top of page

Arama Sonucu

maviADA'ya DÖN

Boş arama ile 4409 sonuç bulundu

  • DERİN OKUYANA MÜJDE!!!

    SİZE BİR MÜJDEMİZ VAR... SİZE DERKEN, O ARKADA KİTAPTAN BAŞINI KALDIRMAYAN GÖZLÜKLÜ BEYLE, OKUMAKTAN GÖZLERİ KAN ÇANAĞI HANIMEFENDİYE, SÖZÜMÜZ... Ötekiler, havayı bozduk, siz hiç kusura kalmayın... bakın resimden KEDİ GEÇİYOR... Dün KALANDAR iletimizle ilgisizlikten yakındık, biraz da sitem ettik ama aldırmayın, Orhan Veli diyesi hep havalardan... Ne meteoroloji tutturabiliyor ne de biz... Ne kar gördük ne güneş; mayo mu giysek kürk mü şaşırdık... Akıl mı kaldı, karıştırdık... Yine de biz akıllı olmalıyız; öyle ya burası Türkiye, ahali ancak FACEBOOK'ta sosyalleşebiliyor; bizse oturmuş, kültür sanat, siyaset... diyoruz; kimim umurunda?.. Sonuçta pırlanta gibi iktidarımız da var nurtopu gibi muhalefetimiz de... ve sermayeyi onların kendilerini paralayarak yaptıkları gaflardan doğrultan kepaze medyamız... Göremiyor musunuz, biz de göremiyoruz ama kralın çıplaklığını görmemek kimin kusuru? İyisi mi KURCALAMADAN böyle devam... HAH, MÜJDE DEDİK... AMA HEPİNİZE DEĞİL, SİZ EĞLENMENİZE BAKIN, SADECE OKUYANA...HEM DE DERİN... 1 ŞUBAT'TA ROMAN GÜNLÜĞÜ yani DOSYASI GELİYOR... 10 ŞUBATta ÖYKÜ... 20 ŞUBATta FELSEFE... En ehil ağızlardan çok alanda olduğu gibi neden bu alanlarda da nal topladığımızın belki yanıtını buluruz. ÇOK MU BEKLİYORDUNUZ?! Hiç bulaşmayın... BİZ SİZE DEMEMİŞTİK ZATEN, DERİN OKUYANLARA İDİ SÖZÜMÜZ!!! GÜZEL KALIN!

  • Radyo Tiyatrosu

    ROMANLAR, OYUNLAR, ÖYKÜLER * SESLİ KİTAP

  • e-sahaf

    Farklı E-KİTAP sayfaları Romanlar, Öyküler, Klasikler * Ulaşmak isterseniz resimlere TIKLAYIN

  • Nazlı Eray

    Cumartesi 15:00 - 17:00 arasında 2 gün sonra · 0–9°Çok Bulutlu Nurol Sanat Galerisi Güneş Sokak, Çankaya, Ankara

  • "Sinema Denen Büyü"

    maviADA 2008 KIŞ dosya; "Sinema Denilen Büyü" ... *Zülfü LİVANELİ 2-7 *Fadime Y.KAROĞLU 8 *Gülgün ÇAKO-9 *Ayşegül Arat-10 *Fehiman Yazıcı-11 *Gülsüm Işıldar-14 *Hülya Soyşekerci-16 *Raşel Rakella Asal-17 *Yener Efe-19 *Ersan Erçelik-20-22 22 sayfalık DOSYAYI OKUMAK İNDİRMEK İÇİN RESME TIKLAYIN

  • OKULLARIMIZ KİMLERİN ELİNDE?

    Günümüzde öğretmenlerin ne kadarının hangi siyasi eğilimde olduğu belki sendikaların üye sayılarına bakılarak az çok tahmin edilebilir. Doğru bilgilere ulaşabilmek için gene de bu konuyu araştırmak gerekir. Eğitim yöneticilerinin büyük çoğunluğunun dinci kesimden olduğu tahmin ediliyorsa da bu konuda tevatürler yerine araştırmaya dayanan bulgular bize ışık tutabilir. Eğitim yöneticileri konusunda siyasi kadrolaşma hemen her dönemde yakınma konusu olmuştur. 1989 yılında öğretmenlerin müdürlerinden şikâyeti artmıştı. Öğretmenlerin okullarda rahat çalışamadıkları, eğitimde verimin düştüğü, bunda okul müdürlerinin payı olduğu ileri sürülüyordu. Bu iddiayı ataması Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yapılan Ankara Ortadereceli okul müdürleri üzerinden ölçmek istedim. 183 okulun müdürünü okulun adı, müdürün adı, doğum yeri, doğum tarihi, mezun olduğu tarih ve okul, branşı, müdürlüğe atandığı yıl, siyasi kökenini tablo halinde hazırladıktan sonra onlara okulda eğitim öğretim hayatıyla ilgili dört soru yönelttim. Bir kısmıyla yüz yüze bir kısmıyla telefonla görüştüm. Bu müdürlerle ilgili yaklaşık bin kadar öğretmenin görüşünü aldım. 2,5 ay süren bu araştırma sağcı kadrolaşmayı ortaya çıkardı. Müdürlerin okulundaki bütün öğretmenlerce ve diğer birçok müdür tarafından bilinen atandıkları tarihteki siyasi kökenlerini sosyal demokrat, merkez, sağ, hareketçi ve dinci olarak belirledim. Eskiden var olan “devrimci, sosyalist” sıfatını artık hiç biri kullanmıyordu. Onlar esas olarak çoktan tasfiye edilmişti… OKULLARDA SAĞCILARIN İKTİDARI Ankara doğumlu olan müdür sayısı 33 (Yüzde 18) gibi yüksek bir sayıdaydı. Ankara’yı Erzurum, Yozgat, Kars, Çorum ve Çankırı izliyordu. Yüzde 71’i Ankara-Konya-Mersin çizgisinin doğusundaki doğu illerden gelmişlerdi. Müdürlerin yaş ortalaması 41'di. Gerek il kökenleri, gerekse müdürlerin çoğunun genç olması, laik kuşaklar yerine atamada Türk-İslam sentezcilerinin tercih edildiğini gösteriyordu. Müdürlerin yüzde 64’ü son beş yıllık zaman diliminde ANAP iktidarı tarafından atanmıştı. 1984 yılından önce atananların yüzde 60’ı öğretmenlerin de genel eğilimi olan sosyal demokrat iken 1984 ve sonrasında atananlarda bu oran yüzde 8’e düşmüş (gerçekte ise bazıları görevinden alındığı halde mahkeme kararıyla geri dönmüş), buna karşılık dinci, hareketçi ve diğer sağ görüşteki müdürlerin oranı 1984 öncesi atamalarda yüzde 29 iken 1984 ve sonrasında bu oran yüzde 79’a çıkmıştı. Yeni mezunlar (1977-1981) yüzde 35’le çoğunluktaydı. Branşı “din kültürü ve ahlak” olanlar 25 sayı ile ilk sıradadır. Ortaokullardaki ders ağırlıkları hesaba katıldığında din bilgisi öğretmenlerinin müdür yapılmasında 2,5 kat, Liselerde ise 4,5 kat kayırıldığı anlaşılmaktaydı. Müdür yardımcılıklardaki kayırma çok daha fazla olduğu bilinen bir gerçekti. Bu yardımcılar çok geçmeden müdür olacaklardı. ÖĞRENCİLER ELEŞTİRİRSE… “Öğrenciler sizi yüzünüze karşı eleştirseler bunu nasıl karşılarsınız?” sorusuna sosyal demokrat müdürlerin yüzde 100’ü bunu şartsız olarak olumlu bulacakları yanıtını verirken bu oran “Hareketçiler”de yüzde 73’te “dinci”lerde 78’de kalmıştır. (Bu yanıtların samimiyeti kuşku götürse de, “eleştiriye kapalı olmak” izlemimi vermemek için “açığım” yanıtı verildiği düşünülmektedir.) OKULA GAZETE GİRMELİ Mİ? Müdürlere ikinci sorumuz “Öğretmenler kendi bütçeleriyle öğretmenler odasına toplu olarak gazete almalarını, hatta bunu ertesi gün okul kitaplığına devretmesini nasıl karşılarsınız?” idi. Bu soruya yanıt verenler içinde “Hareketçi” müdürlerin 49’u, dincilerin 26’sı, sağcıların yüzde 50’si, merkezdekilerin yüzde 60’ı, sosyal demokratların ise 75’i olumlu yanıt vermiştir. Sosyal demokratlar okulda gazeteye en açık, dinciler ise en kapalı kesimdi. MÜDÜRLERİ ÖĞRETMENLER SEÇSE… “Müdürleri Öğretmenlerin seçmesi görüşünü nasıl karşılarsınız?” sorusuna yanıt veren 132 müdürün yüzde 38’i “olumlu bulurum”, 10’u “şartlı olarak olumlu bulurum” 29’u “olumsuz bulurum” yanıtını vermiş, 8’i kararsızlık bildirmiş, 15’e de “söylemem” demiştir. Olumlu bulanların yüzdeleri politik eğilimlere göre sıra ile şöyledir. Sosyal Demokratlar 64, merkezciler 60, sağcılar 46, hareketçiler 33, dinciler 26. Öğretmenlerin yönetime katılmasına en sıcak bakanlar sosyal demokratlar, en uzak duranlar ise dincilerdir. ZORUNU DİN DERSİ “Zorunlu din dersinin laikliğe ve vicdan özgürlüğüne aykırı olduğu” görüne ne dedikleri sorumuza ise “zorunlu olmalı” diyenlerin oranları yüzde olarak şöyledir: Dinci 64, merkez 57, hareketçi 54, sağcı 46, sosyal demokrat 11. Din derslerinin zorunlu olmasını en çok isteyenler dinciler, en az isteyenler ise sosyal demokratlardır. SEVİLEN MÜDÜRLER SOSYAL DEMOKRAT Öğretmenlerin verdiği yanıtlara göre müdürlerin okullarında sevilip sevilmediği de “Seviliyor, normal, olumsuz” yargılarından biri ile listelenmiş, sevilip sevilmedikleri konusunda net bir kanıya varılamayanların bu konudaki hanesi boş bırakılmıştır. 28 müdürün öğretmenler tarafından sevildiği, 29’unun durumunun “normal” olduğu, 41 müdürün karşısına ise “olumsuz” (yani sevilmediği) yazılmıştır. Sevilen 28 müdür içinde 20 sayı ile (Yüzde 71) sosyal demokratlar başta gelmektedir. Müdürler içinde en yüksek sayıda bulunan hareketçilerden yalnız 4’ü dincilerden 2’si, sağ ve merkezcilerden 1’er müdür sevilenler listesine girebilmiştir. Araştırmanın sonuç kısmında şunları yazdım: “Ankara ortadereceli okulları, genel profil olarak genç, muhafazakâr, deneyimsiz ve kıdemsiz öğretmenler tarafımdan yönetilmektedir. Milli Eğitim’de Hasan Cemal Güzel’in inkâr etmesine rağmen büyük bir sağ kadrolaşma yaşanmıştır. Bazı müdürler, atanabilmek ve yerlerini korumak için renk değiştirmeyi tercih etmektedir. Bu durum çoğunluğu demokrat ve solcu olan öğretmenleri huzursuz etmekte ve onların okul içindeki verimini düşürmektedir. Bu yönetici kadroların eliyle 21. Yüzyıl’ın “fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” kuşaklarını yetiştirmek mümkün değildir. Çözüm yöneticilerini öğretmenlerin seçmesidir. (“Okullarımız Kimlerin Elinde?”, Öğretmen Dünyası, Yıl 10, Sayı 115, Temmuz 1989, s. 3-30) * Çizim, Öğretmen Dünyası’nın işaret edilen sayısının konu ile ilgili kapağından alınmıştır.

  • Okul Duvar Gazeteleri Ne İşe Yarar

    27 yıl önce sürgün edildiğim, mahkemeyi kazanıp geri döndüğüm için yalnız yarım yıl derslerine girdiğim bir öğrencim sosyal medyadan bana ulaştı. Telefonla da konuştuk. Ankara’nın bir gecekondu ortaokulunda ikinci sınıf öğrencisiydi. 15 yıl ilkokul öğretmenliği yapmıştı ve şimdi çocuklar için öyküler deniyordu. Benimle ilgili olarak hatırladıklarının başında, sınıfta iki ekip kurarak birer duvar gazetesi çıkarılması geliyordu. Kendisi bu ekiplerin birinde idi. Gazetelerini duvara asmak için nasıl da hafta başını iple çekiyorlardı! Birbirleriyle yarışıyorlar, yazılarında medeni bir tarzda atışıyorlardı. Ben yavrularının beslenmesini zevkle seyreden bir anne kedi gibi merakla ve sessizce bu duvar gazetelerini okurken onlar da dikkatle beni izliyorlarmış… Bir şubede iki duvar gazetesi çıkarmak nereden aklıma gelmişti? Öğretmen Okulunda Kültür Edebiyat kolumuzun 15 günde bir çıkan bir duvar gazetesi vardı. Şimdiki gibi yazmaya meraklı biri olarak ben bu gazeteye günlük yazılar yazmaya da özendim. Köyümüzde de İleri adlı bir duvar gazetesi çıkardık. Çalıştığım okullarda da bir duvar gazetesinin çıkmasına çalıştım. Ancak okulda tek bir duvar gazetesi çıkarmanın yanlış olduğunu mesleğimin ileriki yıllarında fark ettim. Neydi o, Resmî Gazete gibi her okulda bir gazete? Gerçi orada da canlı konuları ele almak, karşılıklı tartışmak mümkündü ama en iyisi her okulda değil, her şubede hem de iki gazete çıkarmak iyi olurdu. Öğretmenlerin gazete ile okula gelmesinin sakıncalı sayıldığı bir dönemde bir gecekondu okulunda zihinleri açılmayı bekleyen pırıl pırıl çocuklarla işte bunu deniyorduk. Bu okuldan ayrıldıktan sonra gazete ekiplerinden beş öğrenci bir gün geri döndüğüm okuluma ziyarete geldiler. Benden sonra çıkarmaya devam ettikleri gazetelerini birer kartona yapıştırılmış sayılarını da yanlarında getirmişlerdi. Onları sınıfta konuk ettim ve gazetelerini de duvara yaslayarak öğrencilere gösterdim. Onlar yaptıkları işle gurur duydular, sınıftakiler da imrendiler. ANKARA OKULLARINDA DUVAR GAZETELERİ Bu olaydan dokuz yıl önce 1981’in aralıık ayında Ankara’nın 25 okulunda duvar gazeteleri ile ilgili bir araştırma yapmıştım. Gözlerimle gördüğüm için pek az araştırma onun kadar aklıma yer etmiştir. Kenan Evren'in ülkeyi hot zorla yönettiği bir dönemdi. Okullarda öğrenciler gibi öğretmenlerin ve yöneticilerin inisiyatifi de neredeyse sıfırlanmıştı. Gezdiğim 25 okuldan yalnızca 6'sında bir duvar gazetesi vardı. 8’inde de duvar gazetelerine benzeyen panolar bulunuyordu. Bu 16 gazete ve panonun yalnız 1’i haftalık, 1’i 15 günlük, 5’i aylık, 9’u da bazı belirli günlerde veya “ihtiyaç olunca” çıkarılıyordu! Hiçbirinde kaç günde bir yayımlanacağı bilgisi yoktu. Ancak 2-3’ünde kaçıncı sayı olduğu belirtiliyordu. Okulların açılmasından gözlemin yapıldığı tarihe kadar iki buçuk ay geçtiği halde 2’si hâlâ ilk sayıda, 4’ü ikinci sayıda, 5’i üçüncü sayıda idi ve 5’inin kaçıncı sayıda olduğu belli değildi… Bu 16 duvar gazetesinde toplam 117 parça yazı bulunuyordu. Bunlardan yalnız 1’i okulla ilgili bir haberdi. 57’sinin konusu öğretmenler günü, 34’ü ise Atatürk’tü. Şu konularda hiçbir yazıya rastlanmamıştı: Ders kitaplarının eleştirisi, okul yönetiminden ve öğretmenlerden istekler, okulun sorunları, okul çevresinden haberler, kitap tanıtımları, çevre incelemeleri, eğitsel kolların çalışmaları… Duvar gazeteleri okunmuyordu. Bunu ziyaret ettiğimiz okulların hemen bütün yöneticileri ve öğretmenleri belirttiler. Zaten okunması için çıkarılmadıkları da anlaşılıyordu zira bunların bir kısmına erişebilmek için duvara merdiven dayamak gerekiyordu, o kadar yüksekteydiler! Yazıların bir kısmı kitaplardan kopya edilmişti. Beş dakikalık teneffüslerle koştura koştura yapılan bir eğitimde öğrencilerin bunları okuyacak vakti de yoktu. Bir öğretmen şöyle anlatmıştı: “Ben de okul duvar gazetesine bir yazı yazdım. Bir ay sonra 75 kişilik sınıfta yazıyı kaç kişinin okuduğunu sordum. Yalnız iki öğrenci parmak kaldırdı!” 25 okulda yaptığım bu araştırma bana okul duvar gazetesi konusundaki sefaleti gösterdiği gibi bunların nasıl olması gerektiğini sıralama fırsatı verdi. Yazımdan şu satırları aktarmadan edemeyeceğim: “Okullarımız, nefes almayan, düşünmeyen birer topluluk ise tabii buralarda duvar gazetesine de ihtiyaç yoktur. Öğrenciler ders kitaplarındaki konuları ezberleyiverirler, müdürlerin azarlarını duyup doğru yolu bulurlar. Anma günlerinde ellerine verilen metinleri okurlar, sınavlarda fırsat buldukları kadar kopya çekerler, sonra da birer diploma alınca iş yerine gelmiş olur. Düşçünce üretmek de neymiş? Gerekli ne kadar düşünce varsa bunlar ”büyüklerimiz” tarafından bulunmuştur. Yeni düşünceler gerekirse gene onlar tarafından çıkarılır. (…) Bir duvar gazetesi, canlı, cıvıl cıvıl bir okul için ders kitabı kadar gereklidir. Bir duvar gazetesi okul düşünce hayatının aynasıdır. Öğrenciler arasında tartışılan konular oradadır. Duvar gazetesi okulun nabzıdır. Okulun sorunları oradadır. Öğrencilerin istekleri, yetenekli öğrencilerin ürünleri orada sergilenir. Yarının başyazarları, fıkra yazarları, araştırıcıları, karikatüristler, öykücüler orada yetişir."(Öğretmen Dünyası, Cilt 3, Sayı 25, Ocak 1982) Bağlaç olan de ve ki, soru eki olan mi eklerini ayrı yazmayı bilmeyen kuşaklar işte bu duvar gazetesi olmayan okullardan yetişmiş olmalı... Gözlem ve araştırma zahmet ister. Sabır ister. 25 okulu gezip duvar gazetelerini soruşturmasaydım, bu konudaki durumu nerden öğrenebilirdim? (21 Aralık 2017) Fotoğraf: Beyceli Köyünde Temmuz 1964’te çıkardığımız İleri duvar gazetesi. Ertan Sarıhan’ın (1942-1972) arşivinden Murat Bahri Sarıhan eliyle.

  • Trenle Kars Fotoğraf Turu

    8 Şubat 2018 – 11 Şubat 2018 8 Şubat 2018, 23:00 - 11 Şubat 2018, 2:00 Natureist Zeytinlik Mah. Fazılpaşa Sok. Burat İş Hanı No:1 Bakırköy, İstanbul Bilet Bilgileri www.natureist.org

  • BEŞ YILDIZLI TÜKETİM

    Adı üzerinde beş yıldızlı diyorum, şu otellerden bahsediyorum. Nasıl bir israf yeridir öyle. Sanırım bir otelde israf edilen yiyecek miktarı bir ilçeyi rahatlıkla doyurur. Daha büyük otellerde durum daha vahimdir muhtemelen. Oralarda israf edilen yemekleri görsem kafayı yerdim büyük bir ihtimal. Dünyanın yemeği çöpe atılıyor. Masalar yenmemiş güzelim yemeklerle dopdolu. Yemekhanede çalışanlar, yemekleri çöpe atmakta zorda. İnsanlar yılın yorgunluğunu atmak, birkaç haftalığına tatil yapmak için sahillere iniyor, otellere yerleşiyor; otelde kaldığı sürede bir şeyleri tüketmeyi iş ediniyor. “Her şey dâhil” mantığı insanları, tüketmeye sevk ediyor. Ne diyor tatilci; “ödediğim paranın karşılığını almalıyım” Nasıl alıyor ödediği paranın karşılığını? Otelde ne var ne yoksa sınırsızca tüketerek. Sadece gıdayı mı? Her şeyi tüketiyor. Su, elektrik, zaman… Bu tüketim mantığı binlerce insanı açlığa mahkûm ediyor. Bir zaman gelecek su savaşları olacak deniyor. Çok uzak bir tarih değil bu. Orta yaştakiler; çocukluk çağlarında suyu nereden içerdi? O zamanlar, bu günler için “ suyun marketten alınacağı öngörüsünde bulunulsa” büyük bir ihtimal bu öngörüye karşı çıkar “olmaz öyle şey” denirdi. Gıda ve doğal kaynakların yetersiz kalması artık günümüzün sorunu haline gelmiş durumdadır. Tüm insanlık tehdit altındadır. Eğitim şart! Kim meseleye nasıl bakar bilemem. Gördüğüm, bildiğim bir şey var o da, tatil yerlerinde ciddi bir israfın olduğu gerçeğidir. Dört günlük bir tatil sürecinde gördüğüm bu. “Her şey Dâhil” mantığı hem işletmeciyi hem de müşteriyi memnun edebilir ama ülkenin kaynakları hoyratça tüketilmektedir, bu da bir gerçektir. Para kazanmak temelli; müşteri memnuniyeti anlayışı ile ülke kaynakları sorumsuzca tüketilemez. Kimsenin böyle bir hakkı yoktur. Tabii her alanda tasarruf çok önemlidir. Toprağından, suyuna; ekmeğinden, gıdasına kadar her şeyi bilinçli tüketmek gerekir. Bu da toplumun eğitilmesi ile olur. Eğitilmeyen toplumlar, kişisel menfaatle bakarlar meseleye, öyle davranır, öyle yaşar. Dünya insanları yaklaşan tehlikeye duyarlı hale getirilmelidir. Sınırlı olan kaynakların tükendiğinde neler olabileceği anlatılmalıdır. Bu anlamda Afrika en can yakıcı örnektir. Diğer ülkeler ve kıtalar sıradadır. Bu böyle biline… Duyurulur…

  • EDEBİYAT KONUŞMALARI

    / PERŞEMBE EDEBİYAT KONUŞMALARI / KADIKÖY BELEDİYESİ *

  • 10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü

    İnsan Hakları Evrensel Bildirisi İnsan Hakları Günü, İnsan Hakları Evrensel Bildirisinin kabul edildiği gün olan 10 Aralık 1948'den bu yana her 10 Aralık'ta kutlanan gündür. II. Dünya Savaşından sonra dünyadaki devletler bireylere tanınan hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması konusunda birleştiler. İnsan Hakları Bildirisi, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu tarafından Haziran 1948'de hazırlandı ve 10 Aralık 1948'de Genel Kurulun Paris'te yapılan oturumunda kabul edildi. Oturumda, 6 sosyalist ülke bu ilkelerin bazılarının "Burjuva sınıfından olan insanların sınıf çıkarını koruduğu ve işçi sınıfının egemen sınıflarla uzlaşmak zorunda bırakacağı" gerekçesiyle çekimser kaldı. Bildiri, bu çekimser ülkeler ile Suudi Arabistan ve Güney Afrika Birliği dışında kalan ülkelerin oylarıyla kabul edildi. Bu Bildiriye göre: 1. Bütün insanlar hür ve eşit doğarlar. Akıl ve vicdan sahibidirler; birbirlerine karşı kardeşçe davranmalıdırlar. 2. Herkes ırk, renk, cins, din, siyasal ya da başka herhangi bir ayrılık gözetmeksizin, bildiride yazılı bütün haklardan ve özgürlüklerden yararlanma hakkına sahiptir. 3. Yaşamak, özgürlük ve can güvenliği herkesin hakkıdır. 4. Hiç kimseye işkence, zulüm, onur kırıcı ceza ya da işlem uygulanamaz. 5. Yasalar önünde herkes eşittir. 6. Hiç kimse yasalara aykırı olarak tutuklanamaz, alıkonulamaz, sürülemez. 7. Herkes davasının bağımsız bir mahkemede görülmesi hakkına sahiptir. 8. Herkesin özel hayatı, ailesi, konutu ve haberleşmesi yasayla korunmalıdır. 9. Evlilik çağına gelen her erkek ve kadın, hiçbir ırk, renk, din şartına bağlı olmaksızın evlenme ve aile kurma hakkına sahiptir; aile, toplumun temel öğesidir. Toplum ve devlet tarafından korunma hakkına sahiptir. 10. Herkes mal ve mülk edinme hakkına sahiptir. 11. Herkesin düşünce, vicdan ve inanç özgürlüğü vardır. 12. Herkesin çalışma, işini özgürce seçme ve işsizlikten kurtulma hakkı vardır. 13. Herkesin eğitim hakkı vardır, ilk eğitim parasızdır. 14. Kölelik ve kulluk yasaktır. 15. Herkes nerede olursa olsun yasalar çerçevesinde korunur. 16. Bütün insanlar Anayasaya uygun olarak yargı organına başvurma hakkına sahiptir. 17. Bir suç işlemekten sanık olan herkese, savunması için gerekli bütün haklar sağlanmaktadır. 18. Herkes dilediği devletin ülkesinde gezebilir, dilediği an terk edebilir veya ülkesine geri dönebilir. 19. Herkes işkence karşısında yabancı bir ülkeye kaçabilir. Kaçtığı ülkede kendisine “Sığınmış İnsan” muamelesi yapılmalıdır. 20. Her insan bir vatandaşlığa sahiptir. 21. Her insanın düşünce, inanç ve din özgürlüğü vardır. 22. Hiç kimse düşünce ve sözlerinden dolayı sorumlu tutulamaz. 23. Herkes toplanma ve dernek kurma hakkına sahiptir. Hiç kimse bir derneğe girmek için zorlanamaz. 24. Herkes doğrudan doğruya veya özgürce seçtiği temsilcilerle ülke yönetimine katılır. 25. Kişinin sosyal güvenliğe kavuşturulması, uluslar arası işbirliği ya da devletin kaynaklarına uygun olarak gerçekleştirilir. 26. Herkes dinleme, eğlenme, çalıştıktan sonra ücretli tatil yapma hakkına sahiptir. 27. Herkes güzel sanatların her dalında çalışmak ve bu çalışmalara katılmak hakkına sahiptir. 28. Bütün insanlar bu bildiride yazılı hak ve özgürlüklerin uygulanmasını sağlayacak bir sosyal düzeni hak etmiştir. 29. Herkes bu bildirideki maddelere uyulmasının gerekli olduğunu kabul eder. 30. Bu bildirinin hiç bir maddesinin, devlet, toplum ya da kişiler tarafından yok edilmesi için çalışma yapılamaz. Her yıl 10 Aralık gününü de içine alan hafta “İnsan Hakları Haftası” olarak kutlanır. Hafta süresince kişi hakları belirtilir, insanca yaşamanın önemi anlatılır. İnsan sevgisinin herkese aşılanması sağlanır. İnsan haklarına saygı göstermeyen kişi ve milletler asla barışı sağlayamazlar.

  • MEMUR

    Evini sırtında taşıyan kaplumbağa gibidir memur. Tüm eşyaları, gittiği yeni yere uyum sağlayana kadar hoşnutsuzluğunu belli eder. Her şeyi ses çıkarır ve homurdanır durur. Sonun da bulunduğu yeni ortama uyum sağladığı zaman durulur. Çiçekleri yaprak çıkarır, kuşu tüy değiştirir. Ve her yeni yer ve yeni evde güneş bir başka doğar. Suyun tadı bir başkadır ve havası bir başka kokar. Bunların hepsi memurla birlikte yeni bir yaşama başlama ve tutunma uğraşıdır. Ve memur çocuğu olmak demek, alınacak her şey için maaş gününün beklenmesini bir kenara bırakırsak, ilkokulu bile aynı yerde başlayıp aynı yerde bitirememenizdir. Yeni mahalle, yeni okul, yeni öğretmenler ve yeni arkadaşlar. İlkokul ikiden üçe geçtiğim sene sınıfımı, öğretmenimi ve arkadaşlarımı çok sevmiştim. ‘Kaç yıldır buradayız. Ben arkadaşlarıma, arkadaşlarım da bana alıştı,’ düşüncesi ile okuldan eve geldiğim an annemin yüzünden anlamıştım; tayinimizin çıktığını… Haritalara bakarsınız. Gideceğiniz yeni yer hakkında yazılar okursunuz. Ama hiçbir kitap oradaki çocukların nasıl olduklarını, hangi oyunları oynadıklarını ve yeni okulunuzdaki öğretmeninizin nasıl biri olacağını yazmaz, yazamaz! Okulunuzdan, öğretmeninizden ve arkadaşlarınızdan nasıl ayrılacağınızı, yüreğinizin tüm bunlara nasıl dayanacağını anlatmaz, anlatamaz o kitaplar. Hiçbir kitap yeni bir yeri, yeni bir başlangıcı ve bu başlangıcın nasıl olduğunu yazmaz…Nereden gelmiş olursanız olun, çevreniz sizden farklı olmamanızı hemen her şeye uyum sağlamanızı, onlar gibi davranmanızı ve onlardan biri olmanızı beklerler. Bilip tanımadığınız bir sabaha günaydın deyip, bir duvar üstünde oturup; ürkek, çekimser ve korkarak çevrenize bakınmadıysanız eğer anlattıklarımı anlamanız, çektiklerimi bilmeniz zor, gerçekten çok zor. Yeni arkadaşlıklara, eskisinin yüreğinizde duran sıcaklığı ile yelken açmanız, hele ki bu yelkeni çocuk yüreği ile açmanız hiç kolay değildir. Bu yeni yerin bazen dili farklıdır, bazen dini, bazen de kendisi farklıdır. Ve bu yeni yerde yaşayanların kendilerine has bir dünyaları ile körebe oyunlarında ebeleri, mahalle takımlarında golcüleri ve kalecileri vardır. Bir memur çocuğu olarak bu oyunlarda yer bulmak hele ki kendini bu oyunlarda kabul ettirmek zor, gerçekten çok zordur. Elinizden tutan müdür sizi bir sınıfa getirir. Adınızı ve neden buraya geldiğiniz söyler. Ardından öğretmen, “Hadi, bir yere otur bakalım!” der. Olmaz! Kafanıza göre bir yere oturamazsınız! Ya sınıfın sevmediği, dışladığı, artık o sınıftan bile sayılmayan birinin yanına ya da en arkada yalnız başına durmakta olan bir sıraya oturmak zorundasınızdır. Beğendiğiniz, istediğiniz değil, arta kalan bir sıranın en kıyısına! Bir sıraya dilediğiniz gibi, istediğiniz gibi oturmanız için o sırayı hak ettiğinizi sınıftakilere ve öğretmeninize göstermeniz gerekir. Sınıfa girdiğiniz de öğretmeniniz yeni gelen bu farklı sesin bir an önce sınıfın havasına uymasını ister. Beklenen sürede onlardan biri olma şansınızı kaçırmanız halinde ise; hep bir yabancı olacak kalacaksınız demektir. Ta ki yeni bir yere gidene kadar! Yani, memur çocuğu her konuda uyumlu olmak zorundadır. Babanızın tayinin çıkması demek, en az bir ay boyunca evim dediğiniz yerde kutularla, üst üste yığılmış eşyalarla birlikte yaşamaktır. Aynı kıyafetle yemek, içmek, uyumaktır. Ve gidilen yerde günlerce yerleşmeyi ve normal bir yaşama dönmeyi beklemektir. Bugün bir memur olarak her tayinimde marketten her boy ve ebatta karton kutular alıp, her kutuya da içinde neler olduğunu yazarak toplanıyorum. Kutular açıldığında eşyalarımda kırılma da olmuyor. Hem bu kutular kışın ısınmada da kullanılıyor. Ancak eskiden böyle miydi? Babamın marangoza yaptırdığı büyük tahta kutuları vardı. Bu kutulara odun talaşları, bu talaşların arasına da kırılacak eşyalar yerleştirilirdi. Yatak, yorgan, kılık kıyafet gibi eşyalarımız için de büyük hurçlarımız vardı. Bugünlerde üç beş yorgan koyulan küçük kibar hurçlardan değil, iki üç hamalın zorlukla taşıdığı kocaman hurçlardan. Onca dikkate, onca özene rağmen bu sandıklardan bu hurçlardan kırılarak çıkan ve her taşınmada biraz daha dayanıksız hale gelen eşyalara isyan eden bir ev kadını, yenisini alamadığı için bunalan bir memur…Ve bu kargaşada en son akla gelen de çocuklar. Öyle ya: “Karnı tok, sırtı pek, çıksın dışarı oynasın. Başka ne derdi var ki!” Büyüklerin dertleri o kadar çok ki… Tüm bunların en acı, en kötü yanı ise yalnızlıktır. Gideceğiniz duyulunca, kalanlar da "nasılsa gidecek, bari diğer arkadaşlarıma daha bir sıkı sarılayım" duygusu oluşur ve artık yalnızsınızdır. Gidilen yere de uyum sağlayıp arkadaş edinene kadar gene yalnızsınızdır. Toplanmış eşyalar ve kutularla birlikte yaşanılabilir. Bir kaptan yemek yenilebilir. Aynı kıyafetlerin yıkanıp yeniden giyilmesi de kabul edilebilir. Ve tüm bunlara bir şekilde alışılabilir de yalnızlığın alışılası bir yanı yoktur. Yalnızlığa alışmak diye bir şey yoktur çünkü. Yalnızlık, başlı başına bir yalnızlıktır. Böyle bir yaşama dışarıdan bakan, ister çocuk ister büyük olsun, herkese her zaman cazip gelmiştir. Her yeri gezip görmek! Yeni insanlar, yeni okul, yeni çevre ve yeni hayat… Ama bilmezler ki yeni başlayan bir hayata uyum sağlamak hele ki bu hayata çocuk yüreği ile tutunmak zordur. Böyle gezmenin iyi tarafları da mutlaka oluyor. Ülkenin dört bir yanında hâlâ siz olarak varsınız, demektir. Mesela gittiğiniz her yerde bir arkadaşınızın, bir dostunuzun, sizi seven veya sizin sevdiğiniz birilerinin olması… Ayrıldığınız yerde sizi seven de sevmeyen de, koruyan da ezmek isteyen de bulunur. Sevenle sevmeyeni ayırt etmek zamanla edinilen bir tecrübedir ve bu bisiklete binmek gibidir. Asla unutulmaz! Yıllar yıllar sonra üniversite okumak için hiç bilmediğim büyük bir şehre gittiğim zaman arkadaşlarımın yaşadığı birçok sıkıntıyı ne yaşadım ne de onların düştüğü durumlara düştüm. Ortama ayak uydurmak, üç kuruş ile geçinmek, farklı kültürden gelen insanlarla dostluk kurmak ve dostu düşmandan, iyiyi kötüden ayırt etmek benim için olağan şeylerdendi. Bunca gezip yer görmenin sonucunda damak zevkiniz de çok gelişmiştir. Belli bir yaşa gelen birçok insanın görmediği, tatmadığı, bilmediği tatları siz biliyorsunuzdur. Bir lokantada, bir markette satılmakta olan bir yörenin ya da bir dost meclisinde ikram edilen bir tadın gerçekte olması gereken tat olmadığını gayet iyi bilmektesinizdir, susmanız gerekse bile! Çocuk yaşta orada yaşamış bile olsanız; yaşam şeklini ve insanların düşüncelerini gayet iyi bilmektesinizdir; bugün televizyonlarda anlatılanlara rağmen! Bir yer ile ilgili olarak duyduğunuz bir haberde, bir olayda taraflı davranıldığını, bir kasıt olduğunu belki de bilerek saptırıldığını en iyi siz anlayabilirsiniz. Her memur böyle mi? Elbette ki değil. Ancak babanızın kendine göre doğruları varsa ve bu doğruları uğruna hiç ödün vermeden, nokta kadar menfaat için virgül kadar eğilmeyen bir baba ise… İşte o zaman yaklaşık iki yılda bir Türkiye haritasını açıp gidilecek yeni ilçenin yerini, nasıl gidileceğini, orada yaşamınızın nasıl olacağını ve ne kadar süre orada kalacağınızı merek ederek uyursunuz, ta ki bir sabah o yerde uyanana kadar... Bunca taşınma ve yaşanılanlar sonucu bir gün de aile büyüklerinin yaşadığı, doğduğunuz yere, baba yurduna döndüğünüz zaman inanın ki gittiğiniz o yerlerde yaşadıklarınızın çok daha kolay olduğunu hemen anlarsınız. Şimdi siz buraya ait değilsiniz ki… Oysa burası sizin! Şimdi yabancılar yerli olduğunuz için sizi kendilerinden saymazlar. Yerli insanlar dışarıdan geldiğiniz için sizi kendilerinden saymazlar. Peki, siz: “Hangi arkadaşınız ile okul anılarınızı paylaşacaksınız? Çocukluk arkadaşlarınız neredeler? İlk aşkınız kimledir ve heyecanla ilk aşkınızı anlattığınız arkadaşınız şimdi nerededir? Bu yaşta siz geçmişinizi kiminle ve nasıl…”

  • ZARRAB, Bizi Ya Satacak Ya Satacak!..

    Artık hiçbir şeye şaşırmıyoruz. Gün geçmiyor ki başımıza bir hal gelmesin. Televizyonu açmaya, gazetelere bakmaya korkar olduk. Bir bedduayı taşır gibiyiz, hiçbir şey olmazsa deprem oluyor. Ne makus talihi var bu halkın? Birkaç gündür gündemi işgal eden konulardan biri Kılıçdaroğlu’nun belgeleriyse diğeri Zarrab ve davası… Buna Suriyeli mültecilere harcandığı iddia edilen 30 milar dolar eklendi. OECD bir rapor hazırlamış, Türkiye'nin harcadığı 8.5 milyar diyor. Adamların işi gücü yok bizi izliyor, yalancı çıkaracaklar. Hesap yapmışlar, adam başı 10 bin dolar ediyormuş... Dört kişilik aileye 40.000 dolar yani... yani 160.000 L, YANİ... Herhalde faturası vardır. Bu Suriyeliler desene çok uyanık, en kötü işlerde karın tokluğuna çalışıyorlar, çadır kentlerde kalıyorlar, sokaklarda dileniyorlar... Nasıl yani diyorlar. Senin vatandaşında asgari ücret buyken mi? Yol yaptık ya dedi yetkili sonunda, doğru Suriyeliler de geçmiyor mu? Bu para da bizden çıkacak, ama olsun, iç işimiz, hallederiz. Kılıçdaroğlu elindeki belgeleri sallayıp, hepsi gerçek, yurt dışına 15 milyon dolar gönderildi diyor. İktidar kanadı da 15 milyonu tartışmıyor, ama belgeler sahte, ayrıca para gitmedi, geldi, diyor. Bilmem ne adasında 1 Sterlin sermayeyle kurulan şirket bu parayı kazandı ve ülkeye döviz getirdi, olmaz mı?.. Biri yalan söylüyor, bu halkla eğleniyor, ama hangisi? Anlamanın yolu meclis soruşturması, muhalefet soruşturma istiyor, o da iktidarın oylarıyla engelleniyor. Şimdi savcılar devreye giriyor, Kılıçdaroğlu da savcılar el koymadan, yani olası bir yayın yasağına karşı belgeleri açıklayacağını söylüyor… İç sıkıntılar yetmiyor, karışık pis kokular gelen bir iş daha açılıyor başımıza. Yeter ki derdimiz içte olsun, bir biçimde aşarız, bir çözüm bulunur. Bulunmasa bile üstüne yeni bir gündem gelir, unutulur. Gerçi Zarrab da kısa süre öncesine değin iç sorunumuzdu. Dağıttığı yüklü miktarda rüşvetler bakanların başını yemiş, gündemi epey zaman meşgul etmişti. Yargılanması gündeme gelmiş, sonra da gerek olmadığı düşünülmüş, bakanların istifası yeterli bulunup konu da kapatılmıştı... Öyle ya dağıttığı bizim paramız mı, yok, eee? Bak bu mantıkla doğru gözüküyordu,ama... Söz buraya gelince insanın aklına gelmiyor değil; keşke yargılama tamamlansaydı, şimdi denilecek sözümüz olurdu, biz gereğini yaptık diye… Yapılmadı, nerden bilelim, nizami alem de bir kanun vardır, arılar yok olursa insanlar da yok olur. Yani dünyanın öte ucunda doğaya aykırı yapılan bir tasarruf mutlaka birilerini etkiler. İyi de para konusunda da var mı bu ? Varmış. Zarrab konusu da artık iç işimiz olmaktan çıktı, uluslararası gündemde. Üstüne üstlük “hayırsever, çalışkan ve muteber vatandaş” kimliğini taşımaktan çok da mutlu olmadığı anlaşıldı. Dahası neden olduğu olayda suçlanan sanık bile değil artık. Kısa sürede çok yol aldı, Türkiye’ye karşı tanık saflarında yerini aldı. İlk duruşmasında da ne kadar rahat ve tehlikeli olabilecek usta bir tanık olduğunu da gördük. Anlatacakları görünen öncelikle iktidarı, ardından ortaya çıkabilecek Amerikan ya da uluslararası yatırımlar yönünden herkesi kaygılandırıyor. Zarrab tanık sıfatıyla çıktığı ilk duruşmada rahat mı rahat, şemalar çizerek, en anlamayanın bile anlayacağı biçimde kirli çamaşırlarını, ilişkilerini ortaya seriyor. Kime ne kadar vermiş, kaç saat, kaç ayakkabı kutusu ... kuruş kuruş anlatıyor. Yolun sonu görünüyor; Zarrab bizi ya satacak ya satacak... Yani bu kez başımız gerçekten dertte. Ekranda aklı başında, alanında uzman, hukukçu ya da milletvekili konuşmacıları dinliyorum. Muhalif ya da iktidar kanadından çoğunun işler sarpa sararsa diye geliştirdikleri bir savunma var: Bu dava bir yere varmaz, çünkü hukuksuzdur, çünkü Amerika’nın İran’a koyduğu ambargodan bize ne, bizi bağlamaz. Gerçek bu mu? Yani soyunduğu dünya jandarmalığında Amerika iyice azıttı, ben diyorsam odur, havasında öyle mi? İyi de bu ambargoyu İngiltere ve benzeri ülkeler de destekliyordu. Yani bu, BM’lerin aldığı, üye ulusları bağlayan karardı. Ya biz, biz üye değil miydik? Üye ulusların imza koyduğu BM Antlaşması’na göre Birleşmiş Milletler’in tüm üyeleri güvenlik konseyinin aldığı kararları kabul edip uygulamak zorundadır. Üstelik anayasamıza göre de "usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası antlaşmalar kanun hükmündedir". Yani bu dava; salt ABD hukuku değil, uluslararası hukuk ve Türk hukuku açısından da sonuç doğuracak bir davadır. Televizyonda bunu iddia edenler de ya halkı ve elbette dünyayı ahmak yerine koyuyor ya da gerçekten samimiler, bilgisizliklerini bir köylü mantığıyla gizliyorlar. Biz bunu sık yaparız; deve kuşu, ciddi konularda örnek kahramanımızdır. Amerika’nın Zarrab’ı iktidara, dolaysıyla bize karşı kullanmayı düşünmesi kara bir senaryo… Ama olmaz da değil. Hem Amerika’nın gelmiş geçmiş tarzına uyacak gibi hem de iktidarla olan ilişkilerinin nane limon halinin desteklediği bir yanı var. Bizim de “iç işimiz, size ne” diyemeyeceğimiz BM anlaşmalarından belli. Üstüne üstlük bu davanın bir geçmişi var: ABD'deki bu dava 2010 yılından önce başlayan ve ABD tarafından yürütülen bir soruşturmanın sonucu. Türkiye ayağı ise 2010 yılında Reza Zarrab'ın adamlarından bazılarının Rusya gümrüğünde valiz dolusu paralarla yakalanması sonucu, Rus yetkililerin mali polise durumu bildirmesiyle başlıyor. Amerika birkaç kez gelmiş uyarmış, biz gereğince yapılıyor, demişiz. Oysa kazan kaynıyormuş. 11 Aralık 2012 tarihinde, yani Fetöcülerin 17-25 Aralık operasyonundan tam bir yıl önce Reza ihbarının sorumlu mevkilerdeki herkese yapıldığını, MİT’in Nisan 2013’te Zarrab’ın yaratacağı tehlikeler konusunda iktidarı raporla uyardığını belirtiyor Uğur Dündar. İhbarı yapan kişi ikramiyesini almak için çalmadık kapı bırakmıyor, ama bu arada Reza için takipsizlik kararı veriliyor, ancak ondan sonra muhbir kişiye 50.000 lira ikramiye olarak ödendiğini yazıyor yazısında. Yani 17-25 Aralık operasyonlarından tam bir yıl önce ihbar yapılıyor, MİT görevini yapıp rapor veriyor, Maliye Bakanlığı da soruşturma başlatıyor. Ama yargıdan takipsizlik kararı çıkıyor. Hem takipsizlik, hem ihbarı yapana ödül... Suç var mı yok mu? Dahası da var: 4 Ocak 2013'de yani 17-25 Aralık operasyonlarından 11 ay önce ilginç bir olay daha yaşanıyor. Gana'dan kalkan bir uçak Atatürk Havalimanı'na iniyor. Uçağın taşıdığı yüke "örnek doğal taş" adı verilmiş. Görevliler kuşkulanıyor, Kargo müdür yardımcısı Hopalı Teoman Dudak talimat veriyor ve yük inceleniyor. Doğal taş denilen yükün 1,5 ton külçe altın olduğu anlaşılıyor. Belgeler sahteymiş. Uçak mühürleniyor, tutanak tutuluyor. Sonuçta Teoman Dudak Gazi Antep'e sürülüyor, uçağı mühürleyen 18 gümrük görevlisi hakkında "görevi kötüye kullanmaktan" soruşturma açılıyor, ancak savcılık soruşturmaya gerek görmüyor.(*) Şimdi Zarrab şemalarla anlatırken Atilla'nın yanında Teoman'dan da söz ediyor: Ne yaptıysak bu adama rüşvet veremedik, diyor. Hayret... 15-17 Aralık’ta olaylar medyaya taşınmış, ambargonun delinmesinde “ayakkabı kutularını” dolduran rüşvette yer alan bakan ve kişilerin adları ayyuka çıkınca da gereğini yapmamışız, görevden almakla yetinmiş, yargılamamış, yüce divana da sevk etmemişiz. İran'dan aldığımızı ülkemizde üretilen gıda, tarım ürünleri ve ilaç gibi mallarla yapabilirdik, kimse de bir şey diyemezdi. Üstümüze düşeni yaptık deme şansını da kaçırmışız. Belli bu kez başımız, kuma gömsek de kurtulamayacağımız dende sıkı dertte. Amerika ne yapar? Önce şunu görmeli: Bu durumdan hiç etkilenmemek temenni olsa da galiba mümkün değil, az etkilenmekse tam bağımsız olmakla mümkün, yani Atatürk’ün de işaret ettiği gibi. Sadece siyasi değil, her alanda; sosyal, ekonomik, kültürel… Küreselleşen dünyada bunun da kusursuz uygulaması ütopik. Bir alanda muhtaçsın, ama genel anlamda bağımlı olanların işi çok zor. Amerikanın sopalarından biri bu zaten. Yani ambargo. Yapar mı yapar. Geçmişte, tarihte örneği görülmemiş biçimde müttefiki Türkiye’ye Kıbrıs Harekatı sonrası ambargo uyguladı. Bir başka olasılık Amerika direk iktidarla uğraşır mı? Yüzde elli oy oranıyla bir iktidar höt deyince geri çekilmez, bunu görmez mi? Belki, ama iktidar da, durumu lehine çevirecek çok uygun bir malzeme bulmuş olmayacak mı? Ayrıca Amerika kimi deneylerinden bilir ki ulusların da aileler gibi, Feto olayında da görüldüğü üzre ortaya çıkan bir dış düşmana karşı kenetlenip iç sorunları bir yana attıkları sık görülendir. Hele Afrika ülkelerinde, örneğin Sudan’da Amerika'nn lideri devirme gayretleri nedeniyle iktidarı sağlamlaşan, ülkesi ikiye bölündüğü halde hala başta olan yöneticiler var olduğunu bilirsek... Bu varsayım bile bizi ulus olarak iktidarın çevresinde kenetlenmeye götürür ve Amerika'nın aklı o kadar sıradan değil. Bizden birileri mağduriyet yaratıp durumdan yararlanmak için gündeme getirse bile, blokların çatladığı, dünya siyasetinin belirsizleştiği, Türkiye’nin üçüncü bir yol aradığı şu günde Amerika’nın giderek sahnelerde daha çok rol alan Rusya’nın yanıbaşındaki bir müttefik ülkeye bu tavrı sergileyebilme olasılığı çok güçlü gözükmüyor. En önemlisi kendi seçmenine, öteki müttefiklerine anlatması da zor. Yine de konu Amerika olunca ihtimal, olasılıktan öte bir şeydir. Ne var ki Amerika, bu kez oldu, bir daha olmasın demeyecek, son dönem eski muhabbetini de kaybettiği iktidarı da yoracak bir şey ya da bir şeyler yapacaktır. Tabi "ayakkabı kutularını” götürenler ortaya çıkıp da biz Türk halkını ve de ulusumuzu mağdur etmeyiz, veririz aldıklarımızı, biter… demezlerse ulus olarak bizi yoracaktır. Halimizin güllük gülistanlık olmadığını da düşünürsek… Yani önümüzdeki günler, ateşten gömlek… Anlamak için benzer örneklere bakmalı. ABD geçtiğimiz yıllarda Sudan, İran, Kuzey Kore ve Küba gibi ülkelere uygulanan yaptırımları ihlal ettiği gerekçesiyle Avrupalı bankalara 50 milyar dolar ceza kesmişti. İşte ABD’nin dev bankalara kestiği cezaların bazıları: BNP Paribas: İran’a yaptırımları deldiği şüphesiyle 8.9 milyar dolar. HSBC: Kara para aklama ve Kuzey Kore ve İran’a kısıtlamaları ihmal nedeniyle 1.9 milyar dolar. Standard Chartered: İran’a yaptırımları ihlalden toplam 967 milyon dolar. Credit Agricole: İran ve Sudan’a yaptırımları delmek nedeniyle 787 milyon dolar. Royal Bank of Scotland: İran ve Sudan’a yaptırımları ihlalden 100 milyon dolar. Bu güçlü bankaların ait olduğu ülkeler Hıristiyan blokunda ve bize göre çok daha güçlü ekonomileri olan ülkeler. Ne dersiniz, neden “Ey Amerika iç işlerimize karışma,” diyemediler. Kuzu kuzu cezalarını sineye çektiler. Hepsi biliyordu ki cezanın ödenmemesi durumunda kurumların uluslararası finans piyasalarına erişimleri kesilecekti. Amerika'nın Dolar diye bir parası var malumunuz. Bu paranın çoğu dışarıda dünya alışverişini belirleyen temel güç olarak dolaşımda. Onda nezle olsa, dünya ülkeleri o yüzden vereme yakalanıyor. Amerika, bu müthiş güçle yıkılmayacak bir sistem oluşturmuş, yapılan her türlü uluslararası finans piyasasını denetleyebiliyor. Bu denetimden kaçmanın bir yolu yok mudur sanki, diye akla gelebilir. Var… Ayakkabı kutuları ya da valizler ya da altın külçeleri… Ama birilerinin yeşil ışığı yakması gerek. Yoksa sıradan vatandaşın belli bir rakamdan yüksek, örneğin 150.000 lirayı bankaya yatırması bile nereden buldun sorusunu gündeme getirirken milyonları döndürmek kolay iş değil. Bu zoru başardı. Ne var ki iyi çözüm olmadığı görüldü. Bankalarınsa kaçışı yok. Şimdi Zarrab’ın neden rüşvet dağıttığı da biraz anlaşılır olmuştur. ABD'yi dolandırmak, bankacılık sahtekarlığı ve kara para aklama suçlarından Miami'de tutuklanan Zarrab'ın filmlere konu olacak hikayesi bundan sadece 34 yıl önce başladı. Dünyayı ayağa kaldıran, hakkında İran’ın idam, Amerika’nın tutuklama hükmü olan Raza Zarrab ya da makbul Türk vatandaşı haliyle Rıza Sarraf yani eniştemiz daha bir çocuk sayılabilir aslında. Bize de çok yabancı değil, bir acem çocuk. Zeki, becerikli bir genç olmasının yanında şarkı sözleri de yazan, böylece kendinden on yaş büyük Ebru Gündeş’le de tanışıp evlenen Zarrap, Azeri kökenli bir ailenin çocuğu olarak, 1983'te İran'ın Tebriz kentinde doğdu. Eğitimini Azerbaycan'ın başkenti Bakü'de tamamladı ve küçük yaşta ticarete atıldı. Bir süre ailesiyle birlikte Dubai'de yaşadı. 23 yaşındayken Türkiye'ye yerleşti. Kapalıçarşı'da mücevher işlemeciliği yaptı, Yalova'da bir tersane kurdu. Ardından demir-çelik ve inşaat sektörlerinde yatırımlar yaptı. 2008'de kurduğu Royal Denizcilik A.Ş. kısa sürede faaliyet alanını genişletti, uluslararası altın ticaretine da başlayarak bir holdinge dönüştü. Birkaç yıl içinde servetine servet katan Reza Zarrab, şarkıcı Ebru Gündeş'le yaptığı evliliğin ardından Türk kamuoyu tarafından tanınmaya başladı. 2010 yılında evlenen çiftin çocukları oldu. Türk vatandaşlığına geçerek Rıza Sarraf adını alan Zarrab, o dönemde işadamı kimliğinden çok bir magazin figürü olarak gündemdeydi. Eşine aldığı pahalı hediyelerle gündeme geliyordu. Beş yıla kadar hapis istemiyle yargılanacağı mahkemeye zorla getirilme kararı bulunan, kaçak inşaat yaptığı Kanlıca'daki 26 milyon liralık yalı, Bodrum'da 1.8 milyon liralık yazlık… bunlardan bazılarıydı. 17 Aralık 2013, sadece Türkiye için değil, Reza Zarrab için de bir kırılma noktasıydı. Yolsuzluk ve rüşvet iddialarıyla gözaltına alınan isimlerden biri de oydu. Tutuklandı, 70 gün cezaevinde kaldı. Yüzlerce hakim-savcının ve binlerce emniyet mensubunun görev yerlerinin değiştirildiği bir süreçte tahliye edildi ve bu karar çok tartışıldı. O dönem her gün internette yayınlanan usulsüz dinleme kayıtlarında adı sık sık karşımıza çıkan Zarrab'ın "O...... ile memurun bahşişi işin başında verilir," cümlesi hafızalara kazındı. Dönemin İçişleri Bakanı Muammer Güler'in telefonda Zarrab'a "Vallahi senin önünde yatarım" dediği iddiası da çok konuşuldu. 17 Aralık soruşturması takipsizlikle kapansa da Zarrab hakkındaki suçlamalar bitmek bilmedi. İran'da "dünyada fesat çıkarmak" suçundan idama mahkum edilen işadamı Babek Zencani ile ortak olduğu iddiaları, Zencani'nin Zarrab'a "Reisim" diye hitap etmesi ve ikilinin İran'a yönelik uluslararası ambargonun kırılmasında en önemli iki aktör olduğu yönündeki bulgular, Zarrab'ı gündemde tutmaya devam etti. Gümrük ve Ticaret Bakanlığı müfettişleri 2014'te İran ile Türkiye arasındaki gizli altın ticaretini bu iki ismin yürüttüğünü belirtse de Zarrab bu iddiaları hep reddetti, ancak tanık sıfatıyla çıktığı Amerika mahkemelerine kadar. Bu iddiaların üzeri soğumadan bir inanılmazı daha yaptı Zarrab, ABD'ye giderek, kaçınılmaz sonu kendisi hazırlamış oldu. Hakkındaki iddianame hazırdı zaten, New York'ta 75 yıl hapis istemiyle ABD yargısının karşısına çıktı. Kısa süre sonra da beklenen oldu, işbirliği yaparak Türkiye aleyhine tanık oldu ve dudak uçuklatan rüşvetin hem şemasını yaptı, hem de hikayesini anlatmaya başladı. Sanıklıktan tanıklığa geçti, makbul ve hayırsever iş adamlığından hain ve ihbarcı kimliğine geçti. Şimdi de başta Türkiye Halk Bankası olmak üzere Türkiye Cumhuriyetine karşı bildiklerini söyleyecek görünüyor. Dünyada örnekleri çok. Amerika bankalarda kendi para sistemiyle oynatmıyor. Bu nedenle biz ilk değiliz Avrupa devletlerini de mahkûm ettirmiş. Hukuksuz mu? İstersen kullanma onun sistemini. Yani de ki ben lirayla ithalat-ihracat yapacağım. Kullanacaksan kural bu. İhlal etmişsen sınırlarımdan girme... diyor... Oradan okunmuyor mu? Atatürk'ün tam bağımsızlık dediği buydu, şimdi anlaşıldı mı acaba?.. Barzani gibi adamın ağzına bir damla bal çalarlar verirler gazı,bir adım öne çıkarırlar, sonra da üç adım geri gitmeye mecbur ederler. ZARRAB İran'da idama mahkum, Amerika'da aranan adam... Bunu en iyi kendi biliyor. Biliyor ve tatile gidiyor oraya... inandırıcı mı? Yani Amerika'da başına neler geleceği apaçık belliyken giden adama, niye gittin bile demeden, bir yurttaşımız tutuklu, diyerek tabandan tavana seferberlik ilan ettiğimiz Zarrab, YA BİZİ SATACAK YA BİZİ SATACAK... AKP den ilk tepki: "Tiyatro..." oldu. Bekleyelim hele denildi. Zarrab'sa konuşmaya başladı bile... Nihayet dün (2 Aralık 2017) karar verildi, Zarrab'ın ülkemizdeki mallarına el konuldu. Geç ama olsun, adım adımdır. Görünen önümüzdeki günler "Arkası Yarın"larla geçecek... Adı pek anılmasa da atadan dededen de gerçekten Türk vatandaşı olan Halk Bankası yetkilisi ne olacak, sorusu gündeme henüz gelmedi. Tuttuğu avukatların ilk yaptığı iş suçu kabullenmek olmuş, bu ülke yasalarına göre bir taktik de olabilir ama ilginç bir taktik… Başta banka müdürü olmak üzere asıl sorumluların ortada olmadığı yerde çok da ilgisi olmayan, Zarrab’ın ona rüşvet vermedim, istemedi de… dediği Atilla neyin hesabını verecek, ileride anlaşılacak. Ya da bu konu nereye kadar uzanacak? Ne var ki şu kesin, Amerika yakamızı bırakmayacak. Amborgo ya da iktidara yönelik bir girişim çok akla yakın değil, Türkiye bir muz cumhuriyeti değil, önlerinde Feto kalkışması örneği var sonuçta. Ama para cezası hem de yüklü bir ceza beklenebilir. Daha önceki dünyadaki uygulama örneklerine bakarsak dava sonucu ortaya çıkacak yüklü bir para cezası yani milyar dolarları kimin ödeyeceği de henüz meçhul. Gerçi meçhul de sayılmaz, vatandaş olarak bizim ödeyeceğimiz kesin de belki o ayakkabı kutularının sahipleri öder umudu var, az da olsa... Belki de en üzücü olanı da burada zaten, yoksa Zarrab marrab hikaye… Hangi kapıya çıkarsa çıksın, ne anlatılırsa anlatılsın bu olayın şu yanı gerçek, kimi devlet ehli, elindeki olanakları ve gücü bu adamın emrine vermiş, karşılığında dudak uçurtan rakamlarda rüşvet almış. Bu devlet ehli o yere bir iddiayla gelmiş, dini misyon edindiğini savunmuş, ben Müslümanım güven bana demiş, umarsız yığınların ilgi ve desteğini sağlamış, sonra da utanmadan çalmış. Şimdi de o kitlelerin yiyecek ekmeği yokken tonla borcun altında ezilişini izleyecek. Sorarsan Müslüman… Yazık. İnanç, hangisi olursa olsun, hepimizin sığınağı... Allah haklarından gelsin. / (*) Necati Doğru, 3 Aralık 2017 Sözcü Gazetesi

  • TAŞIMALI EĞİTİM YANLIŞ MI?

    Biraz da ezber bozalım-14 Eğitimle ve köy yaşamıyla ilgili olanlar, küçük ve orta büyüklükteki köylerde okulların kapalı olduğunu bilirler. Bunun yerini taşımalı eğitim almıştır. Taşımalı eğitim, köydeki ilkokuldan lise sona kadar zorunlu eğitim yaşında olan çocuk ve gençlerin anlaşmalı servisler tarafından belirli noktalardan alınarak merkez köylerde ya da kasaba ve kentlerdeki okullara götürülmesi, ders sonunda ise alındıkları yere aynı servisler tarafından teslim edilmesidir. Taşıma ve öğlen yemekleri de devlet bütçesindendir. Taşımalı eğitimi zorunlu kılan birinci neden, ülkede kapitalizmin ve kentleşmenin hızla gelişmesi sonucunda köy nüfusunun azalması, buna bağlı olarak da köy okullarında öğrenci mevcudunun iyice düşmesidir. İkincisi ise lise eğitiminin de zorunlu olmasıyla köy çocuklarının okul ihtiyacının ancak böyle karşılanabiliyor olmasıdır. 1989’da iki ilde 305 öğrenciyle deneme olarak başlayan taşımalı eğitime giren öğrenci sayısı günümüzde 1.380.000’i aşmıştır. Köylerde verilen eğitimle kentlerde verilen eğitim kalitesinin köydekiler aleyhine olduğunu bilen köylülerden bir kısmının “çocuk okutmak” gerekçesiyle kentlerde konut edinmeye çalıştıklarını veya ev kiraladıklarını bilirsiniz. Köy okullarındaki eğitimin daha zayıf olmasının nedeni çoğunun birleştirilmiş sınıflarda eğitim yapmak zorunda olmasıdır. 1954’te köyümüzde açılan okula tek öğretmen verilmişti ve öğretmen birinci sınıflarla, sınavla ikinci sınıfa kaydettiği öğrencileri birlikte okutuyordu. Üçüncü sınıfta ben de bu okula naklettim ve üç yıl bu tek öğretmen tarafından okutulduk. 1965’te başladığım öğretmenliğimde çoğu birinci sınıfta olan fakat öteki sınıflarda da birkaç öğrenci bulunan 49 kişiden sorumluydum. Birleştirilmiş sınıf okutan öğretmenlere göre, tek bir sınıftan sorumlu öğretmen çok daha şanslı olduğu gibi, birleştirilmiş sınıflarda okuyan öğrencilerde başarı düzeyinin sınıf öğretmeninde okumuş öğrencilere göre daha düşük olması doğaldır. Taşımalı eğitim bu zorunluluklardan doğdu ve kent çocuklarıyla köy çocukları arasındaki bu büyük ayrılığı azalttı. Köy okulları kapandı. Bunların bir kısmı köylerde açılacak kurslar için veya köy müzesi gibi işlevlere kavuştu. GERİ DÖNEMEYİZ Bununla birlikte aydınlardan birçoğu bu gelişmeyi kabullenemedi. Gerekçe olarak kapandıkları için köy okulunun gönderinde artık cumhuriyetin simgesi olan bayrağın ve köyün tek aydını olan öğretmenin köyde görülmeyişini gösterdi. “Köyler imamlara kaldı!” diyorlar. Doğrudur, günümüzde devlet memuru olarak hemen yalnız imamlar oturuyor. Hem de çok mahalleli köylerde her mahallenin bir camisi ve imamı var. Ama öğretmenin köy kalkınmasında ve köyün aydınlatılmasındaki rolü çoktan bitmiş bulunuyordu. Köy yollarının yapılması ve öğretmenlerin otomobil sahibi olmaya başlamasıyla öğretmenler köy okullarına günlük geliş gidiş yapıyorlardı. Şimdi taşımalı eğitimin yapıldığı merkezî okulların öğretmenleri bile ya kendi otomobilleriyle ye de topluca bir servis tutarak sabah gidip akşam kente dönüyorlar. Arkalarındaki cemaatin sayısı ne olursa olsun, günde beş vakit ezan okumak ve cami kapısını açmak zorunda olduklarından, cemaati de kentlerdeki camilere günde beş vakit taşımak mümkün olmadığından, imamlık taşınamıyor. Eğer öğretmenler, düşünen, sorgulayan, çalışkan ve modern dünyaya uyum sağlamış öğrenciler yetiştirecek bir anlayışta iseler, bunu ayaklarına getirilen köy çocuklarında uygulayabilirler. Neredeyse boşalmış bir köyde kışın kalan beş on yaşlı ile ara sıra merhabalaşmaktan başka bir şey yapamayacak öğretmeni köyde tutmanın imkânı da mantığı da yoktur. Bayrak konusuna gelince, artık iktidar partisinin mitinglerde herkesin eline tutuşturduğu o bayraktan hemen her köy evinde de var. Türkiye köylüsü artık kentlere doluştu. Köyde kalanlar da bir ayakları kentlerde olması nedeniyle yarı köylü bir özellik kazandı. Öğrencileri aracılığıyla öğretmenlerin velilerle bağ kurma olanağı ortadan kalkmış değildir. Köy okullarının kapanmasına içimizin yanması, köyü 1940’lardaki, 50’lerdeki gibi hayal etmemizden kaynaklanıyor. Ama kabul etmeliyiz ki “düne ait olanlar, dünle birlikte gitti. Şimdi yeni şeyler söylemek gerekir.” 15-20 öğrencinin bulunduğu köy okulunda beş sınıfı okutan bir öğretmen sistemini de, eski köy nüfusunu İstanbul’dan. Mersin’den. Diyarbakır’dan kaldırıp köye taşımanın da imkânı yoktur. (26 Kasım 2017) Fotoğraf: Beyceli İlkokulu Merkez ilkokulunda Bir zamanlar 7 öğretmenin 210 öğrencinin bulunduğu Beyceli İlkokulu’nda 2000 yılında kala kala bu kadar öğrenci kalmıştı. Bir o kadar da Kuzmiri mahallesindeki okulda vardı. Şimdi komşu köye taşınıyorlar.

  • Evet

    Hayırın karşıtı olan kelimedir.Kabul eder misiniz? sorusuna verilen cevaptır. Biri anlatırken dinliyorum anlamında da kullanılmaktadır. Her hangi bir isteğe fazla düşünmeden, karşı tarafa ayıp olacak diye de“evet” denebilmektedir. Yerine göre insanı mutluluktan uçurup yerine göre de insanı üzebilmektedir.Kişinin bekleme anında hazır olduğunu gösterebilmektedir. He öyle anlamına gelmektedir. Doğrulama veya tasdik etme, oldu deme anlamını kapsamaktadır. Konuşma arasında cümlenin olumlu anlamını pekiştirmek için kullanılmaktadır. Anlatımı kuvvetlendirmektedir. Onay verme anlamına gelmektedir. Buyrun manasına gelen evet konuyu geçiştirirken de ve cümleyi bağlamada kullanılan kelimedir. Kabullenmeyi beraberinde getirmektedir. Seçimlerde oy verilecek partinin altına basılan mühürdür. Olumsuz duruma evet demek iyiye ve güzele hayır demeyi getirmektedir. Ardındaki manadan güç alan kelimedir... İnsana “özlemiyor mu?”yu hatırlatan kelimedir. İşaret diliyle kafa sallamaya eş değer olan kelimedir. “Aynen öyle” anlamına gelmektedir. Kimi zaman da “siz evet deyin, niçin evet denmesi gerektiğini daha sonra açıklayacığız”la karşımıza gelmektedir. Kadın erkek eşitliğine evet demek kadına yönelik ayrımcılığa karşı çıkışın sesi olmalıdır. Yaşam tarzına müdahele etmenize evet demeyerek. Her türlü şiddete karşı müçadele dayanışma ruhuyla evet anlam kazanmaktadır. Adalet sisteminin bağımsız olmasına destek oluştur. Yaşama anlam kazandırabilmektedir. Olumsuzluklara evet diyerek muhalefet, farklı seslerin susturulmasına ve kendi de dahil yaşam alanlarının daraltılmasına çanak tutar hale gelebilmektedir. Kulluğa evet demek vatandaşlıktan geri dönüşü kabul etmek, emire evet demekse hukuku kabul etmemek demektir. Yalan ile doğru arasındaki seçimde doğruya yönelmeye, aydınlıktan yana tavır almaya, şeffaflığı desteklemeye, basın özgürlüğünden yana olmaya EVET. Katılımcı demokrasiye, üniversitelerin idari ve bilimsel özerkliğine, sonsuz sanat özgürlüğüne EVET...Demokratik ve toplumcu örgütlenmeye ve düşüncenin önünü açmaya giden her yola, EVET... Siyasetin; iş, aş, refah, huzur gibi gerçek gündemlerle ilgilenmesine evet diyen bir toplum, halka doğrudan hesap veren iktidar anlayışının kabul görmesini sağlar.Ülkenin gelişmesine, sömürüsüz bir düzene, gençlere seçilme hakkı tanınması ve yeniden ortaklaşmaya EVET. EVET içinde esneklik, geçirgenlik bulundurmaktadır. Maddi ve manevi haklarımızın uygunsuz bir şekilde kullanılmasına da neden olmaktadır. Beraberinde baskıcı bir itaat etme beklentisini getirmektedir. Diğer seçenek bertaraf edilmektedir. İnsanlar ve kurumlar da taraf ya da bertaraf (!) olmaya zorlanabilmektedir. Özellikle referandum dönemlerinde manipülasyon yapılarak evet için dayatma yapılmaktadır. İktidarlar tarafından olumlu bir söylem gibi gibi gösterilerek ve temizliğin sembolü olan beyaz renkle desteklenerek evete dayatma yapıldığını yakın zamanda yaşayıp gördük. Çok derin yorum yapmayan, pek fazla düşünmeyen algısı kolayca yakalanabilecek bir takım insanlar hiç de az değildir, maalesef. Özdemir Asaf’ ın dediği `gibi “kirlenmede önceliği beyaza verdiler”` Hayıra da diğer renkler verilmektedir. Kişiliksizleştirirerek, kendisine ve topluma yabancılaştırılır insanlar. İtaat ederek elde ettikleri, gittikçe artan bir yüke dönüşmektedir. Uzun vadede ne kişisel ne de toplumsal bir fayda sözkonusu değildir... Bu kişiliksiz ve düşünme tembeli insanlardan oluşan bir toplum uzun vadede karanlık günlere gebedir. Bu bedeli de evet demeyen ve hiç bir dahli olmayan insanlar maalesef daha derinden ve zarar görerek yaşarlar. Evet dediğinizde, kimi zaman başkalarının dayattığı kuralları onaylayıp, onların dünyasının seyircisi olmaya başlarsınız. Evet, kurulmuş bir yalan makinesine döner. Evet dendiginde, ülkede şoven milliyetçiliğin ve ırkçılığın yükselerek yaygınlaşmasının önü de açılmaktadır. Durgunluğa ve gericiliğe mahkûm etmenin anahtarı da olabilmektedir EVET. Doğru haber alma hakkını tanımamayı da getirmektedir. Tüm yetki gücünün tek bir kişinin elinde toplanmasına sebep olmaktadır. Evet oyu kullananlar içgüdüsel olarak hareket ederek neye oy verdiklerini kendileri dahi bilememe durumundadır. Kararlarını akla değil, inanca dayandırabilmektedir. Esas mesele de orda başlamaktadır. “EVET” demenin ve o oyu vermenin hiç de kolay olmadığını bilmek zorundayız... Evet demeden iyi düşünmek gerekmektedir. Bilim adamları her şeye “Evet” demedikleri için insanlığa hizmet sundular. “Evet”in sarsıcı, dönüştürücü bir yanı da bulunmamaktadır. Bir uyumluluk ifadesini beraberinde getirmektedir. Uzlaşmanın da teşhiri olabilmektedir. ‘Evet’ sonucu ne politik istikrarı sağlar ne ekonomik krizi çözer , toplumsal çatışma tehlikesini ortadan kaldırır. Aslında, evet denildiğinde 'Dolu dolu yaşam beklemelidir insanlığı. Evetin de bir zamana ihtiyacı var. Neye evet deniyorsa onun da bir süreci var. Zamanı iyi kullanmak neye evet diyeceğini bilmeyi getirmektedir. Evetlerinizin güzellikler getirmesiyle dileğiyle. Özgür Karakaya ozgur694@hotmail.com

  • BİRAZ DA EZBER BOZALIM-1

    Daha çok aydınlanma devrimini başaramamış doğu toplumlarında olmak üzere insanoğlu inanç ve politik dünyasını ezberler üzerine kuruyor. Bu ezberler, içinde yaşadığı toplumun değerleridir ve kuşaktan kuşağa aktarılır. Birbirleriyle gidiş gelişleri olmayan yalıtılmış toplumlarda dini ve kabilesel gerekçelerle daha çok ezbere rastlanır. Başka toplumların yaşayış biçimleri, töreleri, kültürleri tanındıkça ezberler zayıflar. Onun yerini kendi inanç ve görüşlerini sorgulama başlar. “Biz ve ötekiler” ayrışmasının yerini insanların çeşitliliği ve bunların büyük insanlık ailesinin parçaları olduğu anlayışı alır. Kitap okumak, felsefeyle uğraşmak, tarihle, özellikle doğa ve dinler tarihiyle uğraşmak da ezberleri zayıflatan uğraşlardır. Yaklaşık yüz yıldan daha uzun bir zamandır ezber yaratan kurumların başında milliyetçilik geliyor. Denebilir ki birçok toplumlarda dini inançlara dayanan ve kesin olduğuna inanılan ezberlerin yerini milliyetçilik ezberi almıştır. Klasik bir milliyetçiye göre dünyada en büyük millet kendi milletidir. Onun ataları kahramandır. Millet dünya durdukça var olacaktır. Öteki milletler ise kendi milletinin düşmanıdır ve kalleştirler. Her zaman güvenilmezdirler. Dinsel dogmalar, toplumu yöneten köle sahipleri ve feodaller, onların temsilcisi olan hükümdarlar krallar, şahlar, çarlar tarafından sürekli körüklenirdi ki kitleler bu yöneticiler çevresinde toplansın. Böylece toplumu daha kolay sömürür ve yönetirlerdi. Milli önyargıların körükleyicisi ise burjuvazidir. Milliyetçilikledir ki burjuvazi kitlelerin kendi çevresinde kilitlenmesini sağlar ve o da kendinden önceki üretim biçimlerinin hâkimleri gibi toplumu bu ideolojiyle daha kolay yönetir, ekonomik kaynaklara daha kolay egemen olur. Burjuvazi, ideolojik olarak “özgür” düşünceden, fikir, irfan ve vicdan özgürlüğünden yanadır. Düşünen insan ister. Yalnız bu hürlük ve düşünme kendinden önceki ideolojiler içindir. Sıra kendisi hakkında düşünme ve eleştirmeye gelince özgürlüğe bir sınır çekilir. Kapitalizm ve onun ideolojisi mutlaktır. İnsanlık kapitalizmle en uygun yolu bulmuştur ve bundan daha ilerisi ihanettir! Her türlü dogmayı yıkan ve yerine bir dogma ikame etmeyen bilimsel sosyalizmdir. Sosyalizm, doğa ve toplumsal bilimlerin ışığı altında tarihsel materyalizm yöntemiyle insanlığın geçmişini irdeler ve gelişmeye sınır koymaz. Sosyalizmin de aşılacağını öngörür. Sosyalizm için en yüce değer emektir. Dolayısıyla insanlar arasında ırkına, milliyetine, inancına bakarak ayırtım yapmak yanlıştır. Bütün emekçiler gibi, bütün milletler de eşittir. Hiçbir insan başka birine bağımlı olamayacağı gibi bir millet de başka bir millete bağımlı olmamalıdır. İnsanlığın geleceğinin bu düşüncelerle kurulacağından hiç kuşku yoktur. Fakat aldığı büyük mesafeye rağmen, insanlığın bu konularda henüz emekleme çağında olduğunu kabul etmeliyiz. Ezberi çok olanlar, bu görüşleri hiçbir zaman gerçekleşmeyecek bir ütopya olarak görebilirler. Ezberler, insanı dar kafalı yapar. Bu gibileri Tevfik Fikret’in Eski Çağlar Tarihi (Tarihi Kadim) şiirinde kuvvetle vurguladığı gibi savaşa ve kana doymazlar. Bugün başımızda, çevremizde ve dünyanın başka yerlerinde milli çıkarlar adına silah üreten, satan, ordular donatan, bunun yanında insanların beyinlerini de ezberlerle dumura uğratan sınıflar ve insanlar eksik değildir. Sicil dosyamda yazılı günahlarımın ne olduğunu Bilgi Edinme Yasasına dayanarak öğrenmek istediysem de aylardır Milli Eğitim Bakanlığından öğrenmek mümkün olamadı. Gelecek yazılarımda dilim döndüğünce bazı konularda ezberleri bozmayı deneyeceğim. Ezberleri kafalarına İngiliz çivisi gibi çakılmış olanların cennetin kapısında insanları sorguya çeken sorgucular gibi hatırlatmalarını göze alıyorum. Böylece emekli olduktan sonra sol omzuma yığmakta olduğum “günah” defterinin kalınlığını da öğrenmiş olurum.

  • Biraz da ezber bozalım-2

    KUR’AN’IN İLK EMRİ “OKU”NUN ANLAMI NEDİR? Öğrencileri kitap okumaya özendirmek için yıllarca söylenegelen, hatta ders kitaplarına bile yazılan yanlış bir belgi vardır. “İslam’ın ilk emri de ‘Oku’dur” derler. Bu demektir ki Tanrı, Hazreti Muhammet aracılığa bize çok okumamızı emretmektedir. Kitap, dergi, gazete. Artık canımız hangisini çekerse, hangisine ilgimiz varsa… Böylece çok faydalı olan okumanın Allah’ın emri olduğu ileri sürülmektedir. Niyet kötü olmamakla birlikte, bu iddia tarihsel gerçeklerle uyuşmuyor. Sorun, geliş sırasında ilk olan Alak Suresinin ilk cümlesindeki “İkra” sözcüğünün anlamında düğümleniyor. Ayet, Türkçeye “Yaratan Rabbinin adıyla oku” olarak çevrilmektedir. Ancak ayetteki bu emir inananlara değil Peygamber’e veriliyor. Fakat Hazreti Muhammet de, dönemin Hicaz toplumundaki insanların nerdeyse tamamı gibi okuma yazma bilmiyordu. Bu emri aldıktan sonra da okuma yazma öğrenmemiştir. Muhammet, Allah’ın emrini hiçe mi saymıştır? Gerçi dönemin Arabistan’ında yazı yok değildi, fakat en çok kullanılan edebi tür olan şiir, eski Türklerde de olduğu gibi sözlü bir edebiyat türüydü. Kişileri ve kabileleri hicvetme veya övme amacıyla meydana getirilir ve belleklerde korunarak kuşaktan kuşağa nakledilirdi. Yılda bir Kâbe’de yapılan panayırlarda şiir yarışması yapılır ve bunlardan birinci seçilen Kâbe’nin duvarına asılarak gelecek yıla kadar orada dururdu. Bunlardan ancak yedi kadarı daha sonraki döneme kalabilmiştir. “İkra-Oku” emrinden “Kur’an Oku” anlamı bile çıkarılamaz. Çünkü Kur’an daha ortada yoktur. Bilindiği gibi Kur’an Hazreti Muhammet’in ölümünden sora onu ezberinde turtan kâtipler bir araya getirilerek düzenlenmiştir. İslamiyet’in doğduğu Yedinci Yüzyılda Arabistan’da Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi inançlar vardı. Bunların kutsal kitaplarının ruhban sınıfından sınırlı insanların elinde Manastır ve Kiliselerde korunuş olması mantıklıdır. Fakat Tanrı’nın Peygambere ve Araplara bunları okumalarını emretmesi düşünülemez. Çünkü bu iki peygamber (Musa ve İsa) hak Peygamber kabul edilmekle birlikte Kitabı Mukaddes (Tevrat ve İncil) tahrif edilmiş sayılmaktadır. Sıradan Arapların, dil ayrılığı nedeniyle bu kitapları okuması mümkün de değildir. “OKU” DEĞİL “SÖYLE!” Öyleyse Kuran’ın ilk ayeti olan ve Hazreti Muhammet’e verilen “İkra” emir fiili, Türkçeye “Oku” olarak değil “Söyle” olarak çevrilmesi gerekirdi. Nitekim Kur’nda Hazreti Muhammet’e hitaben “Ya Muhammet, De ki” ibaresi çoktur. Ayette geçen “Oku” sözcüğünün Türkçede “Söyle” anlamında bir karşılığı da vardır ve bugün de kullanılmaktadır. “Düğüne söylemek” yerine “Düğüne okumak” da denir. “Yaradan Rabbinin adıyla oku” cümlesinden “kitabı okumaya onun adıyla başla” anlamı çıkarılamaz. “Rabbinin adıyla söyle” anlamı çıkarılabilir. Nitekim ayetin devamında Muhammet’in insanlara söylemesi gereken şeyler yer almaktadır. 610 Yılında. Hazreti Muhammed’in Hira Dağı’nda duyduğunu söylediği bu “İkra” sözünü, okunacak yazılı metinlerin olmadığı, kendisinin bile okuma bilmediği bir gerçek iken, Onu “Söyle” olarak çevirmek yerine “Oku” diye çevirmek, bunu da öğrencilerde kitap okuma isteğini uyandırmak için kullanmak yanlıştır. Bu durum, Kur’an’daki cümle ve metinleri anlamak için o günkü toplumsal gerçekleri bilmek,, Arap dilinde o zamanki kavramları ve bunların hangi koşullardan doğmuş olduklarını anlamak gerektiğini hatırlatıyor. Kitap okumaya özendirmek için bu yanlış çeviriye ne gerek var? “İkra” emrinin anlamı “kitap okumak” idiyse, Tanrı’nın emirlerine yerine getirmek günah olduğundan kitaba elini sürmeyen bir toplum olarak yerimizin cehennemin dibi olması gerekirdi ama kimse bunu dile getirmiyor… (11 Ekim 2017)

  • Eğitim Sorunları -3

    Eğitim Yazıları - 3 Eğitim girdisi nitelikli emek olması gereken bir süreçtir. Çetesiz, şeriatsız ve darbesiz gelişen bir toplum, demokratik ve çağdaş hukuk devleti olmanın yolu bu süreci iyi değerlendirmekten geçer. Eğitimin asıl gayesi siyasal iktidarların çıkarlarına hizmet etmek değil halkın ihtiyaçlarına dönük olmaktır. Türkiye siyasal düşünce, din, dil, cinsiyetçilik gibi farklılardan doğan sorunlar karşısında ancak böyle bir eylemde bütünleşebilir... 1996 yılında Adana ve İstanbul’da bulunan iki okuldan birinde gelir düzeyi yüksek aile çocuklarının bulunduğu okulda yoksul aile çocukları bir sınıfta toplanıyor birinde de genelde emekçi çocuklarının okuduğu bir okulda zengin ailelerin çocukları bir sınıfta toplanarak onlara oldukça iyi eğitim koşulları sağlandığı bildiriliyordu. O günlerde “İşte Sınıf Ayrımı” manşetiyle gazetelerde yer alan bu manzara 2000’de Gaziantep’in Gazi’sinde sonra İstanbul’un Gazi’sinde Türkiye’nin iki ucundaki iki mahallesinde tekrarlanıyor. Oysa eğitim İnsan Hakları Bildirgesi’nde (25.madde) temel insan hakkı olarak kabul edilmektedir. Anayasa’nın 42. maddesi, Milli Eğitim Kanunu’nun 7 ve 8.maddeleri, 222 Sayılı İlköğretim Kanunu ile Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin 28. maddesine göre TC yasalarıyla güvence altına alınmış olmasına rağmen karşılaşılan böyle uygulamalar çelişkidir… İletişim olanaklarının arttığı günümüzde bilgi kaynakları gelişmiştir. Eğitim toplumsal bir etkinlik haline gelmiştir. Örgün eğitim kurumlarının dışına taşan eğitimle bilgi artık gazete, radyo-TV gibi yazılı, işitsel ve görsel kitle iletişim araçlarıyla da bireylere aktarılıyor. Basın-Yayın kuruluşlarının temel işlevlerinden birisi eğitimdir. Peki, kitle iletişim araçları sahipleri yurttaşların bilgilere ulaşıp öngörülerde bulunmasını, kültür düzeylerini yükselterek toplumsallaşmasını sağlayan bilinçlendirici bir demokratik anlayışa sahip mi? Paranın sosyal statüyü belirleyici bir etken olduğu kapitalist sistemde eğitim de metalaşır ve üst tabakaları oluşturan egemenler için bir ayrıcalık haline gelir. Bilgi halkın olmaktan çıkar ve sermayeye hizmet eder. Eğitim ve iletişim bir rekabet alanına dönüşür. Bilgi insanların yaşamını kolaylaştıracağı yerde bilgi akışı emperyalist amaçlı büyük sermaye şirketlerinin denetimi altına girmiştir. Finlandiya Eski Devlet Başkanı Urho Kaleva Kekkonen buna “İletişim Emperyalizmi” adını vermişti. Kitle iletişim araçları metalaştırıldıkça yüz yüze ilişkilerin önemi azalmış, iletişim tek yönlü olmaya başlamıştır. 10 Aralık 1948 tarihinde kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde belirtilen “herkes düşünce özgürlüğüne sahiptir” ilkesine dayanarak 1970’lerde iletişim araçlarının özgürleştirilmesine dönük başlatılan çabalar sonuç vermedi. Kitle İletişim Araçları Deklarasyonu yayınlanarak dengeli ve eşitlikçi bir iletişim düzeni amaçlanıyordu. Ancak başta ABD şirketleri olmak üzere dünyanın çok uluslu (transnational) IT şirketleri (IBM, General Electric, ITT, RCA, GTE gibi) ile 1980’deki Reagan hükümeti BM evrensel enformasyon ilkeleri ve yeni iletişim düzenine ilişkin politikaları desteklemedi. Günümüzde bilgi teknolojisinin alt yapısı değişmiştir. Önce Ruslar daha sonra ABD uydularla haberleşme teknolojisini uzay boşluğuna taşıdı. 1970’lerde video ve internet devreye girdi. İnternetin devreye girmesi kapitalizmin etki alanını genişletirken bilgi paylaşımını iletişim açısından vazgeçilmez hale getirmişti. Kitaplar elektronik ortamda basılmaya, yayınevleri e-kitap yarışmaları bile düzenlemeye başlamıştır. İletişim teknolojilerindeki hızlı gelişme 1980’lerden sonra küreselleşme olgusunu ortaya çıkardı. Küreselleşme kavramı dünyanın ekonomik, politik ve kültürel anlamda küresel güç odaklarının hegemonyası altına alınması demekti. Televizyon ve radyonun bulunuşu yaygın iletişim olanaklarını daha çok arttırmıştır. Giderek popüler hane gelen TV’ler kamuoyu oluşturmak ve eğitim gibi temel işlevler kazanmaya başlar. Yanına bir de teletekst ve viewdata gibi görüntülü sistemler eklenmiştir. İngiliz medya pazar araştırma firması NOP World'a göre Türk halkı haftalık TV izleme sıralamasında dünya dördüncüsüdür. Bireysel kullanım maksatlı aygıtlar pazara cazip tüketim nesneleri olarak sunulmaktadır. Bilgisayar, cep telefonu ile TV de bunlar arasındadır. 2006’da yapılan bir araştırma 2 milyarlık cep telefonu kullanıcısı bulunan dünyada Rusya, Çin ve Hindistan gibi ülkelerin en çok satın alanlar listesinde önde sırada gittiğini göstermektedir. Türkiye ise listede 10. sırada yer almasıyla dikkat çekti. 1980’lerin başında walkmanla başlayan süreç bireyleri bireylerden ve toplumdan soyutlayıcı bencilleştiren bir eğilim yaratmıştır. Erdal Atabek’in Cumhuriyet gazetesi’ndeki yazısında (27 Mart 2000) belirttiği gibi sosyalleşme ile kolektif yaşam alışkanlıkları yerine geçen bu özellik teknolojik gelişmenin “e-gençliği”nin olumsuz yanını vurgulamaktadır. Erdal Atabek’in Cumhuriyet’teki (6 Şubat 2006) başka bir yazısındaki tespitleri oldukça düşündürücüdür. Prof. Dr. İbrahim Armağan’ın günümüzün değerler sistemine ilişkin bir araştırmasını paylaşan Atabek yazısında, 60-70’lerin gençliğinin “sevgi, özgürlük, eşitlik, eğitim” şeklindeki tercihlerinin yerini “para, ticaret, miras” gibi olgular aldığını ifade etmektedir. TV ile PC başında geçen süreyle obezlik arasında bir ilişki olduğu, TV yayınlarının uykusuzluk, korku ve fiziksel hareket eksikliği gibi birtakım problemlere yol açtığı belirtilmektedir… Kültür insanlığın ortak mirasıdır… İnsanlık tarihi yazıyla başlıyor. İlk yazıyı günümüzden 5 bin yıl önce (İ.Ö. 2200) Sümerler kullanmıştı. Mezopotamya’da (Nippur) bulunan kil tabletleri üzerindeki yazılar, İ.Ö. 300’lerde İskenderiye’de bulunan papirüslerdeki yazılar parşömen ve kâğıdın kullanılmasıyla Çin’deki ilk el yazması kitap (MS. 1. Yy) insanlık tarihinin yazılı ilk belgeleridir. Bilinen ilk kütüphaneler Mezopotamya, Mısır ve Yunanistan’da kurulmuştu. MÖ. 5.Yy’da 800 bin nüfuslu Roma’da tam 28 tane kütüphane vardı. Avrupalılar kâğıdı ancak MS. 1000’de kullanmaya başlamıştı. 1440’da matbaanın icadı insanlık tarihinde yeni bir aşama oldu. Basım tekniğinin gelişmesi kitapların seri olarak basılmasını ve yaygınlaşmasını sağladı. Rönesans’la beraber Avrupa’da üniversiteler ve kütüphaneler de yaygınlaşmaya başlamıştı. Dünya’daki kitap üretiminin önemli bölümünü Avrupalılar gerçekleştirdi. Kitap en önemli kültür aracıdır. Yayınlanan ve okunan kitap sayısı ülkeler arasındaki karşılaştırmalarda kalkınma ve sosyo-kültürel gelişmenin bir ölçütü olarak kabul edilmekte. UNESCO 1972 yılını “uluslar arası kitap yılı” ilan edip bir kitap yasası kabul etmiş. Buna göre okuma hakkı herkes için geçerli ve teşvik edilmesi gereken bir hak sayılmakta. Türkiye’de kütüphane sayısı ve kitaba ilgi yetersiz… Okuma alışkanlığı araştırma ve eğlence amaçlı eleştirel yaklaşarak düzenli olarak okumayı sürdürmek şeklinde tanımlanıyor. Türkiye’deki kitap okuma alışkanlığı dünya standardına uymuyor. İyi bir kitap okuru sayılmak için yılda minimum 10 ila 20 kitap okuyor olmak gerekiyormuş. Türkiye’de ise kitap halkın satın alma sıralamasında çok geridedir. “Ne Güzel Çocuklardık Biz” adlı romanın yazarı Metin Celal’in “okuyandan korkulan bir toplumdayız” demesindeki gibi okuma alışkanlığı köreltilen toplumda okuma alışkanlığının gelişmesini beklemek tabi hayalciliktir. Binlerce yıl sayısız uygarlık yaşayan bu topraklarda hala eğitimle ilgili sorun varsa tarihe bakmak gerekir. Matbaa Osmanlı Devleti’ne tam 200 yıl sonra girmiştir. Matbaanın gecikmesini lonca ya da halka dayamak yersizdir. 16.Yy’da dinde reform ve Rönesans yaşayan Avrupa’ya karşılık halifelik Osmanlı’ya geçmiş şeyhülislam devlet işlerinde etkin olmaya başlamıştır. 17.Yy’dan sonra felsefe, matematik, tıp gibi derslerin rafa kaldırıldığı medreselerde sadece şer’i ilimler öğretilmiştir. Tanzimat öncesi ilahiyat tedris edilen bir yer olarak görülen medreseler dini kurumlardan biri haline gelmiştir. Hukuk ve matematik ilahiyata bağlı tali alandır. Avrupa’larla boy ölçüşebilecek okullar ancak 2. Mahmut döneminde açılmaya başlanır. Darülfünun 1933’te kurulan İstanbul Üniversitesi’nin temelidir. Bunlar farklı kuşaklar yetiştirmeye başlar… Cumhuriyet kurucuları çağdaş ve bağımsız bir ulus-devlet yaratmak istedi. M. Kemal’in “ulusumuzun politik ve sosyal hayatında rehberimiz bilim ve fen olacaktır” sözlerinden anlaşılacağı gibi çağdaş uygarlık ve ulus egemenliğine dayalı devlet hedefleniyordu. 1928’de Latin harfleri kabul edilip 1929’da da Millet Mektepleri açıldı. Yeniliklerin topluma benimsetilmesinde görev öğretmenlere düştü. 1940’ta köy enstitülerinin kuruluş nedeni nüfusun yüzde 80’i sayısı 40 bini bulan köylerde yaşamasıdır. Okul ve öğretmen sayısı yetersizdi. Ülkenin öz kaynaklarına yönelmişlerdi. Hedefe çabuk ulaşmak için 500’e yakın halkevi devreye sokuldu. 4 binden fazla halk odası açıldı. Halkevi sinema salonu, kütüphanesi ile adeta bir kültür merkezi idi. Ancak başta DP olmak üzere siyasal iktidarlar temsil ettikleri egemen sınıfların ve kendi oy deposu saydıkları tutucu kesimlerin baskısıyla çıkarlarına uymayan köy enstitülerini ve halkevlerini kapatıp imam-hatip okulları açtı. Emperyalizm, uluslar arası savaşlar, iç göçlerle artan çeşitli sorunlar, din ve ulusal ideoloji, geleneksel ve modern yaşam çatışmaları derken zaten yola girmeyen eğitim sistemi yeniden alt üst oluşlar yaşamaya başladı. 1926’da yürürlüğe giren ilkokul programları, 1916’da öğretimin esasları belirlenmiş olan köhne tedrisat talimatnamesini yürürlükten kaldırmış 1929 tarihli ilk mektepler talimatnamesi ile Tevhid-i Tedrisat Yasası’na rağmen yıllardır süregelen Müslüman kimlik odaklı tartışmalar eğitim adına hiçbir yenilik getirmemiştir. 1961 Anayasasıyla üniversitelerdeki özerklik çabaları öğrenci olayları bahane edilerek 1980’de rafa kaldırılmıştır. Uygulamaya sokulan serbest pazar politikasıyla kamusal hizmet alanları tek tek özelleştirilmeye başlanmıştır. Özel Radyo-TV kuruluşları faaliyete girmiş, devlete ait telekomünikasyon kuruluşları sermayeye aktarılmıştır. 1980’lerde çocuk mahkemeleri kuran devlet Gaziantep’te baklava çalan çocukları 10 yıl hapisle yargılarken Malatya’daki çocuk yuvasında işkence gören çocuklarla ilgili sınıfsal gerçek öncekiler gibi görülememiştir. 2005’te binlerce öğretmenin görev yerini değiştiren AKP önemli mevkilere yandaş atamakta beis görmezken eğitim alanında çare “özel sektöre devretmek” olarak gösterilmiştir. İhsan Doğramacı’ya ise TBMM onur ödülü takdim edilmiştir... TBMM’nin kurduğu araştırma komisyonu raporu tutanaklarında görülebilir; Türkiye’de yüksek öğretim çağındaki gençlik YÖK’ün kalkmasını, eğitimin parasız ve nitelikli hale gelmesini istiyor. Üniversite’nin sözlük anlamı evrensel bir bütünlük ifade eder. Üniversiteli gençlik evrensel normlarda bilimsel eğitim ile katılım istiyor. Egemenler her zaman itaatkâr, sorgulamayan ve eleştirmeyen bireyler yetiştirmeyi amaçlar ve kendi koyduğu kurallarla devleti yönetmek ister. Oysa üniversitelerin yetkilerinden biri toplumsal olaylarda kamuoyu yaratmak ve halkı aydınlatmaktır. Üniversite sermaye otoritesi karşısında artık papaların ve kralların izniyle kurulan ortaçağ kurumları gibi değil ilk kez 13.Yy’da Paris’te üniversite öğretim üyelerinin dayanışmasıyla başlayan idari özerklik kararında olduğu gibi kendi kendini bilimin adaletiyle yönetmek ve tam özerklik istiyor. YÖK’ün kurulmasıyla birlikte kışlaya dönüşen üniversitelerde bilimsel araştırmaların sayısında önemli düşüş yaşanmıştır. Tüm Öğretim Üyeleri Derneği (TÜMÖD) Eski Genel Sekreteri Prof. Dr. Tahir Hatipoğlu üniversitelere ilişkin o zaman bakın ne demektedir: “12 Eylül kendi öğretim üyesini yetiştirmiştir. Bu tip, korkak, ürkek, sinik, yağcı değerleri taşıyor. Bunlar için özerklik ve özgürlük gereksiz. Parayı ve makamı seviyorlar. Profesörler rektörlerin ellerini öpmek için kuyruğa giriyor. Hocasını böyle gören asistan ne yapsın? O da iki büklüm olmayı öğreniyor. Bazı fakülteler Abdülhamit dönemini yaşıyorlar. Rektörler derebeyi, tek etkili adam. Böyle üniversite olur mu? Ben, bu tür çok sayıda insanı her gün görüyor ve utanıyorum”... Eğitim girdisi nitelikli emek olması gereken bir süreçtir. Çetesiz, şeriatsız ve darbesiz gelişen bir toplum, demokratik ve çağdaş hukuk devleti olmanın yolu bu süreci iyi değerlendirmekten geçer. Eğitimin asıl gayesi siyasal iktidarların çıkarlarına hizmet etmek değil halkın ihtiyaçlarına dönük olmaktır. Türkiye siyasal düşünce, din, dil, cinsiyetçilik gibi farklılardan doğan sorunlar karşısında ancak böyle bir eylemde bütünleşebilir. Türkiye’nin başta işsizlik olmak üzere temel sorunları eğitim kaynaklıdır. Günümüzde bir yanda 10 milyon çocuk yoksulluk sınırının altında yaşarken neredeyse her 2 kız çocuktan biri okutulmamakta, okullaşma oranı geri ülkelerden bile düşük kalmakta, öte yanda eğitime bütçeden ayrılan pay daha çok diyanet ve savunma gibi alanlara aktarılmaktadır. Her 4 kişiden sadece birinin bir üniversite programına yerleştiği ülkemizde gençlerin geleceği 2 saatlik bir sınavla belirlenmektedir. Oysa dünya’nın kalkınmış ülkelerinin çoğunda araştırma, geliştirme ve kişi başına düşen eğitim harcamaları hem yüksek hem de devlet tarafından karşılanmaktadır. 1992 yılında Başbakanlık “Çağdaş Eğitim, Çağdaş Üniversite” adlı kitapçıkta toplumun her geçen gün artarak yaygınlık kazanan eğitim yapma arzusunun birçok ülkede köklü değişim kanısı uyandırdığı belirtiliyor, asıl sorun olarak da değişen koşullara göre eğitim süreç ve yönteminin yeniden araştırılarak önlem alınması gerektiği ifade ediliyordu. O günlerdeki Cumhurbaşkanı Türkiye’deki önemli 2 sorundan biri olarak eğitimi gördüğünü açıklamıştı. Gerek lafta kalan bu söylemler gerekse 1979 tarihindeki Milli Eğitim Kanunu’nda yazılı hükümlerin uygulanmaması örneğinde olduğu gibi birçok siyasal ihmal ve müdahalelerle karman çorman olmuş Türk eğitim sistemi çeşitli sorunlarla bugünlere gelmiştir. Halkın gerçek eğitime özlemi ve açlığı şimdiye kadar çıkar ve oy hesaplarına dayalı popülist politikalara feda edilmiştir. Halkın eğitim sorunu yüzeysel çareler ve söylemlerle değil ancak köklü ve kalıcı çabalarla çözümlenebilir... -BİTTİ-

  • 2017 Eğitim Sorunları-2

    Eğitim Yazıları - 2 Rejimin, idarelerinin toplumun aydın ve ilerici kesimine bakışı ile ırkçı ve çağdışı tutumları nedeniyle salt sermaye sahiplerine eleman yetiştirir düzeye indirgemişti üniversiteleri. Yüksek öğretim paralı hale getirilmiş, üniversiteler birer ticarethaneye dönüştürülmüş ve bilim yuvası olmaktan çıkarılmıştı... Zincirler kilitler sürgüler tank tüfek ve ölüm ve bomba ve korku ve zulüm ve yeryüzünde ve gökyüzünde bütün öldürüm silahları onlarındı bizim kenetlenmiş kollarımız ve kavgasını verdiğimiz kitaplarımız vardı (Nevzat ÇELİK) Geçtiğimiz yıllarda toplumsal şiddet olaylarıyla ilgili olarak bir devlet görevlisinin açıklaması olmuştu. Günümüzde ilköğretim okullarına kadar inen şiddet olgusuyla ilgili olarak bu kişi “cinnet tohumları” diyor ve sebebini liberalleşmenin alt yapısının oluşturulmamış olmasında görüyordu. Bu saptırmada dikkati çekmiş olana yani aslında şiddetin ta kendisi olan kapitalizm ile şiddet ilişkisinin demokratik eğitim ve disiplin konusuyla bağlantısına bakmak gerekiyor. Zira Türkiye’de sorunlu alanlardan birisi olan eğitim, şiddete hem kaynaklık etmekte hem de mağduru oynamaktadır… Cumhuriyetten önce eğitim din ağırlıklıydı. Toplumsal davranışlar üzerinde batıl inanışların da etkisi olurdu. Zira geçmişten bahsedildiğinde eğitimde disiplin sağlarken falaka ve değnek sıradan bir yöntem olarak akla gelmekteydi. Eti senin kemiği benim felsefesiyle sıbyan mekteplerine verilen çocukların dayak korkusuyla manasını anlayamadığı bazı sözler ezberlemeye çalışması kişiliklerinin bu dar kalıplar içinde geliştirilmesi demekti. Bütün bunlar bugünkü eğitim sisteminin içinde bulunduğu olumsuz koşuların da uzantılarıydı. İlkel disiplin anlayışının hem ilköğretimde hem de özellikle liselerde farklı bir biçimde de olsa sürdüğü görülüyor. Öte yandan darbe anayasasının doğurduğu yüksek öğretim sisteminin disiplin anlayışı ile bu kurumu üstünde durmak gerekiyor. 6 Kasım 1981 yılında kısaca YÖK adıyla kurulan Yüksek Öğretim Kurulu tamamen 12 Eylül’ün ürünüdür ve baskıcı, yasakçı bir yapıydı. Cuntacıların çıkardığı bir yasayla önceki üniversite yönetim kurulları tasfiye edilip yeniden atanan yöneticilerden oluşturulmuş mekanizma ile askeri rejim istediği tipte bir düzen kurmayı amaçlamıştır. Özerklik kaldırılmış, birçok ilerici ve demokrat bilim adamı üniversitelerden uzaklaştırılmıştı. Dernekleri kapatılıyor, filmler ve kitaplar yakılıyor, gazete ile dergilerin yayınlanması yasaklanıyordu. Rejimin, idarelerinin toplumun aydın ve ilerici kesimine bakışı ile ırkçı ve çağdışı tutumları nedeniyle salt sermaye sahiplerine eleman yetiştirir düzeye indirgemişti üniversiteleri. Yüksek öğretim paralı hale getirilmiş, üniversiteler birer ticarethaneye dönüştürülmüş ve bilim yuvası olmaktan çıkarılmıştı. Oysa fırsat eşitliği eğitimin 3 temel işlevinden birisidir. Örneğin 1973 tarihli 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu da 4 ila 17. maddelerinde sayılan 14 temel eğitim ilkesi genellik ve eşitlik, kişi ve toplumun ihtiyaçları, demokratik, laik ve bilimsel eğitim gibi bir dizi ilkeye yer vermişti. Ancak eğitim pahalı bir hizmet haline getirilmiştir. Çocukların korunması ve eğitim hakkı uluslar arası sözleşmelerde yer almasına, Türkiye’nin de bu anlaşmalara imza koyarak çeşitli yasalarla desteklemesine rağmen eğitim alanındaki özelleştirmelerle sokak çocukları ve çalışan çocuk sorunu bir çelişki yumağı teşkil etmekte. Dar gelirli ve göçmen aileler için çocuklar geçim kapısıdır, işverenler için ise sadece ucuz işgücü… Türkiye, hem okullaşma oranı düşük, hem kişi başına eğitim harcamaları oldukça geri ülkedir. Dünya Ticaret Örgütü’yle 1995 yılında yapılan GATS anlaşmasına göre bütün kamusal alanların özelleştirmeye açılması planlanmıştır. Hatırlanacağı gibi iktidarın 2005’te eğitim alanındaki özelleştirmelerin önünü tamamen açmak için düzenlediği “özel okullar yasa tasarısı” Cumhurbaşkanımız Ahmet Necdet Sezer tarafından veto edilmiştir. Siyasal iktidar her zaman üniversiteleri kontrol altına almak istemiştir. YÖK üyelerinin seçimleri konusunda RP ve DYP koalisyonu döneminde, TBMM Bütçe ve Plan Komisyonu’nda alınan kararla YÖK’te siyasal iktidar temsilcilerine üstünlük sağlayan değişiklik girişimi başta üniversite çalışanları olmak üzere özgür, bağımsız ve bilimsel eğitimden yana herkesin tepkisine yol açmıştı. 1980 sonrası YÖK, üyelerinin yarıdan çoğu siyasal iktidarca belirlenen bir kurul haline gelmiş ve bu kurul yüksek öğretim sistemiyle üniversiteler üzerinde hegemonya kurmasına olanak sağlamıştır. Bir kamusal ve sosyal hizmet alanı olan yüksek öğretimde gerekli nitelik ile düzeyde yatırım yapılmamasının sonucunda kaynak aktarmaması özel üniversitelere yol açmış ve üniversiteler metalaşmıştır. Yüksek öğretim gelir kaynakları dağılımındaki payına rağmen toplumun önemli kesimi yüksek öğrenim olanağından yoksun bırakılmaktadır. Halkın vergisiyle görevlerini sürdüren üniversiteler halka kapanmıştır… Günümüzdeki tartışmaların ve olumsuzlukların temelinde geçmişteki birçok uygulamada karşılaşılan gerici disiplin anlayışı yatmaktadır. Sürecin bu açıdan değerlendirilmesinde yarar var. Şiddet olayları ya da yöneticinin ifadesiyle toplumdaki cinnet olayları açıklanırken bu süreçte yaşanan gelişmelerin hiç payı yok mu diye de sormak gerekiyor. Tarihinde 3 kez tekrarlanan bir ülkede “darbe”lerin, toplumsal olay ve davranışlar üzerindeki etkisini göz ardı edebilir; baskılar, sürgünler, göz altıları, cezaevleri ve yaşanan gerçeklikte günümüzde artan şiddet olaylarının ana nedeni sayamaz mıyız? Yöneticinin fikrini dile getirmiş olduğu günlerde devlet tam 17 tane daha cezaevi açmıştı. Bir okulun bir cezaevi kapattığına inanılan memleketimizde belki de devlet 17 okul açmayı becerememişti o sıra kim bilir? Yani 1997’lerde devletin eğitime bütçeden ayırdığı pay ulusal savunma ve kolluk güçlerine ayrılan payın sadece yüzde 6,2’sidir. Bir diğer ifadeyle devletin savunma hizmetine ayırdığı para eğitime ayırmış olduğunun tamı tamına 15 katıdır. Çocukların alkol, fuhuş ve uyuşturucu batağına saplandığı, kitaplardan mahrum kalarak sokak yaşamına terk edildikleri, öğrencilerin dayakla yıldırıldığı, öğretmenlerin ise gaz bombaları ve copla cezalandırılmasına karşın başbakan tarafından öğretmen olmamakla itham edildiği zamanda eğitimin emekçilere yok sayıldığı bir ülkede üstüne üstlük medya körüklemesiyle şiddet 7’den 77’ye tüm kesimlerine yayılmıştı toplumun. Toplumdaki şiddetin kendi deyimiyle cinnet tohumlarının nedenini alt yapısı oluşmamış liberalizmle arayanlar bütçeden ayırdıkları payla bu manzaraları karşılaştırmalıdır. Çünkü eğitimle ilgili ortam ve sorunlar vurgulanmadan eğitimde demokrasi ve disiplin arasındaki ilişki açıklanamaz. Eğitim ve iletişim bilgiyi bireye ulaştırmanın iki yolu. YÖK gibi kurumlarla aydınlar üstünde baskı oluşturmayı amaçlayan egemenler, basın-yayın gibi kurumlar vasıtasıyla da topluma istedikleri değerleri aşılıyor. Uluslar arası ilke, bildirge ve sözleşmeler hiçbir biçimde uygulanmıyor. Sınıfsal ayrımcılık ve paralı bir kişiliksizleştirme düzene hükmediyor… Medyatik kirlenme ve şiddete özendiren yayınlardan etkilenme daha küçük yaşlarda başlıyor. Kişiliklerinin geliştiği psikolojik ve sosyal açıdan değişimlerin başladığı bu yaşlarda etkilenme daha çok oluyor. Bu dönem kazanılan alışkanlıklar kimlik çatışmalarının yaşanmaya başladığı ileriki yıllarda daha kalıcı davranışlara dönüşüyor. Tanık olacağı olaylarda takınacağı tavrı eğitimiyle bu yaşlarda kazanmış olduğu alışkanlıklar belirliyor. Eğitimde kolaycılığın bir yöntemi olarak başvurulan dayaksa öğrencinin kişiliğini bozuyor. Çocuğun kişiliğini zedeleyen şiddet gelecekte onların saldırgan bireyler olarak yetişmesine yol açıyor. Çağdaş, Özgürlükçü ve demokratik eğitim sisteminde ise dayağa asla yer yoktur… Dil gelişim sürecinin bir dizi ki ağlama ile başlayıp uzun cümleler kurmaya kadar varan tanımlanabilir evrelerden geçtiğini düşünürsek, bebeğin öğrenmesinde çevreyi taklitle başlayan düşüncelerinin oluşumunda dilin oynadığı rolü görebiliriz. Dilin geliştirilmesi ise bireyin davranış kazanma ve sosyalleşme evriminin başında gelmektedir. Dilin öneminden bahsedildiğinde hemen Konfüçyüs’ün ünlü yaklaşımı akla gelir. Arthur Rimbault ve Victor Hugo’nun şairlerin değerini dildeki yaratıcılıklarına bağlayan görüşleri de dilin önemini vurgulayan örneklerdir. Eğitim bilimci Erik Erikson ile Menyuk’un bu konudaki görüşleri dikkat çekiyor. Menyuk’a göre gramer adı verilen söz dizimi ile semantik denen cümlelerin anlamının ilk yıllarda çocuklar tarafından iyi anlaşılamaması gelişimlerini etkilemektedir. Erikson, iki dilli azınlık grubundan çocuklar ve düşük sosyo-ekonomik sınıftan çocukların toplumsal uyum konusunda çeşitli sorunlarla karşı karşıya kaldığını belirtmektedir… Şiddet medya sorumsuzluğuyla beraber ekonomik ve sosyal koşullar tarafından tetiklenen bir olgu olarak görünmektedir. Bir yanda yoksulluk ve gelir dağılımı adaletsizlikleri, toplumsal sınıflar arasındaki uçurumlar, farklı tüketim anlayışları, bir yanda bireylerin ihtiyaç ve beklentilerini yeterince karşılayamamak, kamusal hizmetlerin pahalılaşması, emek ve sermayenin var olan sistemdeki konumları gibi nedenler… Son 10 yılda sayısı ikiye katlanan özel dersaneler, özel-devlet okulları bölüntüsü, zorunlu eğitim kurumlarında bile alınan kayıt paraları ve katkı payları gibi uygulamalar ayyuka çıkan sosyal çelişkilerin birer göstergesidir. Sokakta yaşayan veya çalışan çocuklar üzerinde sınıfsal ayrımcılık ve yoksulluğun sonucu olarak çocukları sömürü ve istismara açık hale getirmektedir. Hepsini huzursuzluk kaynağı sayıp üzerinde durmak gerekir. Disiplin kavramı günlük yaşamda düzen, intizam anlamında kullanılır. Bireylerin bir arada yaşamalarını sürdürmeyi sağlamak için konmuş hükümler, kurallar ve bunu gerçekleştirmek için alınmış önlemler anlamına geliyor disiplin. Eğitimde disiplin ise öğrenciye istenilen davranışları öğretmek, okulda davranışların aynı düzende yürütülmesini sağlamak olarak ifade ediliyor. Cezalandıran ya da ödüllendiren yaklaşımlar çerçevesinde; intikamcı, cezalandırıcı, korku yoluyla engelleyici ve önleyici disiplin yöntemleri kullanılıyor. Günümüzde iyileştirici disiplin kavramının geliştirilmiş şekli önleyici disiplin olarak kabul edilmekte. Okulla ve çevre ile ilgili uyumsuzlukların ortadan kaldırılması yapıcı disiplin anlayışıyla savunulur. İlkel toplumlar cezaya başvurur… Bir ülkede demokratik ve özgürlükçü toplumdan söz edebilmek sosyal hedeflerin varlığına bağlıdır. K.Marks, Kapital’de kolektif üretimin merkezine eğitim konusunu yerleştirmiş ve toplumsal kalkınma yolunun “politeknik” eğitimden geçtiğini ifade etmiştir. Kapitalist üretim süreci ve işbölümüyle hayata, kendine ve emeğine yabancılaşan bireyi, bu çok yönlü eğitim kavramı teknik, fizyolojik ve zihinsel her açıdan geliştirilmesi gereken bir bütün olarak ele almaktadır. İlköğretim sistemimizde önleyici/yapıcı disiplin anlayışından söz edilmesine rağmen sapmalar oldukça düşündürücüdür. Disiplin ve demokrasi kavramlarının bir arada ele alınıp yorumlanmayışı sorunun başka bir yönüdür. Bilgi ve teknoloji tamamen sermaye sınıfının denetimi altına sokulmuştur. İlk kez Louis Althusser’in sözünü ettiği ideolojik aygıtlarla (din, aile, kültür, hukuk, siyaset, medya); siyasal iktidar ve siyasal iktidara bağlı bürokrasiyle kurumsal olarak eğitim ve kültürde, küresel sermaye, küresel sermaye medyasının ilişkileriyle hayatın her alanında sadece stereotip insan yetiştirmek amaçlanmakta… Bu durum genel olarak halkın iktidarını tanımlayan demokrasi sözcüğüyle çelişir. Çünkü batı demokrasisi sözde demokrasidir ve öz itibariyle çoğulcudur. Özgürlüğü burjuva sınıftan olanlara tanır. Emperyalistler sömürdüğü halkların burjuva sınıflarıyla işbirliği yaparak bağnaz ve ırkçı politikalarını destekler ve sadece kendi çıkarları için onlardan yararlanmak ister. Bu yüzden sosyo-ekonomik açıdan alt sınıfların haklarını kullanması zorlaşır, fırsat eşitliği ortadan kalkar, baskıcı ve zorba yönetimler toplumsal ilişkileri belirlemeye başlar ve dünyada emperyalist ülkelerin istediği bir düzen kurulmuş olur… Demokratik eğitimin sonucu demokratik bir toplumdur… İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli özellik doğa karşısında ona üstünlük kazandıran aklıdır. Bilginin üretilmesini ise onun temel güdülerinden birisi; merak ve araştırma isteği sağlamıştır. Bütün insanlar düşüncenin bir ürünü olan bilgiyi üretme yeteneğine sahiptir. Bilgi insan aklının kapsayabileceği öğrenme, araştırma ya da gözlem yoluyla elde edilen olgu, gerçek ve ilkelerin tümüdür. İnsanın kendi yaşamını algılayıp anlamlandırmak ve yeniden üretmek için kullandığı önemli araçtır. İnsanlığın ortak üretiminin sonucu olarak insanın insan ve nesneyle ilişkisi ile ortaya çıkmaktadır. Aydınlanma düşünürlerinden Auguste Comte bilginin önemini “Savoir pour prevoir, prevoir pour pouvoir” (öngörmek için bilmek, iktidar için öngörmek) şeklinde ifade etmekteydi. Francis Bacon’un "bilmek egemen olmaktır" sözü insanın bilme gereksiniminin doğayı denetlemek isteğinden kaynaklandığını vurgulamaktadır… Köleci, feodal ya da kapitalist bütün sınıflı toplumlarda üretim ilişkileri “egemenlik” kavramı üzerine kurulmuştu. Günümüzün egemen sınıfları sahip olduğu zenginlikler arasına bilgiyi de ilave etmiştir. Emperyalizm ise çok uluslu tekeller ile büyük sermaye sahiplerinin egemenliklerini ilan ettiği düzendir. Yaşadığımız bilgi çağı onu üreten ve elinde bulunduranlar tarafından yönetilmektedir. -DEVAM EDECEK-

  • 2017 Eğitim Sorunları

    1- Eğitim bir öğretme-öğrenme sürecidir. Eğitimde temel sorunlar çözümlenmedikçe eğitimin yaşayan bileşenlerini aynı sorunlar bekliyordu... Sizin değil çocuklarınız Özlenen bir yaşamın oğulları, kızlarıdır onlar Sizden geldiler, henüz sizinledirler; Ama sizden ya da sizin değildirler Sevginizi verebilirsiniz onlara, Düşüncelerinizi değil Bedenlerini barındırabilirsiniz ruhlarını değil. Çünkü ruhları yarının evlerinde barınacak O evler ki Düşünüzde bile göremeyeceksiniz. Onlar gibi olmaya çalışabilirsiniz Onları kendiniz gibi yapmaya değil. Böyle diyordu, Kahlil Gibran. Nedir eğitim, neyi amaçlar? Eğitimle ilgili söylenecek çok şey var. Eğitim deyince gençliğin yalnız bir bölümünün sorunları geliyor akla. Oysa gençlik içinde çeşitli gruplar var. Örneğin çalışan gençlik… Çocuklar; Çoğu okul-okuma çağına gelmiş çocuklar, yoksul ve çalışan çocuklar, emekçi çocuklar… Okuyan çocuklar; İlköğretim, ortaöğretimde okuyan çocuklar, liseliler ve üniversiteliler… Gençliğin sorunları, eğitim sorunları ülkenin sorunlarından ayrı düşünülemez. Çünkü onlar geleceğidir toplumun. Ne diyor şiirde; “Özlenen bir yaşamın oğulları, kızlarıdır onlar.” Çünkü onlar yarınlarıdır toplumun ve bu yüzden önemlidir, gençlik… Osmanlılar ve Selçuklular döneminde eğitim dine dayalıydı, yani medrese sistemiydi. Öğretmenler de dolayısıyla sadece din adamı ya da biraz matematik ya da mantık bilgisi olan din adamıydı. 16.Yy’dan itibaren batılı anlamda eğitim kurulları gelişince din eğitimi ve batılı eğitim kurulları şeklinde ikiye ayrılmıştı. Sıbyan mektebi denilen ilkokul düzeyindeki eğitim kurumları yanında medreseler yani üniversite düzeyinde verilen eğitime batılı usullerin girmesiyle askeri teknik ve ihtisas okullarıyla genel eğitim kuruluşları da katıldı. Osmanlılar 17.Yy sonlarına kadar feodalitenin hâkim olduğu bir Avrupa ile karşı karşıya idi. Bu yüzden Avrupa’nın içlerine kadar genişlemesi ve askeri başarılar elde etmesi hiç zor olmamıştı. Ancak bu yüzyılın sonlarından itibaren Avrupa’da yaşanan birtakım ekonomik ve politik olaylar Avrupa’nın gelişmesine neden olmuş buna karşılık başarısızlıkları sadece askeri temele dayayan Osmanlı gerileme içine girmiştir. 18.Yy’da Avrupa’da buhar makinesinin bulunuşu, sanayinin gelişmesini sağlamış, bununla rekabet edemeyen Osmanlı ekonomik düzeni dokuma sanayindeki üstünlüğünü de Avrupa’ya kaptırmıştır. Rönesans ve reform gibi hareketler, yeni coğrafi keşifler ve sonuçta ikinci Viyana kuşatması bu başarısızlığı Osmanlıya çevirdi. Tanzimat-ı Hayriye (Gülhane Hatt-ı Hümayunu) gibi Osmanlı’nın batıya uyumu konusunda gösterdiği çabalar yeterli olmayacak, eğitime doğrudan katkısı olmayan bu gelişmelerle aksine zararlı da çıkılacaktır. Osmanlının içinde barınan farklı kültürlere eşitlik getireceği ifade edilen sözleşmelerle dünya görüşleri zıt hatta birbirlerine düşman kuşakların yetişmesi sonucunu doğacaktı. İkinci Abdülhamit’in devlet yönetiminde olduğu 1876 yılındaki Kanuni Esasi’yle başlayan ve 1908’e kadar süren (birinci ve ikinci meşrutiyet arası) dönemde eğitim nicelikçe gelişme göstermiş ancak nitelikte tersi olmuştur. Teknik bakımdan batıya eğilen Abdülhamit siyasal ve sosyal gelişmelere sırtını dönmüştü. Bu dönemde eğitimden sorumlu siyasetçiler batıda bu alandaki gelişmelerden habersiz, burada yetişmemiş kimselerdi. Batıda okuyan tek kişi olan ve kısaca adı Münif Paşa olarak da bilinen Mehmet Tahir Münif Efendi ise bu dönemin hem çekingen hem tutucu biri olarak eğitim hareketlerinde büyük rol oynamıştı. Bu dönemde eğitimin modernleşmesini engelleyen en büyük nedenlerden birisi de kitap, gazete ve dergi gibi yayınlara gösterilen baskıydı. Sansür kurumunun gelişmesi bu dönemde olmuştur. Modern eğitim veren teknik okulların açılması için İngiltere, Fransa, Almanya hatta ABD gibi sömürgeci devletlere tavizler verilmiş, Osmanlının ileri gelenlerinin çocuklarının bu yabancı okullarda yetiştirildiği görülmüştür. Abdülhamit’in tek adam ve devletin en etkili kişisi oluşu gelişmelerin çok yönlü olmayışı sonucunu doğurmuştu. İkinci Meşrutiyet’in 25 Temmuz 1908’deki ilanıyla birlikte eğitimde tartışma ve bocalama yıllarına girilir. Önceleri ikinci Abdülhamit’in baskılarından henüz kurtulmaya çalışan sosyal-siyasal hayat sonraları olumlu gelişmeler gösterince Osmanlı devletinde o zamana kadar görülmeyen esaslı bir fikir akımı meydana getirmişti. Böylece herkes imparatorluğun geçmiş ve geleceği hakkında düşünmeye, konuşmaya ve yazmaya başladı. İkinci Abdülhamit devrinde batıya gidenler geri döndüklerinde Fransa’da gördüklerinin Osmanlı’da tatbik edilmesini talep ediyorlardı. Eğitimden sorumlu bakanların sık sık değişmesi eğitimdeki gelişimi engellemiş yapılan savaşlarla ortaya çıkan sıkıntıyla güçlükler de buna eklenmişti. Mehmet Emin gibi kişiler Batılılığı savunurken Ziya Gökalp gibi zamanın bazı mütefekkirleri ise çekingen davranınca farklı görüşler etkili olmaya başlamıştır. Cumhuriyetin ilanına kadar süren bu dönemde üzerinde durulan eğitimle ilgili konuların başında, mahalli dil ile öğretim, harflerin değiştirilmesi, eğitim ve öğretimde uluslaşma, azınlık ve yabancı okullarının Türkleştirilmesi, kızların yüksel tahsile alınması, din derslerini çoğaltma arzuları ve Türk dilinin ıslahı teşebbüsleri vardı. Tanzimatla birlikte gerçekleşen değişimle, eğitim kuruluşlarının bir kısmı vakıf sistemi bir kısmı da Maarif Nezareti’ne bağlı olarak sürdürülmüştür. Devletin olanaklarının yetersiz oluşu eğitim kurumlarında gerileye yol açarken fakir halk çocukları için medreseler en uygun yerler olarak görülmeye devam etmiştir. Ulusal savunma, sağlık, tarım, güvenlik gibi temel hizmetlere dönük alanlarda eğitim kurumları birleştirilip devlete bağlanmamış, medreseler de şeriat makamlarının etkisiyle bütün yeniliklere karşı koymuştur. Bir yanda halktan kopuk mektepliler diğer yanda halka ait medreseler olmak üzere birbiriyle çatışan iki farklı kesim ortaya çıkar. Eğitim işe dönük değildir ve toplumla ilgisi yoktur. Yüksek öğrenim, devletin gereksinme duyduğu insan gücüyle bilim adamlarını yetiştiremiyordu. Yetenekli öğrencilerin yoksulluğu ve ortamları onların gelişimini engelliyordu. Modernleşme hareketinin temelleri atılmakla birlikte bazı çabalar bocalamaların ötesinde çözüm bekleyen sorunlar olarak Osmanlı’dan TC’ye devredilmiştir… Günümüze doğru gelirsek… Özellikle 28 Şubat 1997 tarihindeki MGK toplantısının hemen ardından gündeme taşınan bir konuydu, 8 yıllık zorunlu eğitim tartışması. Yeşil sermayenin güçlenip de siyasal islamın yükselişiyle birlikte özellikle, imam-hatiplerin orta kısmının kapatılmasına duyulan tepkiye bağlı olarak liselerinin de kapatılacağının sanılması 8 yıla karşı bu kesimlerde büyük bir tepki doğurmuştur. Zorunlu eğitimdeki artış aslında bir sonun başlangıcıdır. Neyin? Oy ve iktidar uğruna yıllarca verilenlerin… Neyin? İnançları sömürerek halkı kandırma yanlışına düşmelerin… Neden? Hani irticanın sinyalleri geliyordu, hani laik cumhuriyet kavramına eğik çizgiler çekmek kimsenin kanacağı bir yalan değildi artık ya! Demokrasi inançların değil, fikirlerin çarpışmasıydı çünkü… Sonra sanki yeni bir tartışma konusuymuş gibi sürülmüştü önüne halkın 8 yıl. Eğitim üzerine birçok tantana kopartılmıştı. Ardından belki 30 yılın türban sorunu bugünün meselesi gibi sunulmaya çalışılmıştı. 8 yıl üzerine birçok aritmetik hesaplar yapılmıştı. Toplandı, çıkarıldı, çarpıldı, bölündü. Sonra dönüp dolaşıp yine aynı yere geldiler. 2 yıl artı 5 yıl artı 3 yıl artı 3 yıl artı 5 yıl artı 2 yıl gibi. Eklenen sadece beşin önüne iki yıl ana eğitim ardına da fazladan üç yıl orta ilköğretimden eklemekten ibaretti. Bunun için yani 5 yıla bir 5 yıl daha eklenmesi için koparılmıştı bütün yaygara. 8 yıl ve türban gibi konular tartışılırken eğitimin temel sorunlarına gençliğin saydığımız tüm kesimlerinin sorunlarına yine çözüm getirmekten uzak kalınmıştı. Eğitim içeriğiyle şekillendirmeci iken konuşulan konular açısından da aynı doğrultuda açmaza sürüklenmeye başladı. Soruna ideolojik değil gerçekçi çözümler getirilmesini isteyenler eğitimin bir sorunlar yumağı olduğunu ve çözümlenmesi gerekli birçok yönünün bulunduğunu söylediler. 5 yıllık eğitim uygulayan devletin artık kalmadığı, zorunlu eğitim süresinin dünyanın her tarafında anaokullarından başladığı, üstelik 8 yıllık eğitimle ilgili yasa TC tarafından çeyrek Yy önce kabul edilmişken bu tartışmayı aşmamız gerektiği ve önemli olan sürenin değil eğitimin kaliteli ve parasız olmasının ve nitelik tartışmasının yapılması gerektiği de vurgulanmıştı. Eğitim bir öğretme-öğrenme sürecidir. Eğitim bilimciler eğitimi bireyin kendi yaşantısı yoluyla davranışları üzerinde istendik (hedeflediği) değişiklikleri yaratma süreci olarak tanımlar. Eğitimin tarafları başta öğreten ve öğrenendir. Yani öğretici (öğretmen), öğrenci… Öte yandan Türkiye’de eğitim çağındaki nüfusun yapısal özellikleri göz önüne alındığında tablo hiç de iç açıcı değildir. Sayılar genel nüfusa göre ülkede her 5 kişiden birisinin okuma-yazma bilmediğini göstermekteydi. Okur yazar nüfusun önemli bir kısmı sadece 5 yıllık eğitimi bitirmiş kimselerden yani ilkokul mezunlarından oluşmaktaydı. Kadınlar arasında okur yazarlık oranı ise çok düşüktü. Eğitimde gözlenen iki temel sorun ezbercilik ve içe dönüklük, pratik alandan, sosyal yaşamdan kopukluk, toplumla bütünleşmemiş olmaktı. İşte zaten imam-hatipler de kanundaki boşluktan değil de eğitimdeki zayıflıktan ortaya çıkmış kurumlar değil miydi? Ve bozuk eğitim sistemine alternatif arayışlar içinden orta çıkartılmamışlar mıydı?.. Yoksul bir ülkede yaşıyoruz. Yoksulluk ebeveynlerden çocuklara geçen bir miras gibidir. Çocuk işçiliğin nedeni de yoksulluktur. Ailesinin gelirine muhtaç olması nedeniyle çalıştırdığı çocuk 3-5 yıl sonra vasıfsız bir işçi olarak yeni bir yoksul ailenin ebeveynlerinden biri olmaya adaydı. 8 yıl sayesinde erken iş hayatına atılmak yok, hiç olmazsa 7-15 yaş grubu çocuklar iş yaşamından çekilecek deniyordu. Ama eğitimin parasız olduğu belirtilen ülkemizde artan kayıt ve karne paraları, harçlar, zorunlu tutulan bağışlar vs. unutulup ya da göz ardı edilerek… Bunlar temel eğitim de bile paralı eğitimin somut göstergeleri olarak görünüyor ve çözüm sunulmuyordu. Eğitimde paralı bir kişiliksizleştirme düzeni hüküm sürüyor… Ekonomik ve kültürel işlevi yanında fırsat eşitliği sağlaması gereken eğitim kurumları toplumun alt gelir gruplarını ise dışlıyordu. Oysa eğitim kurumlarının amacı sermayeye ucuz ve yedek işgücü ordusu yetiştirmek değil özellikle kol ve kafa emeği arasındaki derin uçurumu nitelikli işgücüyle dolduracak insanları yaratmak olmalıydı. Düzen yanlısı partilerin adeta devrim yaptık edasıyla lanse ettikleri değişiklik akademik ve bilimsel eğitime yönelik ciddi adımlar atılmadığı takdirde hiçbir işe yaramayacaktır. Ancak 8 yıl, eskiye artı bir 3 yıl daha ilave etmekten başka hiçbir işe de yaramadı. Sonuçta okuyan 3 yıl daha fazla okuyabilecekti. Sonra!.. Ekonomisi sürekli krizde olan bir ülkenin doğal olarak eğitimi de krizde olacaktır. Okumayı sürdürebilenler bile parası olanlarla yarışa sürüldükleri bir ortamda ya ucuz işgücü ya da kalifiye işsiz olacaklardır. Sıradan üniversitelerin durumu ortadadır. Türkiye araştırma yoksulu bir ülke. Eğitim harcamaları geri bir ülkede ne, nerede ve kimden öğrenilecektir ki. Dekanlar bile birbirleriyle anlaşamayıp YÖK denilen cenderenin altında sürekli ezilirken öğrenciler derdini kime ve nasıl anlatacaktır. Üstelik 15 yaşında çocukların DGM’lerde yargılandığı bir ülkede… Oysa demokrasi çözüm üretebilen, esnek düşünebilen insanlara ihtiyaç göstermiyor muydu? Yani aslında bu ülkede eğitimci de demokrasi istiyordu. Sıkıştıkça başvurulan Batının çözümleriyse belliydi. Yoğun ders saatleri, boş zaman değerlendirme merkezleri, kültürel ve sportif etkinliklere katılım olanakları sağlayan sınırlı kurumlar, kurallar, yasalar vs… Oysa ülkemizde millet mekteplerinden sonra “köy enstitüleri” ve “halk evleri” gibi topluma çok uyan ve eğitimi burjuvazinin tekelinden kurtaran bir açılım, önemli bir deneyim örneği de yaşanmışken… Önce çevreyle bütünleşmiş, gereksinimleri karşılayan, ileri aşamada bölgelere göre hazırlanan programlar, nihayet yüksek öğretime çağdaş, bilimsel ve teknik gelişmelerin hızına ayak uydurabilecek demokratik, parasız bir eğitim sistemi. 12 Eylül 1980 askeri darbesi, üzerinden geçen onca yılla ve kendiyle birlikte birçok demokratik unsuru da üniversite içinden uzaklaştırmıştı. Yüzlerce, binlerce öğretim üyesi, üniversite öğrencisi fişlendi, mahkemelerde yargılandı. Sırf ilerici ve demokrat oldukları öyle bir üniversite savundukları ve özlemleri için… Eğitimde temel sorunlar çözümlenmedikçe eğitimin yaşayan bileşenlerini aynı sorunlar bekliyordu. Üniversite sorunları hala çözülememiş, sorunlar çığ gibi büyümüştü. Ayıklama yani, her yıl değişen üniversiteye seçme biçimi açıkta kalan binlerce gence yenilerinin eklenmesini de önleyemiyordu. Ve bugünkü eğitimdeki, kültürdeki yozlaşma, 12 Eylül’ün ürünü olan YÖK’ün en büyük eseri idi. Üniversitelerle ilgili sorunlar 6 Kasım 1981’de, YÖK’ün kurulmasıyla yeni bir boyut kazanmıştı. YÖK, yani “Yüksek Öğretim Kurulu” kuruluşuyla birlikte çıkartılan bir sürü kanun ve yönetmelikle alabildiğine otoriter, müdahaleci, denetleyici bir yapıya dönüşmüştü. YÖK’ün kurulmasının altında yatan neden de buydu zaten. Siyasal iktidarların ısrarla Üniversitelerarası Kurul’un yani en yüksek üniversite organının üstünde bir yüksek öğretim kurulu kurmalarının altında yatan neden buydu. Üniversiteleri denetleme ve baskı altında tutma isteği. Ancak geçen süreçle birlikte üniversite öğrencileri ve üniversite çalışanları tarafından bu baskıcı, dayatmacı kuruma karşı tepkiler oluşuyordu. Seçimle yani demokratik bir şekilde göreve gelen üniversite çalışanları birtakım atamalarla görevlerinden uzaklaştırılmaya başlandı. YÖK’e bağlı üniversite elemanları bütün bilimsel kurumlarda olması gerektiği gibi görevini, bilimin evrensel yasaları ve gücü çerçevesinde yerine getirmesi gereken ve bu anlayış doğrultusunda üniversiteleri geliştirmek olan YÖK’ün bile kendi koyduğu ilkelerine karşı aykırı çalışmalar yaptığını öne sürmeye başlamışlardı. Tüm Öğretim Üyeleri Derneği (TÜMÖD) Eski Başkanı Prof. Dr. M. Tahir Hatipoğlu’nun deyişiyle üniversitelerdeki tarikatçı ve şeraitçi kadrolaşma, imam-hatip liselerinden bile daha tehlikeli boyutlara ulaşmıştı. Hatta gerici ve ırkçı kadroları Anadolu’ya yaygınlaştırmak için dönemin siyasal güçleri tarafından bir gecede kurulan üniversitelerin YÖK’ün kendi yaptığı araştırmasında da başarısız olduğu ortaya çıkmıştı… YÖK’e karşı üniversiteli gençliğin en büyük silahıysa en başta öğrencilerin bu kurula karşı haklarını savunmak ve demokratik tepkilerini ortaya koymak için kurdukları örgütlü güç olan öğrenci dernekleriydi. Daha dernekler yasası tasarısı tartışılırken üniversite gençliği Anayasa’nın 33.maddesi çerçevesi içinde derneklerini kurmuşlardı bile. Ancak tasarı YÖK tarafından getirilen 59.maddeyle büyük bir darbe almıştır. Öğrencilerin derneklere üye olmaları rektörlerin iznine bağlanırken bir anayasal hak gaspa uğratılmıştır. Tasarı arkasından bir bir kurulan öğrenci dernekleri adına kuruldukları üniversitelerin tüm öğrencilerini en doğal üyesi olarak kucaklıyor, “alınan kararlara büyük bir çoğunluk katılmalıdır” gibi saçma, haksız mantıkla ise darbe alıyordu. Oysa öğrenci dernekleri oluşturulacak dernekler yasasıyla kazanacağı yasal kimlikle gençliğin katılımının temel araçlarından ve dayanağı ise anayasanın örgütlenme ile ilgili maddesinde var olan demokratik yığınsal örgütlerinden biri olacaktı. Öğrenci dernekleri mesleki eğitimde yetersizlik, gördükleri eğitimden hoşnutsuzluk, gelecekle ilgili kaygı, ilgisizlik, sevgisizlik vs. yığınla soruna karşı üniversite gençliğinin özlem duyduğu üniversitelere kavuşmak, sınav ve yönetmeliklere, paralı eğitim sistemine, atılmalara, disiplin yönetmeliklerine hayır diyebilmek için kurdukları demokratik öz örgütlenmeleri olacaktı. Öğrenci derneklerinin kapatılmasının ardından onların yerine oluşturulmaya çalışılan öğrenci temsilci kurulları kısaca ÖTK’ler ise, öğrenciler tarafından hem samimiyetten uzak hem de sorunların çözümlenmesine yakın bulunmadı. Güya ÖTK’lerin niteliğini öğrenci kitlelerinin gösterecekleri inisiyatif belirleyecekti. Ama nasıl? YÖK’le ilgili siyasal iktidarın yeni düzenlemeleriyle birlikte ÖTK’lerde de seçimler apar topar yapılmaya başlanmış, öğrenci derneklerinin yerleri doldurulmaya çalışılmıştı. ÖTK’lerin yapısından doğan ve daha başta ÖTK’lerden kaynaklanan sorunlar nedeniyle öğrenci kesimin bu kurulların çatısı altında örgütlenmeleri gerçekleşmedi. Geçmişte öğrenci dernekleri baskıcı ve yasakçı yönetimlerce ideolojik ve siyasi amaçla kurulmuş öğrenci örgütleri oldukları ileri sürülerek kapatılmışlardı. Gençliği potansiyel suç unsuru olarak da gören bu zihniyet ÖTK’lerde de benzer bir sürecin yaşanacağını varsayarak öğrenci derneklerinin üzerinde bazı kısıtlayıcı koşullar dayatmıştı. Örneğin, temsili sınırlayan üyelikle alakasız disiplin ve başarı gibi seçilebilme önkoşulu koymuştu. En önemlisi de derneklerin siyasal amaç taşımamasıyla ilgili bir zorunluğun öne sürülmesiydi. Aslında amaçlanan katılımın engellenmesi, üniversitelerde bir kişiliksizleştirme ve depolitizasyonun sürecinin devreye sokulmasıydı. Bahane zaten hazırdı. 58.maddeyle geçmişte öğrenci derneklerini kamu yararına bir dernek statüsünde çalışmaya zorlayan koşulun katmerlisi tekrar uygulamadaydı. Oysa geçmiş örgütlenmelerinde öğrenci derneklerinin büyük bir rolü ve etkinliği vardı. Ve o zaman öğrenciler kendi hür iradeleriyle kendi yönetenlerini seçebiliyorlardı. ÖTK’lere ise daha başta dayatılan başarı ve disiplin başlığı altındaki önkoşulların örgütlülükle doğrudan bir alakası yoktu. Örneğin, öğrenci derneği genel kurulunca dernek yönetimine seçilmiş bir üye politik eylemleri ve demokratik tepkileri nedeniyle bir yerde kovuşturmaya uğrarsa ÖTK’lerde ise bu sebepten dolayı yapılacak seçime değil aday, üye bile olamıyordu. Bunun örnekleri de geçmişte sıkça da yaşanmıştı. Aynı seçim ÖTK koşullarıyla yapılmış olsaydı genel kurulda seçme hakkı bile kullanılamayacaktı. Yani artık üniversitelere siyaset yapmak yasaktı. Önceki öğrenci dernekleri her bakımdan hem çok daha özgür hem çok daha demokratik ve katılımcı ortam sağlıyordu. Sadece YÖK ve ırkçı, gerici nitelikli dayatmalarla yeni kurulacak olan dernekler eğitim ve öğrenci sorunlarına tam anlamıyla eğilmelerini sağlayacak koşullara kapılarını kapatıyor hem üreticilik ve bilimsel yaratım ortamı ortadan kalkmış oluyordu. Önce fakülte ve y.okul bazında çözüm bulmak, sonra dernekleri tek bir çatı altında toplayarak sorunlara bütüncül çareler aramak ve federasyon ve üst organları oluşturarak çözümleri demokratik biçimde yetkili organlara sunmak da hayal oluyordu. Daha sonraki ÖTK’lerin devreye girdiği öğrenci derneklerinin işleyişinde YÖK genelgesi uyarınca her fakülte ve y.okulda öğrenciler temsilcilerini tekrar seçebileceklerdi. Seçilen fakülte ve yüksekokul temsilcilerinden ÖTK oluşturulacak bu kurulun yine seçimle belirleyeceği üniversite öğrenci temsilcisi ise elçilik yaparak, öğrencilerle ilgili konularda üniversite senatosuyla, üniversite yönetim kurulunun toplantılarına katılıp sorunlarını iletebilecekti. Genelgeden sonra seçim takvimi işlemeye başladı. Her fakülte ve y.okul biriminde ayrı ayrı öğretim elemanlarından oluşan sandık kurulu gözetiminde sonuçlar “kapalı oy-açık tasnif” usulüyle belirlenerek sözde demokratik seçimin kuralları işlemeye başlamıştı… Eğitim bileşenlerinin sorunları katlanarak büyüyor… Günümüzde öğrencilerin ekonomik koşulları, yeterli ve dengeli beslenememe, barınma gibi yaşadığı temel sorunları yanında yönetimden kaynaklanan yığınla sorun var. Devlet kurumlarının patronlara peşkeş çekilmesi, hızla taşeronlaştırılma, toptan özelleştirme gibi uygulamalardan eğitim kurumları da nasibini almış bulunuyor. Katkı payları, haraçlar, pahalılaşan ders kitapları vs. bir sürü zorluk ve engel özellikle emekçi çocuklarının üniversite okuma olanağını elinden almakta, sistemin tüm olanaklarından yararlanan ve ülke coğrafyasının önemli bir bölümünü görmezden gelen belli bir zümrenin eğitimine talip bir eğitim anlayışı fırsat eşitliğini yok saymaktadır. Bugün ise artık öğrencilerin temsil ile örgütlülüklerinin yeniden sorgulanması, geleneksel ilerici ve demokratik yapıların sağlanması gerekmekte. Bu görev ve sorumluluk başta gerçekten çağdaş ve demokratik bir yaşamın var olduğunu iddia edenlere düşüyor. Zira gençliğin yeniden ve bütün var gücüyle, enerjisiyle bu kurumları sahipleneceği ve örgütlülüklerini bu yönde göstereceği kesindir… Üniversitelerde bir elin parmaklarını geçmeyen demokratik ve kurumsal birlikteliklerin dışındaki tele-vole beraberliklerinin hiçbir etkisi, yetkisi ve söz sahipliği olamaz. Öğrencilerin seçme ve seçilme hakkını her şeyden önce mücadele belirlemelidir. -DEVAM EDECEK-

bottom of page