgin. Yazıyla coğrafya arasında bir bağ var mı?


Şenol YAZICI: Olmaz mı? Ben Karadeniz kökenliyim. Bu didaktik bir kopmazlık, bağdan öte… Nesnel koşullar, somut ve soyut varlığımızın başat belirleyicisidir. Ekvatorda yaşayan kar, kuzey kutbunda yaşayan muz görür mü düşlerinde? Yaşadığınızdan düşlerinizi, yarınınızı, yazdığınızı ve aşkınızı üretirsiniz. O nedenle edebiyatın insan yanı vazgeçilmez yanıdır, diye düşünüyorum. Yazılarımdaki ruh da o, cilalansa, giysi değiştirse de. Boşuna mı diyoruz anaların suçu diye. Hala anamızın öğrettiği türküyü söylüyoruz aslında.


T. Ç.: Niçin ve ne zaman yazmaya başladınız?

Şenol Yazıcı: Bunun kesin, şundan diyebileceğim bir yanıtını henüz bulamadım. Ama bulduğum bir gerekçe var: Yazınca dünyayla ve olumsuzlarla olan kavgamı, koşullarını kendimin belirlediğim ve kolayına yenilmeyeceğim bir alana çekiyorum.

Bundan da edebiyatı bir müdahale aracı olarak gördüğüm ortaya çıkıyor kuşkusuz. Zaten, yalnız ve yenilen insanın en kadim dostudur, sanat diye düşünmem bundan. Bir şeyler yolunda gitmiyordur ya da gitmemiştir. Hala kanayan bir yaranız, bitirilmeyen bir düşünüz, ütopyanız ya da aşkınız vardır… ya da söylenmemiş sözünüz. Hangisidir nedendir tam bilmem, ama bir rahatsızlık duyumsadığımdan yazdığım kesin. Ya da paylaşma arzusu. Bilirsiniz, mutluluklar paylaştıkça çoğalır, acılarsa paylaşıldıkça azalır.

Yazmaya lise yıllarında başladım denilebilir. Sonra da sürekli günlük tuttum. Çok genç yaşta başladığım ilkokul öğretmenliğim sırasında, özellikle yöneticilerin yasalardan aldıkları gücü nasıl keyfi kullandıklarına ilk kez tanık olacak, kitaba uymayan gerçek karşısında duyumsadığım şaşkınlık, gördüğüm, yaşadığım çelişkiler yazma arzumu artıracaktır. Fakülte yıllarımsa ülkenin topluca bir manyaklığa kapıldığımız günlere denk geldi. Büyük küçük komşumuzu, kardeşimizi öldürmeye tutuştuk… Ya kovalıyordunuz ya da kaçıyordunuz. Var olan sıkıntılara bir de can korkusu ve ülke kurtarma kaygısı eklenmişti. Sürekli yazıyordum. Ama kitaplaşmak çok sonraya kaldı.

Bizler çocuk yaşından beri büyük bir açlıkla okuyan, kitapla her şeyini oluşturmuş bir kuşağız. Bizi biz yapan çok şeyi, kitaplardan ve filmlerden almışızdır. İyi niyetli olsalar da fakültede olan sürekli okuyan, dünyanın öte ucuna üzülen oğluna kızına önder olacak kaç donanımlı anne baba vardı ki, o zaman. Bu nedenle kitaba da yazana da hala büyük saygım vardır. Bu saygı kitaplaşmada çekingen yaptı beni. Yirmi yaşında kimse “Savaş ve Barış”ı yazamaz, diye düşünürüm. Yaşanmışlık, olgunluk, birikim, anlama ister. Yazdığınız söz gibi değil ki, geri alınamaz.. Olgunlaşmayı bekledim.


M. Y.: Sonra dergiler mi gündeme geldi?

Şenol Yazıcı: Yazma serüveninde dergilerin gereğine çok inanmadım. Lise yıllarımdan beri kıt olanaklarımla dergileri düzenli takip eden iyi bir okur da olmama karşın, Tolstoy’un devrinde dergi mi vardı, diye düşünürdüm. Şimdiyse dergilerde yer almadan, yani okurla yüzleşmeden kimsenin kitap yapmasını salık vermem. Kazayla düştüğüm dergiciliğe şimdi öylesine inanıyorum. Hem Anadolu aydınlanmasına katkılarına hem de bizzat yazana kattıklarına...


Olimpos Dergi: Bu kazayı anlatır mısınız?

Şenol Yazıcı: Bursa’ya ilk geldiğim zaman, dergi çıkarmayı planlayan birileri onlara yardım etmemi önerdi. Yazıp çizen, kentte rol sahibi insanlardı. Var olan hem de iyi tanıştıkları ötekilerle neden yapmadıklarını sorgulamam gerekti, ama düşünemedim. İnsan kendinde bir özellik varsaymak istiyor demek ki. Zaten yapabileceğim sınırlıydı. Ben yazardım, arkadaşlardan yazı sağlayabilirdim, belki yönlendirebilirdim, hepsi bu. Başladık. Tanıdık yazarlardan yazılar, üyeler bulmalarını istedim. Sağ olsunlar, kısa sürede gerekeni yaptılar. Yaptılar ya bizim dergi heveslisi arkadaşlar, işin maddi yönünü ve emeğini gördükçe ortadan kayboldular. Sonunda verilmiş sözlerle bir ben kaldım. Bu arada gruba katılan hevesli ama deneysiz insanların da sayısı çoğalmıştı. Yaparız, ederiz diyorlardı. Karar verdim başladım. Devlet memuru olduğum için, sıkıntı olmasın diye çok istekli bir esnaf arkadaşı sahibi yaptım, Başka birini de yazı işleri müdürü … başladım. Ülke genelindeki bütün arkadaşlarımı da seferber ettim. İki sayıda da belki de ülkede benzer hiçbir derginin ulaşamadığı bir üye sayısına ulaştı Kimse-SİZ dergisi.


M. Y.: Ne güzel, hoş bir kazaymış.

Şenol YAZICI: Görüntüde öyle… Sonrası öyle olmadı. Dergi bütün üniteleriyle tam bir fabrikaydı aslında. Üyeler ve yazı akışı sadece başlangıçtı. Bu yazıların seçimi, düzeltilmesi, dizgisi, derginin tasarımı, matbaa hizmetleri, bilgisayar çalışmaları, büro işleri, gelecek planlaması, etkinlikler, üyelerle yazarlarla iletişim, yönlendirme, posta, kargo ve tabi üyelerden toplayabildiklerim dışında eksik kalan maddi bölüm… Hepsi benim üstümde kalmıştı. Onurlandıran yanı olduğunda herkes ortadaydı ama çözümde el veren yoktu. Öğretmenlik de yapıyordum bir yandan. Yetişemiyor, uyumadan günler geçiriyordum. Para yeterli olmuyor, yaşamsal gereksinmelerden vazgeçip dergi yapıyordum? Tasarruf olsun diye deneysiz olduğum bilgisayar, tasarım ve dizgi işlerini öğrenip kendim yapmaya çalışıyordum. Kimseye de yaranamıyordum. Bir sinir savaşı ortamında güzellik üretmeye çalışıyordum. Durum değişmeyince, bıraktım.


T. Ç.: İlk derginin adı ilginç: Neden KİMSE-SİZ adı?

Şenol YAZICI: Kimse-SİZ, daha çok içindeki güce güvenmeyi anlatıyordu. Öyle değil midir, kırk kapı çalarsınız, ama çoğu kez Kimse Biz'iz, Siz'siniz.. İnsanın en sağlam dayanak noktası kendisidir. Kimsesiz başladık, sonra kendimizi oldurarak kimse-BİZ olduk…


Olimpos Dergi: Evet, önceki deneyime karşılık kısa süre sonra maviADA’ da bunu başardınız, dergi yazana çizene kimse oldu.

Şenol YAZICI: O biraz daha farklı, maviADA hesaplı kitaplı bir aşk çocuğuydu. Artık bildiğim bir alana dönüyordum, bilinçle ve kendi seçimimdi. Kimse-SİZ dergisinden hemen hemen kimse yoktu kattığım, aktif rolde. Bana yardımcı olmaya söz vermiş birkaç daha güvenilir arkadaşım vardı. Kuralları, ilkeleri olan, kendine güvenen, salt amacına kilitli bir dergi. Arkadaşlarımın hepsi olmasa da bir bölümü, büyük ölçüde bu sorumluluklarını yerine getirdiler. Bu sayede de hedeflenen beş yıl dergi çıktı. Örneklerine göre iyi sayılabilecek başarıyla hem de… Bizimki gibi bir derginin başarısını yayın tekellerinin dergileriyle kıyaslayamazsınız. Salt nitelikli, alışılmış bir dergi yapmadık, dosyalar, etkinlikler, yazarlarımıza kitap ve çalışmalar yaptık, ütopyalar yaratıp onları yaşama geçirdik. Dergi, dönemin son sayısına kadar çizgisini hiç düşürmeden, her sayıda yeni bir adım atarak sözünü tamamladı.


Olimpos Bursa: Peki, neden bitti o zaman mavi ADA?

Şenol YAZICI: Doğası böyle. Yaratılan her şey ölümlü değil midir? Ne var ki ara vermeyi bitişten daha çok nadasa çekilme görüyorum. maviADA’yı tasarlarken durgun bir yapı olmayacak, imece, katılımlı bir görünüş sergileyecek ve sadece emek verenin damgasını taşıyacak, ama ilkeli olacak diye düşünmüştüm. İşe yaradı. Durmadan yeni insanlar katıyor, yeni cepheler açıyor ve hepsinden de başarıyla çıkıyorduk. Düşünebiliyor musunuz, birinci sayıda “edebiyatımız ve küreselleşmenin neresindeyiz”, ikinci sayımızda ülkenin hemen hemen kabul edilir tüm çocuk edebiyatçılarının katıldığı “çocuk edebiyatı sokağı” dosyası, üçüncü sayıda Rus ve Kırgız yazarların ve bizzat Aytmatov’un katıldığı "Cengiz Aytmatov" dosyasını yapabildik. Taşrada bir dergi için kolay değil bunlar. Başlangıçta yerelden yazarlarla çalışmayı düşünürken, Demirtaş Ceyhun, Cengiz Aytmatov, Can Dündar, Zülfü Livaneli… gibi ülke ve dünya devleriyle çalışmaya başladık. En son bir başka kentin belediyesinin kültür sanat etkinliklerini yapar buldum kendimi, hem de hiçbir karşılıksız. Tüyaplara gidiyor, ülkenin dört yanında “Okur Yaratma” projesini hayata geçiriyordum. Üyelerime kitap yapıyor, onların basımına kadar her şeyleriyle ilgileniyordum. Bazen birileri yardımcı rolleri alsa da yaptıklarımın her biri bir ekip işiydi. Bilen anlayan, şovunu da işçiliğini de yapacak bir ekip işi… Ticari bir yanı olmayan bir dergiydik, birkaç arkadaşımın ve benim katkılarımla dönüyordu. Yükü sırtlamış inatla götürmeye çalışıyordum. Büyüdükçe denetimsizleşiyorduk, yeni insanları katma gayretimiz hızla sürüyor, katılanlar da doğal olarak beklentileriyle geliyordu. Bunları karşılamak gerekliydi ki başkalarını da bulabilelim, yeni ufuklar yaratalım. Kattıklarımızın kimisi, ne maviADA’dan haberliydi, ne de ilkelerinden, hatta bazıları sanattan... Ama kişi istekli, çevresinde popüler, dergiye yol açabiliyor. Nitekim en büyük eylemlerimizi bu tip insanların girişimci, hırslı yanlarından yararlanarak yaptım, ama çok yordular. O kadar yayılıp o denli ince eleme yapamazdınız. Bazen uyandığımızda pek de seçimimiz olmayan bir yerde oluyorduk… Kirlendiğimizi düşünmeye başlamıştım. Yeni adımlar atılmasa başarısızlık kaçınılmazdı. Edebiyatın jandarması ben değildim, ama kendi yaptığımın denetimini başkasına vermezdim, ayrıca dergilerin iyiyi sunmak gibi bir misyonu olmalıydı. O zaman doğru yerde bırakmayı bilmek gerekliydi.


T. Ç.: Bundan şu anlam çıkıyor, aslında her şey yolundaydı. Ama ekip kurulamayınca bıraktınız öyle mi?

Şenol YAZICI: Öncelikle her derginin, hatta insanın gerçeği kendine göredir. Başlarken dergiyi bir yıllık, beş yıllık ve kalıcı olmak üzere üç aşamalı planlamıştım. Bu tip imece dergiler için öyle bir planlamanın gerekliliğine de inanıyorum. Bir yılda kendinizi görürsünüz, yapabilme yeteneğinizi keşfedersiniz. Beş yıl dayanan bir dergi ise başarmış bir dergidir, çünkü büyük bir emekle ve özveriyle o güne gelinmiştir, yaşamayı başarmıştır. Daha ötesi için karar o zaman verilir. Bir yılı kimse-SİZ dergisiyle, beş yılı da maviADAyla. Üçüncü aşamaya geçmenin zamanı, tüm koşulları var. Ne var ki, sizlerin de tanık olduğunuz gibi daha ötesine daha profesyonel bir düzenek, kuşkusuz para olmadan gidilemez diye düşünüyorum. İmece dergilerde ekip diye bir şey yok. Sürekli değişen insanlarla nereye kadar… İnsanlara bir şey vaat etmezseniz neden sizin takımınızın bir parçası olsunlar ki? Kendi önceliklerini kullanıyorlar ve sizin planlamanızı da bundan zarar görüyor. O zaman o ekibi profesyonel kurmanız gerekli. Daha öteye ancak öyle gidilir. Ya da salt yazınsal gösteri de bulunmakla yetinen bir dergi olarak gidilir, ama o beni doyurmuyor artık. Ben okul ve örnek olan bir dergi peşindeydim. Bugüne kadar yapabildim, çünkü direndim. Ama daha ötesi, ancak o ekibin yerini tutacak bir kaynak bulmakla mümkün. Yoksa tıkanacaktı akış. Bunu görünce, erteledim, yeni bir bahara kadar.


M. Y.: Vefası, hatırı olmayan bir alan galiba sanat alanı. Bu süreçte sözünde ve yardımında tutarlı kimse olmadı mı?


Şenol YAZICI: Olmaz mı? Başta Fadime Karoğlu, her zaman sözüne sadık kaldı. Bir dönem de olsa Niyazi Uyar, sonradan katılsa da önemli katkıları olan Gülgün Çako…sık sık git geller yaşasa da Yusuf Yağdıran anılması gereken dergi dostlarından... Mevsimlik olarak çok insan var sözlerini tutan, emeği geçen. Sadece yazar, üye, okur… bile olanın o dergiye önemli bir katkısı olduğunu söylemeye gerek yok. Söz verip tutmayanlara kızsam da kınayamam. Çoğu, dergi gerçeğini bilmeden, salt hareket var diye geldi, anlamadan gitti. Örneğin sizinle hala dostuz, çünkü sizi anlıyorum, dergi , yazar insan beklentisini iyi biliyorum da ondan, ama içten olmak gerekirse dergi sizden hiçbir şey alamadı, aksine dergiyi yordunuz, çünkü siz edebiyatla, dergiye çok yabancısınız, ümit ediyorum bundan sonra olacak. Peki ben neden size yardım ediyorum, yanıt basit: Bu dergilerin ‘Anadolu Aydınlanması’na, yazma heveslisine katkılarını biliyorum artık, ondan. Ayrıca bu işi böyle düşünmek değerlendirmek doğru da olmaz. Neden derseniz, dergiler bir çıkar birlikteliğidir aslında, nasıl denirse densin. Kişi yazısıyla, şiiriyle bir yere ulaşacağını düşünür ve bir dergi kanalıyla okurla yüzleşmeye çalışır. Umduğunu aldıkça dergiye de sözüne de sadık kalır, umutsuzluğa kapılırsa ya da başka bir yerde bulacağını düşünürse, doğal olarak ona yönelecektir. Çünkü maddi manevi emek istiyor dergi. Ama taşrada olmaz değil, oluru kanıtlayan çok örnek var. Bizler, şimdi de sizler… Onlarca, hatta yüzlerce dergi var ülkede böyle…Sizler de bu denli hevesle zamanla edebiyatı da, sanatı da, dergiyi de öğrenecek, içselleştirecek ve savunacaksınız. O zaman olacak…Tabi pes etmezseniz.


Olimpos Bursa: Gerek bu söyleşi, gerekse bize, dergimizin yapılanmasına katkılarınız için teşekkür ediyoruz.

Şenol YAZICI: Ben teşekkür ederim. Derginize ve size başarılar diliyorum. Yolunuz açık, ömrünüz uzun olsun.

◊◊◊

Şenol YAZICI'YLA Anadolu, Sanat ve Hayat Üzerine: Olimpos_Bursa 1. sayı Ocak 2011

14 Aralık 2010, 13:32

*


28 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Muazzez İlmiye ÇIĞ

​ / söyleşi / Örnek Bir Cumhuriyet Kadını: Muazzez İlmiye ÇIĞ * Karaburun’da yapılan Ütopya Buluşmaları’nın 14’üncüsünde soluklarımızı...

1/3
bottom of page