
Arama Sonucu
maviADA'ya DÖN
Boş arama ile 4409 sonuç bulundu
- gözlü sözler ve deyişler
GÖZLÜ SÖZLER- DEYİŞLER Göz: insana anlam veren öz Evlerin gözü penceredir, insanın penceresi göz. Gözler konuşunca susar diller, kesilir sözler. *** Mevlana diyor ki: Gönlü uyanık olan baş gözü uyusa bile, gönünde yüzlerce göz açılır. İnsan gözden ibarettir, gerisi et ve deridir. Gözle neyi görürse değeri o kadardır insanın. Kutadgubilig’e göre, insanın süsü yüzdür, yüzün süsü göz. *** Gözleri cennete çağırır dilberin, aşkı ise cehennemdir. *** Yakamozlar bayram ediyor deniz gözlerinde. *** Gözlerinin elinde alevdi lale/ Gözlerimizi tutuşturdu el ele... *** Gözlerinde çiçeklerin düğünü var/ bakışların ilkbahar... *** Deprem gözler çığ düşürüyor gözlerime/ Gözlerinin yanardağı lav püskürtüyor yüreğime. *** Gözleri özlem mavisi özgürlüğün. *** Boşuna kaçırma gözlerini gözlerimden/ Göz göze geleceğiz bir gün/ Çözülecek bu düğüm. *** En saf, en duru göz çocukların gözleri, çocuk gözler. *** En güzel, en tatlı göz sevgiyle bakan, aşk kokan göz. ***Erhan Tığlı*** 📷
- Darmadağın
Evimin, toparlanamayan tek köşesi masamın üzeri. Masam da zihnim gibi darmadağınık. Kağıt ve defter yığınları, biri biriyle yarışıyor. Kafamdaki kelimeler ve cümleler de karmakarışık. Üstelik arsızlar. Hizaya girmeyi bir türlü kabul etmiyorlar… Tıpkı masam gibi. Tam yakalıyorum bir kelimeyi, gözümün önüne sen geliyorsun. Sen geldiğinde aklım karışıyor. Yazamıyorum, fikrim şaşıyor. Sonra seni uzaklaştırıyorum süratle. Yazacağım konu elimde, sımsıkı tutuyorum. Bıraksam kaçacak diye korkuyorum. Boş bir kağıt buluyorum, unutmadan yazmak istiyorum. İstiyorum ama, bu kez de kalem bulamıyorum. ‘’Ah şu kalemi bir bulabilsem kağıt yığınlarının içinden’’ diyorum, destan bile yazabilirim. Ama nafile kalem inatla saklanıyor…. Gidip yeni bir kalem alsam kafam dağılacak biliyorum. Azad ediyorum çaresiz, kurguladığım dizeleri. Her bir kelime, yıldızlar kadar uzaklaşıyor aniden. ‘’Sağlık olsun’’ diyorum. Bu gün de yazmayı veririm… Ama eğer yazabilseydim harika dörtlükler çıkabilirdi…. Hoş masamı toplayabilseydim o da harika bir görüntüye sahip olabilirdi...:) Kağıt tepeleri çekmeceye girdiğinde masam şüphesiz çok temiz, bir o kadar da düzenli olacak. Ama onları çekmeceye kaldırdığımda, düşlerimi, duygularımı da rafa kaldırmış olacağım. Bu yüzden, bilgisayara veya deftere kaydettiğim dosya kağıtlarını, nedense atamıyorum. Elim varmıyor onları yırtıp çöpe atamaya. Onları atmak, anılarımı atmakmış gibi geliyor nedense bana. Her bir dosya kağıdını elime aldığımda, onu yazdığım anı çok net hatırlıyorum. En az yüreğim kadar dağınık olan masamı, sonunda kendi haline bırakıyorum… Ne masamdaki kağıt tomarlarını, ne de hayallerimi dolaba kaldırmak istemiyorum sanırım… Onları gördükçe anılarım gün yüzüne çıkıyor çünkü. Anılarımla şekilleniyorum ben de, her insan gibi. Bunca anıyı sırtlanmış, masamdaki kağıt tepelerini ve yıllar öncesine ait sararmış defterlerimi sanırım seviyorum… Varsın duygularım da onlar kadar dağınık olsun. Kime ne zararı var ki….? Karşıyaka / İZMİR * Birgül KIZILKAYA
- YOLDAKİ TAŞ
YOLDAKİ TAŞ… Kral güzel bir yol yaptırmış, tam ortasına da kocaman bir taş koydurmuştu. Gelip geçenler taşın etrafında dolaşarak yollarına devam ediyorlar, bu duruma hiç ses çıkarmıyorlardı… Günlerden bir gün, bir sanatçının yolu oraya düştü. Taşın bu yola yakışmadığını, yolculara zorluk çıkardığını düşünerek taşı binbir güçlükle kenara çekti. Gidiyorken taşın bulunduğu eski yerde bir kese altın ve bir not gözüne çarptı. Notta şunlar yazılıydı: “Taşı kaldırıp insanların buradan rahat geçmelerini sağlayan kişi, bu altınlar senindir.” İşte sanatçılar, şair ve yazarlar buradan da anlaşılacağı gibi, kendilerini değil, toplumu düşünürler; güzelliklerin önündeki engelleri kaldırarak bizi mutlu etmek için çalışırlar. ERHAN TIĞLI 📷
- Ayrılmak da Fazilettir
* ZEKİ SARIHAN / Görüşlerinize uyan bir kuruluşa katılmak ne kadar doğal, hatta gerekliyse, artık aynı idealleri paylaşma imkânları ortadan kalkan kuruluştan ayrılmayı bilmek de bir fazilettir. Günlük siyasi olaylardan da görüyoruz. Görüşleri birbirine yakın insanlar dernekler, vakıflar, siyasi partiler kuruyorlar, gene görüşleri birbirinden uzaklaşanlar bulundukları kuruluşları terk ediyorlar. Terk edenlerin bir kısmı kendi köşesine çekilerek artık kimsenin etlisine sütlüsüne karışmayacak bir konuma geçiyor, bir kısmı da, da yeni oluşumlarda buluşuyorlar. Toplumsal hayatta değişime uygun olarak bu durum sürekli tekrarlanıyor. Bundan sonra da pek çok örneği yaşanacak. Asıl olan kuruluşların kendisi değil, görüş ve tutumlardır. Yaklaşık son yüz yıllık siyasi hayatımızda ne kadar çok parti kuruldu, dağıldı, kapandı, kapatıldı. Fakat toplumda bir karşılığı varsa ölmeyecek olan görüşlerdir. EĞİTİM ALANINDA Kendi mesleğimden ve ilgi alanımdan örnek vereyim: Bir ülkede eğitimin amacı, bütün çocuk ve gençlerimizi medrese eğitiminden geçirerek “dindar ve kindar” bir gençlik yetiştirme haline gelirse, kamu bütçesi özel okullara peşkeş çekilirse, eğitimde eşitsizlik hat safhaya ulaşırsa orada laik ve demokratik bir eğitimi savunmaya ihtiyaç vardır. Bunu savunacak oluşumlar ortaya çıkar. Bunların adı dernek olur, vakıf olur, platform olur fazla fark etmez. Mücadelede kararlı bir kadro var ise uygun örgütlenme biçimi bulunur. Örgütlerin biri kapanırsa veya işlevsizleşirse yenisi kurulur. Eğitim işkolu sendikaları bu konuyla kısmen ilgilidir. Çünkü onların asıl amaçları (bütün sendika oluşumlarında olduğu gibi) üyelerinin hak ve çıkarlarını işverene karşı korumaktır. Onlar bile, öğretmenlerin ideolojik tutumlarına göre ayrışmış bulunuyorlar. Bütün öğretmenleri tek bir sendika çatısı altında tutmak mümkün olamadı. İşçi sendikalarımız da öyledir. Öğretmenlerin en kalabalık örgütü olan TÖB-DER’in içindeki parçalanma nedeniyle işlevini yitirdiği, ardından kapatıldığı 1980 koşullarında basın yasasının öğretmenlere de tanıdığı meslek dergisi çıkarma hakkından yararlanarak yayın hayatına başlayan Öğretmen Dünyası dergisi, çeşitli baskı ve kısıtlı olanaklarla demokratik öğretmen ve eğitim idealini sürekli ayakta tutmaya çalıştı. Bir dernekten daha hareketli bir çalışma yürüttü. Bazı birlikteliklere önderlik etti. Bunların en önemlisi Eğitim Hakkını Savunma Komitesidir. İdarenin bu komiteyi dağıtma girişiminden sonra Komiteyi oluşturan kuruluşlar 2003’te Ulusal Eğitim Derneği’ni kurdular. 2010’da Öğretmen Dünyası da bu derneğin iktisadi işletmesi haline geldi. Aynı merkez, bir yandan aylık Öğretmen Dünyası’nı ve çeşitli kitaplar yayımlıyor, öte yandan dernek merkezinde her hafta bir konferans düzenliyordu. Geçen yazılarımda da anlattığım gibi (“Aslan Yatağı Boş Kalmaz”, “Zorunlu Bir Ayrışma”, “Kitle Örgütlerinin Bağımsızlığı”) dernek yönetimi bir süredir derneği ve dergiyi yaşatacak kaynakların yetersiz hale geldiği, yönetim ve yazı kurulunun yorulduğu gerekçesiyle dernek ve derginin 6 Aralık 2019 kongresiyle kapanacağını ilan ediyordu. Hatta genel kurulu beklemeden Öğretmen Dünyası “Son sayı” kapağıyla 1 Aralık’ta 40. Yayın yılının sonunda veda etti. Dernek yönetimi, yönetimi devralacak arkadaşlar aramamış değildi. Fakat bu konuda önerdiği kişilerden net yanıt alamamıştı. ULUSAL EĞİTİM DERNEĞİ’NİN SONU Genel kurula bir hafta kala, daha önce öneri götürülen bir üye başkanlığa talip olduğunu Cumartesi konferansında açıkladı. “Arkadaşlarla görüştüm, biz aktif olamayız ama sena destek oluruz dediler” açıklamasını da ekledi. Bu adaylık, derneği hareketlendirdi. Çünkü başkan adayı, aktif Vatan Partili bir üye idi. Ulusal Eğitim Derneği, tamamen Vatan Partililerin yönetimine mi girecekti? Bu ihtimal, Vatan Partisi’nin güdümündeki TGB ve CKD’yi akla getirdi. TGB baştan beri önce İP'in (sonra VT’nin) gençlik örgütü olarak faaliyet gösteriyordu. CKD ise bir kongre baskınsıyla ele geçirilmişti ve artık VT’nin kadın kolları gibi faaliyet gösteriyordu. Ulusal Eğitim Derneği böyle olmamalıydı. Bunu önlemek için kongreye ikinci bir liste ile gidildi. Fakat geç kalınmıştı. Dernek kayıtları yönetimin elindeydi, yönetimin eğilimi de birinci listeden yanaydı. Partili üyelere telefon edilerek kongreye gelmeleri sağlanmış, son zamanlarda da derneğe partili yeni üyeler yazılmıştı. Genel kurul öncesi dernekteki bir buluşmada gergin anlar yaşandı. Genel kurul da gergin geçti. Dernekte, genel kurula ilk kez iki liste ile gidiliyordu. Bu, “zorunlu bir ayrışma”nın kanıtıydı. Ayrışmanın temeli ideolojik ve politikti. Vatan Partisi’nin son aylarda Recep Tayyip Erdoğan Hükümeti’nin yanında yer almasından kaynaklanıyordu. Türkiye’de açık iki cephe kurulmuştu. Vatan Partisi’nin yöneticilerinin açıkça ilan ettikleri gibi “AKP, MHP ve VT bir cephede” buluşmuşlardı. Yönetime talip Vatan Partisine mensup üyelere bu durum hatırlatılmadı değil. Onlar kendilerinin o cephede yer almadıklarını ve almayacaklarını söylemediler! Bununla ilgili tek söz etmediler. Hatta “Biz Vatan Partiliyiz” bile demediler. Vatan Partisinin bütün muhalefet cephesinde ne büyük bir nefretle karşılandığını biliyor olmalılar. İşçi Partisi ve onun devamı olan Vatan Partisinin karşıtları hiç eksik olmamıştır fakat bu karşıtlığın şimdi tavan yapmasının nedeni, partinin aldığı yeni tutumla ilgilidir. Parti, iktidar ortağı gibi gördüğü veya buna hazırlandığı AKP’nin aleyhinde bulunulmasını istemiyormuş. Bu duruma göre laik ve demokratik eğitim nasıl savunulacak? Yapılan oylamada Vatan Partililerin listesi 43, sonradan çıkarılan öteki liste 34 oy aldı. Ulusal Eğitim Derneği, kapanın elinde kalmıştı. Kapan da örgütlü ve kararlı hareket eden Vatan Partisi oldu. Ulusal Eğitim Derneği, ad ve faaliyet olarak belki var olmaya devam edecek ama o artık eski Ulusal Eğitim Derneği değildir. Şimdi bu durumu içlerine sindiremeyen üyeler, derneğe karşı alacakları tutumu tartışıyor. Dernekten ayrılma ve halkçı eğitim mücadelesi için başka bir platform oluşturma eğilimi ağır basıyor. (Bu yazıyı her zamanki gerçekçiliğimle ve açık sözlülüğümle, konuyu gereksiz tartışmalara boğmadan, şahsiyata kaçmadan, tamamıyla olgulara dayanarak nesnel bir gözle yazdım. Yanlışım varsa, konuyla ilgilenen arkadaşlar düzeltsinler.) (13 Aralık 2019)
- Helen Keller' in İlham Veren Yaşamı
Yaşamı Sanata Dönüştüren Bir İnsan: Helen KELLER Yalnızca üç gün daha görebileceğinizi düşünün. Nasıl tüm ayrıntıları gördüğünüzü anlayacaksınız. Üç gün daha işitebileceğinizi düşünün. Her bir sesin, her bir notanın nasıl özlemle ruhunuza dolduğunu göreceksiniz. Yaşanacak üç gününüz kaldığını düşünün. Yaşamın tüm saniyelerini nasıl özlemle yaşadığınızı göreceksiniz.” Yaşamı parmak uçlarıyla hissederken, fiziksel engelleri olmamasına rağmen “görmeden, duymadan” yaşayanlara böyle sesleniyordu Helen Keller. Bakan körler, duyan sağırlar ve konuşan dilsizlerle dolu bir dünyada Helen Keller gören bir kör, duyan bir sağır ve konuşan bir dilsiz ve herşeyin ötesinde yaşamı sanat biçimine dönüştürmüş olağanüstü bir insandır. *Helen Keller 1880 yılında ABD Alabama’da çiftçilik yapan bir ailenin sağlıklı bir çocuğu olarak dünyaya geldi. Ancak bu durum uzun süremeyecekti. 19 aylıkken ateşli bir hastalığa yakalandı. Hayatından umut kesilmişken yaşama tutunan Helen, bu hastalığın izlerini ömür boyu taşıyacaktı. Çünkü hastalık bebeğin görme ve duyma yeteneğini de beraberinde götürmüştü. *Sonraki yıllar Helen ve ailesi için oldukça zordu. Ancak ailesi pes etmedi. Yapılan kontroller her ne kadar tedavinin imkansız olduğunu ortaya koysa da onlar Doktor Alexander Graham Bell‘e başvurdular. Telefonun mucidi olan Dr. Bell, işitme engelli çocukların eğitilmesine adamıştı kendisini. *Bell’in önerisi ile Helen Perkins Körler Okulundan Anne Sullivan adlı bir öğretmen ile çalışmaya başladı. Bundan sonrası bir öğretmenin karanlığa ve sessizliğe hapsolmuş bir çocuğun hayatında neler değiştirebileceğinin hikayesidir. *Sullivan, Helen’e öğretmek istediği nesneleri önce eline veriyor, tanımasına yardımcı oluyor, sonra da avucunun içine nesnenin adını harflerle yazıyordu. Bu oyun, Helen’in içindeki öğrenme isteğini alevlenmişti. Devamında, Helen körler için özel bir yazı yöntemi olan kabartma Braille Alfabesi’ni öğrendi. Önünde yeni bir dünya açılmıştı; durmadan okuyordu. Şimdiki yeni hedefi ise konuşabilmekti. *Devamında aldığı yeni dersler ile en sonunda anlamlı insan sesleri çıkarabilmeyi öğrenecek, gerçek anlamda hiçbir zaman anlamlı konuşamayacak olmasına karşın, bir kaç kelime edebilir hale gelecekti. *1893 yılında Latince öğrenmeye başladı ve kısa zamanda Latince kitap okuyup anlar duruma geldi. 1894 yılında New York’taki Wright-Humason Sağırlar Okulu’na gitmesi kararlaştırıldı. Bu okulun seçilme nedeni, dudak okumayı çok iyi öğretmesiydi. Helen, okulda kaldığı iki yıl süresince matematik, coğrafya, Fransızca ve Almanca öğrendi. *Sevgili Bayan Sullivan yine Helen’in yanındaydı. Derslerde anlatılanları Helen’in avucuna yazarak ona çevirmenlik yaptı. Okunması gereken kitap ya da makaleleri Braille Alfabesi’yle yazıp Helen’in kolayca izleyebileceği duruma getirdi. *Üniversiteye gitmek en büyük dileğiydi. Uzun ve yoğun çalışmalardan sonra 1900 yılının sonbaharında bu düşü de gerçekleşti. Üniversiteye giriş sınavında soruları Helen’e çeviren, eğitim süresince yanından bir an bile ayrılmadan yardımına koşan, onu sınavlara hazırlayan yine Anne Sullivan’dı. *Helen, 1904 yılında üniversiteden başarıyla mezun olurken, dünyada ilk kez üniversiteyi bitiren görme ve işitme engelli biri olarak tarihe geçti. Ayrıca onun gibi görme ve işitme özürlü birinin beş dil biliyor olması da inanılacak gibi değildi. *Üniversiteye devam ederken Helen bir taraftan da yaşamını anlattığı ilk kitabını yazdı. “Yaşam Öyküm” (The Story of My Life) adını verdiği kitap onun ülke çapında ünlenmesine yardımcı oldu. Helen’in yaşamı kısa zamanda tüm dünyanın ilgisini çekti. *Sonraki yıllarda yaşamları konferans gezileriyle, makale ve kitap yazmayla dolu dolu geçti. İkili bir vodvil ( toplumsal sorunları mizahi bir yaklaşımla hicveden tiyatro türü) sahnelemeye başladı. Bu gösteri tüm dünyada çok ilgi çekti. Bu vodvil turnelerinde kazandıkları paraları “Amerikan Görme Engelliler Vakfı”na bağışladılar. *Helen Keller, bütün hayatını ve gelirini kör çocukların öğrenimi ve yetiştirilmesi için harcadı. 1931‘de körlere yardım için kurulan bir cemiyete verilmek üzere bir milyon dolar yardım topladı. Daha sonra iki milyon dolarlık sermayesi olan Helen Keller Fonunu kurdu. *Anne Sullivan’ın 1936 yılında ölümü Helen Keller için yıkıcı bir kayıp oldu. Ancak o yine de çalışmalarına devam etti. Helen Keller, yaşamı boyunca görme ve duyma eksikliğinin kendisine bir engel oluşturmasına kesinlikle izin vermedi ve her dakikasını dolu dolu yaşayarak, gören görmeyen herkese örnek oldu. *Helen Keller, 1964’te ABD’nin en büyük sivil madalyası olan “Özgürlük Madalyası”nı aldı. 1 Haziran 1968’de yani 88 yaşındayken yaşama veda etti. DERLEME: Nurdan ALADAĞ KAYNAK
- KIRIK CAM
ölüme yalnız direnilen bir el uzatımı uzak yerde kan ve barut kokarken yağmura rağmen tüm sokaklar gökkuşağı tepemizdeydi suskun ve suçlu bakışlarla ve kuşların donmuş kan kırmızı kanatlarına kırık camdan tek gözle bakarken çocuklar sen burada güneşli günler düşü göremezsin upuzun serilmiş, soğuk yaralı sokağa bak sis mi saklamıştı güneşin dostlarını
- AKLIM ARKADA KALACAK
Evimiz sokağın alt başında. Yatıp kalktığım odanın penceresinden bakınca, bir baştan bir başa bütün sokağı görüyorum. Bir saat sonra yola çıkacağım. Odamda öteberi eşyamı bavuluma yerleştirmiş doğruluyordum ki, sokaktan gelen bir çocuk ağlaması beni pencerenin önüne çekti. Çocukların ağlamasına dayanamam. Bir fena olurum duydum mu. Çocuklar boş yere ağlamaz. Şu dünyada çocukların ağlaması ne kadar azalırsa, bilin ki kötülükler o kadar azalmıştır. Ağlayan bir çocuk sesi duyar da ilgilenirseniz, bilin ki şu bozuk düzenin sizi üzecek bir olayıyla karşılaşacaksınız. Pencerenin önünde baktım; karşı komşumuz Boşnak Nuri'nin büyük oğlu, yalınayak, donsuz, kapılarının önüne yüzükoyun düşmüş ağlıyor. Demedim mi çocuklar boş yere ağlamaz diye? Çocukcağız üç yaşında var ok. Anası hoppa mı hoppa, fıkır fıkır bir kadındı benim bildiğim. Nuri'den çok gençti. Nuri rençber. Gününü kırda tarlada geçirir. Perçemi kaşı üstüne düşen ceketi omuzunda bir Hakkı vardı. Nuri evden çıktı mı Hakkı eve damlardı. Hakkı için kadının dostu diye laf çıkarmışlardı konu komşu. Nuri'nin küçük oğlu, hani şu ağlayan Hakkı'ya benzerdi de kadının bu çocuğu Hakkı'dan doğurduğunu söylerlerdi. Nuri de bilirdi derler karısının hovardalığını. Bilirdi ama, kadına dayanan nazdı. Sonra iki yıl kadar önce kadın, üç çocuğunu da, Nuri'yi de, Hakkı'yı da bırakıp kaçtı. Türlü laflar duyduk arkasından. Kaynına konuk gelen bir Akhisarlı'ya kaçtı, dediler. Aydın'a gitti, dediler. Genelevlere düşmüş, İzmir'de dediler. Kadın nereye gittiyse gitti Nuri o sıralarda en büyüğü beş yaşında kızı, onun ikici yaş küçüğü, iki oğluyla kaldı. Şimdi çocuklara, sözüm ona Nuri'nin büyük kıı bakar. Konu komşu çocuklara eskilerini verirler, arada birer kap yemek gönderirler, şöyle böyle yardımda bulunurlar ama, analık edemezler. Ablası koştu. Oğlanı kollarının altından tutup kaldırdı. Sonra büyük bir taşbebeği kucaklar gibi, kardeşini kucaklayıp kapılarının eşiğine oturttu. Çocuğu iki yana sallamaya başladı. Nuri'nin karısını etraflıca hatırlayayım diyorum ama, olmuyor. Pek az şey geliyor kadından hatırıma. Eve girip çıkarken, şöyle gözlerinin içi ışıl ışıl, kapılarının arasından görünürdü. Yüzü gülerdi hep. Çocuklarını sabahtan sokağa salardı gitsin. Bazan da şarkı söylediğini duyardım. Hepsi bu kadar... Ne tuhaf! İnsan kapı komşusu hakkında bile bazan bir şey bilmiyor. Nuri'yi desen; onu da ancak o kadar tanıyorum. Sabah, omuzunda kazma, arkasında keçisi evden çıkar; akşam omuzunda kazma, koltuğunun altında bir demet ot, arkasında keçisi eve dönerdi. Arada bir karşılaşırsak "Ne var, ne yok bey?" derdi. "Ne yazıyor gazete?" Eline hiç gazete almamış, okuma yazma bilmeyen biri size gazetede ne yazıyor diye sorarsa ne anlatırsınız önce ona? Bulup seçemezdim söyliyeceğimi, "Şundan bundan"; derdim kısaca. Gayet ciddi başını iki yana sallardı. "Acayip?.." derdi o Boşnak şivesiyle. "Muharebe var mı? Muharebe" "Yok", derdim. "Yeni muharebe yok.. Habeşistan'da vardı. Bitti." Hayreti büsbütün büyürdü. Alt dudağı uzar, başını iki yana sallardı gene. "Acayip?" diye tekrarlardı. "Vardır muharebe. Dünyada olmaz muharebesiz." Balkan Harbi'nin bitimi çocukluktan çıktığı yıllara rastlamış Nuri'nin. Osmanlı ordusu yenik düşünce, Sırbistan'da çoğu Müslümanlar dağa çıkmış o zamanlar. Nuri'nin de o sırada eline bir mavzer tutuşturan tutuşturmuş. Sonra nasıl olduğunu anlamadan, Suriye cephesinde, Galiçya'da, Kafkaslar'da on seneye yakın bırakmamış elinden o mavzeri Nuri. Ben harp yok deyince Nuri'nin nasıl hayret içinde kaldığını hatırlıyorum. Sanki bu kadar sene savaştıktan sonra işin neye bağlandığını düşünür düşünür bulamazdı. Başını iki yana sallardı gene, "acayip!". Nuri'den de bütün hatırladığım bu işte! Sadece, Nuri ile karısı mı, böyle yarını yamalak hatırladığım? Sahi. Kimler gelip geçti, bizim sokaktan... Hatırlarım, ben beş altı yaşında çocuktum. Sokağın başındaki iki katlı yapının alt katı Makinist Halit'in atölyesiydi. Üst katı evi. Sokağın bütün çocukları atölyesinin kapısı önünde birikir, onun çalışmasını seyrederdik, hayran hayran. Bazan elinde anahtarlar, âletler, atölyesinin kapısı önüne getirilen bir otomobilin altına girer, uğraşır, uğraşır, sonra alnının terini elinin tersiyle silerek otomobilin altından çıkardı. Az sonra otomobil getiren adama "nasıl" dediğini duyardık, "tamam mı?" Adam: "Tamam Halit usta" derdi. "Sen bilirsin." Halit usta ilk zamanlar bekârdı. Yalnızdı. Sonra günün birinde evinin penceresinde esmer bir kadın başı göründü. Mahallenin kadınlarının, oturma odasında toplandığı uzun kış geceleri, hatırlanın, kadınlar, önlerinde kuru yemiş tabaklan, fincan oynar, çığlıklar, kahkahalar atarlardı. Annem ne kadar zorlarsa zorlasın, böyle gecelerde yatmak istemezdim, öteki kadınların aksine, incecik, narin bir kadındı o. "Gel," derdi çok geçmeden, "fincanı beraber saklayalım." Müthiş sevinirdim. Odanın bir köşesine o, daha onun tarafından iki üç kadın, başlanın, fincan tepsisini, bir örtüyle örterler, beni de aralarına alırlar, yüzüğü fincanlardan birinin altına saklardık. Sonra bütün gece beni yanından ayırmazdı. Kasabanın elektrikleri saat on ikide sönerdi. Saat on ikiye doğru elektrikler üç defa arkası arkasına çabuk çabuk yanıp sönerdi. Bütün kadınlar atarlardı kahkahayı. "Muallâ Hanım, Halit Bey seni çağırıyor!" Hafif omuz silkerdi o, "Beklesin biraz. Kaçmadım ya!" Bilirdik ki, Muallâ Hanım yarım saat daha oturursa, saat on ikiyi geçse de elektrikler sönmez. Yalnız Halit ustanın işaretleri sıklaşır, hazan bir dakikadan fazla elektrikler sönük kalır tekrar yanardı. Nihayet gülüşmeler, şakalar arasında misafirler kalkar, dağılırlardı. Sonra bir gün sokakta oynarken, baktık, sokağın çıktığı cadde üzerinde, Halit ustanın evinin köşesinde bir otobüs durmuş koma çalıyor. Halit ustanın evinin üst katma çıkan kapı açık. Kapının içinde Halit usta ile Muallâ teyze sıkı sıkı sarılmışlar birbirine, dudakları kenetlenmiş, bir türlü ayrılamıyorlar. Otobüsün şoförü az bekleyip basıyor kornaya tekrar. Onlar ayrılır gibi oluyorlar. Muallâ teyze tekrar geri dönüyor. Birbirlerine atılıyorlar. Muallâ teyze tekrar geri dönüyor. Birbirlerine atılıyorlar. Birbirlerinin yüzünü gözünü öpücüklerle boğup tekrar dudak dudağa kalıyorlar. Ben, yanımda doktor yüzbaşının kızı Feriha, daha etrafta bir yığın çocuk, kapının önüne yığılmışız. Farkında değiller. Muallâ teyze tam tekrar kapıdan çıkmaya davranırken bizi görüyor. İkisi de gülüyorlar. Halit usta: "Mektup yaz" diyor. "Gider gitmez yaz." Muallâ teyze "Bekletme sen de." diyor, "hemen gel!" Otobüsün muavini "hadi", diyor, çabuk olun." Şoför, komaya basıyor. Muallâ teyze bizlere el sallayıp otobüse doğru ilerliyor. Sonraları oynarken Feriha ikide birde bana: "Sen Halit usta ol, ben Muallâ teyze olayını." diyor. Tabii otobüsün de acele etmesi lâzım. Bizden daha küçük bir çocuk, ağzıyla koma çalıyor. Sarılıyoruz Feriha ile birbirimize. Sonra 11e yapacağımızı bilemiyoruz. Dudaklarımı Feriha 'nııı dudaklarına iyice yapıştırıyorum, ikimiz de az sonra boğulacak gibi oluyoruz. Feriha arada bir "Dur, yavaş" diyor. "Hadi şimdi". Ayrılmışken kollarını tekrar boynuma uzatıyor. Oyunun her sefer sonunda Feriha'ya "mektup yaz" diyorum. "Gider gitmez yaz..." O da: "Sen de bekletme!" diyor, "çabuk gel!" Halit ustayı, Muallâ teyzeyi, Feriha'yı daha uzun hatırlamaya çalışıyorum. Nafile! Halit ustadan açık mavi bir çift göz, yağlı bir tulum kalmış hatırımda. Muallâ teyzeden bir demet dalgalı, siyah saç. Feriha'dan pembe beyaz yanaklar, kuru ot kokusuna, yaz akşamlan duyulan kokulara benzer bir koku hatırlıyorum. Daha aşağıda, pancurları açık maviye boyalı, o beyaz badanalı evde, Melâhat abla. Tek katlı evin sokağa bakan odası Melâhat ablanındı. Sokak pencereleri önünde bir duvardan bir duvara uzanan, üstü tek kırışıksız, saçakları dantelli beyaz örtülerle kaplı, kenarlarında Melâhat ablanın kendi eliyle işlediği yastıklar dizili minder. Uğula uğula aşınmaya yüz tutmuş pırıl pırıl döşeme tahtaları. Minderin önünde küçük, tertemiz bir kilim. Daima taze badanalanmış duvarlarda kartpostallar. Melâhat ablanın ilkokul hâtıraları... Üzeri beyaz işlemeli örtülerle kaplı tahta bir masanın üstünde ucuzundan bir ayna ile krepon kâğıdından yapına güller. Okula yeni başladığını yıllarda Melâhat abla alırdı beni karşısına. Elişleri ödevlerimi yapar, derslerimi anlatırdı bana. Papuçlarımı odanın kapısında çıkarırdım. Minderde, pencerenin önünde, onun dizleri dibine oturur, onun hünerli ellerini seyre dalardım. Melâhat ablaların evlerine karşı piyade taburunun tavlası vardı. Piyade subaylarının binekleri, makineli tüfek bölüğünün katırları o tavlada dururdu. Bir Yüzbaşı Hayri Bey vardı. İkinci üstleri, ben okuldan çıkıp Melâhat ablalara uğradıktan sonra, gelir, tavlanın önünde seyisi bineğini tımar ederken, tımarın başında durur, sonra da tavlanın bitişiğindeki arsada, çılbır başlığıyla bineğini en az yarım saat çalıştırırdı. Ödevlerimi yaparken Melâhat ablanın bakışlarının sık sık pencereden dışarı kaydığını; fark ederdim. Ben de onu bakışları arkasından pencereden bakar, Yüzbaşıyla göz göze gelince bakışlarını, yanakları kızararak önüne eğdiğini görürdüm. Elleri hafif titreyerek saçlarımı okşardı böyle zamanlarda, göğsü kalkıp inerdi. Bir ikindi vakti okuldan dönerken, sokağa sapınca, yüzbaşının gene bineğini tımar ettiğini gördüm. Tavlanın önüne yaklaştığım sırada Melâhat ablaların kapısı açıldı. Melâhat abla, beline kadar inen saçlarını çözüp taramış, üzerinde beyaz buluzu, lacivert etekliği, elinde bir kitap, kapıdan çıktı. Kitabı mahcup mahcup yüzbaşıya uzattı: — Teşekkür ederim. Çok güzel! Yüzbaşı gülümseyerek kitabı aldı: — Korkarım sizi üzmüştür. Melâhat abla, mahzun, başını kaldırdı hafifçe: — Ah, zararı yok! Sonu çok acı ama, çok güzel! — Beni de çok üzmüştü okuduğum zaman, dedi yüzbaşı. Melâhat abla: — Beni de, diyebildi. Sonra kapılarının içine çekildi. Yüzbaşı o sırada beni gördü: — Merhaba delikanlı! Bize selâm vermek yok mu? Durdum. Başımı önüme eğdim. Yüzbaşı, Melâhat ablaya sordu: — Sizin ahbap galiba, değil mi? Melâhat ablanın cevabını beklemeden, önümde ayak burunları üzerinde çömelerek beni hafifçe dirseklerimden tuttu; sonra çenemi, yüzüm hizasına getirecek şekilde hafif yukarı kaldırdı. — Adın ne bakalım senin? Mırıldandım: — Saim. — Kaçıncı sınıftasın? — İkinci sınıftayım. Ooo! Maşallah neredeyse okulu kolaylamışsın! Ne olacaksın büyüyünce? Bineğe şöyle yan gözle baktım. Öyle bir atım olmasını isterdim ki... Yüzbaşı, ceplerini karıştırdı. Sonunda talim düdüğünü çıkardı cebinden, güldü: — Saim bunu sana versem ister misin? Sevinçten kulaklarıma kadar kızardım. Başımı, evet anlamına eğdim. — Al öyleyse... Düdük benimdi. Uçuyordum. Koşmaya hazırdım. Yüzbaşı: — Dur bakalım, dedi, önce öttür bakalım, öttürebiliyor musun? Sonra bırakırım seni... Bütün nefesimle düdüğü üfledim. Yüzbaşı neşeyle güldü, saçımı okşayıp: — Haydi, şimdi, dedi. Serbestsin. Marş marş!... Arkamdan, Melâhat ablaya, benim için "cin gibi"ye benzer lâflar ettiğini duydum. O yıl, çok geçmeden piyade taburu bizim ilçeden başka ilçeye kalktı. Yüzbaşı Hayri Bey de taburla gitti. Melâhat abla, çok mu üzüldü o gidince, hatırlayamıyorum. Yalnız minderde, pencerenin önünde oturmuyordu eskisi gibi. Tavlanın kapalı kepenklerine bakmak benim bile içimi sıkıyordu. Ona sık sık, "Melâhat abla, subay olacağım" diyordum. Bilmem ne söylemek istediğimi anlıyor muydu? Subay olup onunla evlenecektim. O, on sekiz yaşındaydı o sıralarda. Ben sekiz... Daha bize yakın, duvarları sıvasız, kepenkleri boyanmadan bırakıldığı için çürümeye yüz tutmuş evde Hatice nine otururdu. Bahara doğru akşamlan babam beş kuruş verir, "git," derdi, "Hatice nineden birkaç baş taze soğanla iki marul al." Tuttururdum beş kuruş az diye. Hatice nineye acırdım ben. Oğlu askerdi. Bahçesine kendi bakardı. Sonra beş kuruş daha verirlerdi. Bir koşu evden fırlar, Hatice ninenin avlu kapısının ipine asılırdım. Kapının dibinde nefes nefese seslenirdim: — Hatice nine! Hatice nine! Kadıncağız iki büklüm evinin etrafı tahta parmaklıkla çevrili hayatına çıkardı. — Annem, selâm söyledi. Marul almaya geldim. — Al, derdi kısık sesiyle. Geç bahçeye. Çıkar. Malta taşı döşeli avlunun sonunda başlayan bahçeye geçerdim. Akşamın alacakaranlığında, yeni sulanmış bahçeden, yedi sekiz baş soğan, iki marul kökler, dönüşte Hatice nineye on kuruş uzatırdım. O her seferinde: — Az bu kadar, derdi. Üşendin mi köklemeye? — Yeter, diyecek olurdum. Elinin tersiyle çevirirdi beni: — Siz kalabalıksınız. Verdiğin para da çok. Git bu kadar daha kökle. Az sonra ben kapıdan çıkarken: — Selâm söyle annene, diye seslenirdi. Her seferinde para göndermesin. Bu kadar senelik komşuyuz. Sonra daha yakınımızda, İsmet Abla ile annesi. Saçları, kirpikleri güneşten sararmış, bir haziran görünüşü gibi hatırımda kalan İsmet abla ile annesi komşulardan dönüp de yataklarına çekilince, saklandığı yerden çıkıp kızcağıza saldırmış derlerdi. İsmet abla varmak istemiyordu adama. Söz kesen kendisi değil, yakınlarıydı. İsmet ablayı göremedim bir daha. Bana onun hastahaneye kaldırılırken kan kaybından yolda öldüğünü yıllarca söylemediler. Yıllarca taşlıklarda, mutfak köşelerinde duran küplerin arkasında, eli bıçaklı katiller saklıdır sandım. İsmet ablanın, gecenin içinde, bütün sokağı ayağa kaldıran "yetişin, yandım!" diye dağılan sesi yıllarca kulaklarımdan gitmedi. Bizim tenha sokağımızın öteki komşularından da buna benzer kısa karşılaşmalar kalmış hatırımda. Ne fena! Aşağı yukarı bizim sokağın insanlarından benim bütün bildiğim bu kadar. Hikâye mi alıyorsun dünyada? Al, işte! Burnunun dibinde. Şu sokağın içinden gözüne ilk ilişen evi seç. Yeter ki, gönlünde o evin insanlarını tanımak isteyecek merakın olsun! Ne işin var uzaklarda? Evet, işte bu sokaktan başlamalı. Bir zaman benim bütün dünyam bu penceresinden baktığım evden ibaretti. Bir yaşa gelince bu evin kapısından sokağa çıktım. Üç dört ev ötedeki boş arsada çocukların oyunlarına katıldım. Sonra, sokaktan ilçenin ana caddesine, başka sokaklarına, günü gelince de ilçeden ile, oradan başka illere... Okullarda, yolculuklarda, kahvelerde, sokaklarda, devlet dairelerinde, kışlalarda, hastanelerde, bir yığın insan içine karıştım şimdiye kadar. Bir kışını bizim sokağın insanları gibi yarım yamalak hatırımda. Çoğu ile karşılaşınca, adını unuttuğumu anlamasın diye ne yapacağımı şaşırıyorum. Bir yerde, bir sokakta doya doya kalamıyor ki insan. Daha etrafımda ne var demeye kalmadan, bakıyorsunuz gününüz dolmuş, başka bir eve, başka bir sokağa taşınıyorsunuz. Yahut bahtınıza, başka bir şehrin yolu görünüyor. Yoksa insan, doğru dürüst etrafını tanımaya kalksa, bir eve, bir sokağa eminim ki, ömrü ancak yeter. Bir saat sonra yola çıkacağım. Neredeyse aşağıdan bizimkiler seslenecekler. Bu gelişimde baba evimde bir ay ancak kalabildim. O da nasıl geçti. Yeni makinisti, Melâhat ablaların evini satın alanları, Hatice ninenin oğlu ile gelinini, öteki komşularımızı, hiç değilse dört beş ay daha kalabilseydim, biraz olsun tanıyabilecektim. Bizim sokak durgun, sıkıcı gibi görünür tanımayana. Eminim, benim canım hiç sıkılmadı. Hem o vakit böyle yola çıkarken, hiç olmazsa aklım arkada kalmazdı!.. NECATİ CUMALI
- ŞEYTAN
GUY DE MAUPASSANT / Köylü, ölüm döşeğinde olan hasta kadının başucundaki doktorun karşısında duruyordu. Sessiz, olacaklara boyun eğmiş ama aklı hâlâ yerinde olan ihtiyar kadın, onlara bakıyor ve konuşulanları dinliyordu. Yaşlı kadın ölecekti; buna isyan etmiyordu. 92 yaşındaydı ve artık sonu gelmişti. Açık kapı ve pencereden Temmuz güneşi içeri vuruyor ve kuşaklar boyu köylülerin ayakları altında ezilen kahverengi toprağa sıcak ışıltılarını saçıyordu. Yakıcı bir rüzgâr, öğle güneşi altında kavrulan yaprakların, tarlaların, buğday ve otların kokusunu odaya dolduruyordu. Çekirgeler, boğazlarını yırtarcasına bağırıyor, panayırlarda çocuklara satılan tahtadan yapılmış oyuncak çekirgelerin gürültüsüne benzer bir çatırtı sesi yayıyorlardı ortalığa. Doktor, sesini yükselterek: - Honoré, dedi, annenizi bu halde tek başına bırakamazsınız. Her an ölebilir! Köylü ise, üzgün bir şekilde sızlanıyordu. - Fakat buğdayı toplamam gerek. Uzun zamandır toprakta duruyor. Şimdi tam zamanı. Sen ne dersin anne? Hâlâ Normandiyalılara özgü cimriliği üzerinden atamayan yaşlı kadın, gözüyle ve başıyla “evet” işareti yapıyor ve oğlunun buğdayı toplamaya gitmesine ve kendisini tek başına ölüme terk etmesine ses çıkarmıyordu. Doktor kızmıştı, tepinerek haykırdı: - Siz hayvandan başka bir şey değilsiniz. Anlıyor musunuz, değilsiniz. Bunu yapmanıza izin vermeyeceğim. Eğer buğdayınızı bugün toplamaya mecbursanız, gidin La Rapet’yi bulun; annenize o baksın. İşitiyor musunuz? Eğer dediklerimi yapmazsanız, hastalandığınızda sizi köpek gibi ölüme terk ederim, anladınız mı? Zayıf, ağır ağır hareket eden, doktorun korkusu ve paraya olan düşkünlüğünün etkisiyle kararsızlık içinde kıvranan köylü, tereddüt ediyor, hesaplar yapıyor ve “La Rapet bakım için kaç para alır acaba?” diye söyleniyordu. - Ne bileyim ben? diye bağırdı doktor. Bu, onun ne kadar çalışacağına bağlı. Onunla halledin. Bir saate kadar La Rapet’nin burada olmasını istiyorum, anladınız mı? Köylü, kararını vermişti. “Tamam, gidiyorum. Kızmayın” diye söylendi. Doktor, “Sizi uyarıyorum, öfkelendiğim zaman şaka yapmam” diyerek çıkıp gitti. Köylü, yalnız kalınca, annesine döndü ve kaderine boyun eğmiş bir ses tonuyla, “Mademki bu adam istiyor, gidip La Rapet’yi getireyim. Ben dönene kadar sakın yerinden kalkma” diyerek gitti. Yaşlı bir kadın olan La Rapet, ütücüydü. Köyde ve çevrede ölüm döşeğinde olanlara ve yaşlılara bakardı. Ölenlerin kefenlerini diktikten sonra hemen işine döner ve bu kez yaşayanların giysilerini ütülerdi. Çürük bir elmanın kabuğu gibi eli yüzü kırışık, kıskanç, katı yürekli, şaşılacak derecede cimri ve sürekli olarak çamaşır ütülemek yüzünden beli bükülmüş olan La Rapet’nin, can çekişmeye iğrenç denecek bir sevgi duyduğu söylenirdi. Bir avcının tüfeğini nasıl ateşlediğini anlatması gibi, can çekişen insanları, tanığı olduğu ölümleri en ince ayrıntılarına kadar anlatırdı. Honoré Bontemps, La Rapet’nin evine geldiğinde, gömlek yakaları için çivit suyu hazırlarken buldu onu. - İyi akşamlar, işler yolunda mı? diye sordu. La Rapet, başını ona çevirerek: - Evet, ya sizin işler? diye cevap verdi. - Benimkiler de iyi, diye yanıtladı Honoré, ama annem iyi değil. - Anneniz mi? - Evet annem. - Nesi var? - Ölmek üzere! İhtiyar kadın ellerini sudan çıkardı; maviye çalan saydam su damlacıkları ellerinden parmaklarının ucuna kadar kayıyor, yere damlıyordu. La Rapet, beklenmeyen bir cana yakınlıkla, “Durumu çok mu kötü?” diye sordu. - Doktor artık umut kalmadığını söyledi. Honoré duraksadı. Ne istediğini söylemek için birkaç giriş sözcüğü gerekliydi; fakat hiçbir şey bulamadığı için hemen kararını verdi: - Ölümüne kadar anneme bakmak için kaç para istersiniz?” diye sordu. “Bizim zengin olmadığımızı bilirsiniz. Bir hizmetçi bile tutamadım. Zaten zavallı annem bu duruma o yüzden geldi. 92 yaşında olmasına rağmen tarlada çalıştı; çok yoruldu. Buğday daha fazla kazandırmıyor ki... La Rapet, büyük bir ciddiyetle yanıt verdi: - İki fiyat var. Hali vakti yerinde olanlar için gündüz iki frank ve gece için de ayrıca üç frank. Diğerleri içinse, gündüz için bir frank ve gece için de iki frank. Siz, bir ve iki frank ödersiniz. Honoré düşünmeye başladı. Annesini iyi tanıyor, onun nasıl dayanıklı ve güçlü olduğunu biliyordu. Doktorun söylediklerine rağmen, annesi bir hafta daha yaşayabilirdi. - Hayır, diye konuşmaya başladı Honoré. Bana bu işin sonuna kadar bir tek fiyat vermenizi istiyorum. İkimiz de şansımızı deneyelim. Doktor, çok yakında öleceğini söyledi. Böyle olursa, bu sizin yararınıza. Yarına kadar veya daha çok yaşarsa, bundan da ben kârlı çıkarım; siz de şansınıza küsersiniz! İhtiyar kadın şaşırmış, adama bakıyordu. Şimdiye kadar ölüm döşeğindeki hiçbir insan için böylesi bir pazarlık yapmamıştı. Tereddüt ediyordu; yine de şansını deneyebileceğini düşündü. Oyuna da gelmek istemiyordu. - Annenizi görmeden bir şey söyleyemem, diye cevap verdi. - O halde gelin görün, dedi Honoré. La Rapet ellerini kuruladı ve hemen çıktılar. Hiç konuşmadan yürüdüler. Yaşlı kadın acele adımlarla yürürken, köylü her seferinde sanki bir dereyi aşarmışçasına büyük adımlar atıyordu. Tarlalarda sıcaktan bunalmış halde yatan inekler, ağır ağır başlarını kaldırıyor ve yürüyüp giden bu iki insana doğru taze ot istercesine böğürüyordu. Honoré Bontemps, eve yaklaşırken, kendi kendine “Belki de bu iş çoktan sona erdi” diye mırıldandı. Sesinin tonunda, böyle olmasını isteyen bilinçsiz bir arzu kendisini belli ediyordu. İhtiyar kadın daha ölmemişti; hasta yatağında sırtüstü yatıyordu. Alacalı basmadan dikilmiş yorganın üzerinde duran yengece benzer ürkütücü zayıf elleri, romatizma ağrılarının, yaklaşık yüz yıllık çalışmanın ve yorgunluğun etkisiyle bükülmüştü. La Rapet, yatağa yaklaştı ve ölüm döşeğindeki ihtiyar kadını incelemeye başladı. Nabzına baktı, göğsüne elledi, soluk alışını dinledi, konuşmasını duymak için sorular sordu ve onu uzun uzun seyrettikten sonra Honoré ile dışarı çıktı. Artık bir fikir edinmişti. Yaşlı kadın geceyi çıkaramazdı. - Ee, ne düşünüyorsunuz? diye sordu Honoré. - İki belki de üç gün sürer, dedi La Rapet. Her şey dahil altı frank ödersiniz. - Altı frank mı? diye bağırdı köylü. Siz aklınızı mı kaçırdınız? Annemin en fazla 5-6 saat yaşayacağını söylüyorum size; daha fazla değil! Uzun bir tartışmaya giriştiler. Sonunda Honoré, bakıcı kadının bu işten vazgeçmek istemesi, vaktin ilerlemesi ve buğdayın hâlâ tarlada durması üzerine razı oldu. - Tamam, dedi, her şey dahil cenazenin kalkmasına kadar altı frank. - Tamam, altı frank. Honoré, koşar adımlarla, kızgın güneşin altında bekleyen buğdaylarına doğru yürümeye başladı. Bakıcı kadın da, içeri girdi. Yanında kendi işini de getirmişti. Cenazenin veya ölüm döşeğinde olanların başında beklerken kimi zaman kendi işini yapar, kimi zaman da hastasını beklediği ailenin işlerini görür, böylece ek gelir de sağlardı. Birden yaşlı kadına dönerek: - Sizin son duanız yapıldı mı Bontemps ana? diye sordu. İhtiyar kadın başıyla, “hayır” anlamına gelen bir işaret yaptı. Bunun üzerine, iyi bir dindar olan La Rapet, çevikçe ayağa kalkarak, “Aman Allahım, nasıl olur? Hemen gidip papazı bulayım” diye söylendi. Papazın evine doğru öylesine hızlı yürümeye başladı ki, onun böyle acele acele gittiğini gören meydandaki çocuklar, yine bir felâketin geldiğini düşündüler. Cübbesinin üzerine dizlerine kadar inen beyaz üstlüğünü giyen papaz, güneşin altında kavrulan tarlalardan yürürken, kilise korosundan bir çocuk da, elinde küçük bir çanı sallayarak onun gelişini haber veriyordu. Uzaklarda çalışanlar erkekler şapkalarını çıkartıyor ve beyaz giysili papazın bir evin arkasında kaybolmasını beklerken hareketsiz duruyorlardı. Ekin demetlerini toplayan kadınlar, istavroz çıkarmak için doğruluyor, ürken tavuklar da, iki yana sallana sallana hızla yolun kenarındaki hendeğe doğru koşuyor ve çukurun içinde aniden kayboluyorlardı. Çayırda bağlı olan bir tay, papazın beyaz giysisinden ürküyor, bağlı bulunduğu ipin ucunda daireler çizerek, çifte atarak koşup duruyordu. Kırmızılar içindeki korodaki çocuk, hızla ilerliyor, kare şeklinde bir takke giymiş olan ve başı bir omzuna doğru eğik duran papaz, dualar okuyarak onu izliyordu. La Rapet ise, sanki yere kapanacakmış gibi, ikiye katlanmış yürüyor ve elleri kilisede olduğu gibi birbirine bitişik duruyordu. Uzaktan onların gidişini gören Honoré: - Papaz nereye gidiyor acaba? diye kendi kendine sordu. Yanında çalışan ve durumu daha tez kavrayan işçi: - Papazı annene götürüyor diye cevap verdi. Honoré, hiç şaşırmadı ve “Olabilir” diye mırıldandı. Sonra tekrar işine başladı. Bontemps ana günah çıkardı; papaz yaşlı kadının günahlarını bağışladı ve şaraplı ekmekten yedirdi, sonra da, iki ihtiyar kadını boğucu sıcak evde bırakarak dışarı çıktı. La Rapet, bu işin ne kadar süreceğini düşünürken ihtiyar kadını da incelemeye başladı. Gün yavaş yavaş batıyor, serin hava eve giriyordu. İki iğneyle duvara tutturulmuş bir resim, içeri giren taze havayla sağa sola savruluyor; daha önceleri beyaz olduğu anlaşılan sinek lekeleriyle dolu sararmış perdeler uçuşuyor ve ihtiyar kadının ruhu gibi çıkıp gitmek istercesine çırpınıyordu. Bontemps ana, hareketsiz, gözleri açık yatıyor; yanı başında olan ama gelmekte geciken ölümü büyük bir kayıtsızlıkla bekliyordu. Soluk alıp verirken boğazından ıslık sesi çıkıyordu. Sanki her an soluğu kesilecek ve ölmesinden kimsenin üzüntü duymayacağı bir kadın daha eksilecekti bu dünyadan. Gece çökerken Honoré geldi. Yatağa yaklaştı ve annesinin hâlâ yaşadığını gördü. - Nasıl? diye sordu. Sonra da, sabah saat 05.00’te gelmesini söyleyerek La Rapet’yi evine gönderdi. - Sabah 05.00’te, diye cevap verdi La Rapet. Gerçekten, ertesi sabah güne doğarken geldi. Honoré, tarlaya gitmeden önce, kendi hazırladığı çorbasını içiyordu. - Ee, anneniz öldü mü? diye sordu La Rapet. Honoré, muzipçe gözünü kırparak: - Daha iyi, diye cevap verdi ve sonra çıkıp gitti. Kaygılanan La Rapet, elleri yorganın üzerinde büzülmüş, gözleri açık, kayıtsız ve canından bezmiş durumda yatan ihtiyar kadına yaklaştı. Bu durumun, iki gün, dört gün, sekiz gün böyle sürüp gidebileceğini anlamıştı. Cimri yüreği korkuyla sıkıştı. İçinde, kendisini aldatan bu çok bilmiş köylüye ve ölmek bilmeyen ihtiyar kadına karşı bir öfke dalgası yükselmeye başladı. La Rapet, bununla birlikte, yeniden işe koyuldu. Gözünü hiç ayırmadan Bontemps ananın kırış kırış olmuş yüzüne bakarak beklemeye başladı. Honoré, öğlen yemeğe eve geldi. Memnun gözüküyordu, hatta bakışlarında alaycı bir hava vardı. Yemeğini yedikten sonra yine tarlaya gitti. Hiç kuşkusuz, en uygun koşullarda buğdayını topluyordu. La Rapet ise, gittikçe çileden çıkıyordu. Her geçen dakika, ona artık parasının ve zamanının çalınması gibi geliyordu. Bu inatçı ve ihtiyar kadının boğazına sarılmak, zamanını ve parasını çalan o zayıf ama hızlı soluk alış verişini durdurmak istiyordu. Böyle bir şeyin tehlikeli olacağını düşündü ve kafasında bin bir düşünceyle Bontemps ananın yatağına yaklaştı. - Daha önce hiç şeytanı gördünüz mü? diye sordu ona. - Hayır, diye mırıldandı yaşlı kadın. La Rapet, bunun üzerine, ihtiyar kadınla konuşmaya, ölmekte olan güçsüz ruhunu korkulara salmak için uydurma hikayeler anlatmaya başladı. “Ölmeden birkaç dakika önce, şeytan ölüm döşeğinde yatanlara görünür, diyordu La Rapet. Elinde bir süpürge, başında tencere vardır, bağırır durur. Onu görenlerin işi bitmiş demektir; artık birkaç saniyeden fazla yaşamazlar”. La Rapet, sonra da, daha o yıl baktığı Joséphin Loisel, Eulalie Ratier, Sophie Padagnau ve Séraphine Grospied’ye gözlerinin önünde şeytanın nasıl göründüğünü bir bir anlattı. Nihayet heyecana kapılan Bontemps ana, huzursuzlanıyor, çırpınıyor ve ellerini sallıyor, başını çevirip odanın öte yanına bakmaya çalışıyordu. La Rapet, birdenbire yatağın yanından kayboluverdi. Dolaptan bir çarşaf alıp sarındı, kafasına bir tencere geçirdi. Tencerenin kısa ve eğri üç ayağı, kafasının üzerinde üç boynuz gibi yükseliyordu. Sağ eline bir süpürge aldı, sol eliyle de teneke bir kovayı havaya fırlattı. Kova, yere düşünce korkunç bir gürültü çıkardı. Sandalyenin üzerine fırlayan bakıcı kadın, yatağın ucunda asılı duran perdeyi havaya kaldırdı, keskin çığlıklar atıp el kol hareketleri yaparak, üzerinde çarşaf, kafasında yüzünü gizleyen tencere ve elindeki süpürgeyle, ölüm döşeğindeki ihtiyar kadını tehdit eden acayip bir kukla gibi ortaya çıkıverdi. Çılgına dönen, delice bakan ihtiyar kadın, yerinden doğrulup kaçmak için insanüstü bir çaba gösterdi. Omuzlarını ve göğsünü yorganın altından çıkarmayı bile becerdi fakat derin derin iç çekerek birden yığılıverdi. Ölmüştü!... La Rapet, sakin sakin her şeyi yerine yerleştirdi. Süpürgeyi dolabın köşesine dayadı, çarşafı dolaba yerleştirdi, tencereyi ocağın üzerine koydu, sandalyeyi duvarın önüne çekti ve kovayı yerine bıraktı. Sonra, alışık olduğu hareketlerle, Bontemps ananın gözlerini kapadı, yatağın üzerine bir tabak yerleştirdi ve içine, kilisede okunmuş su kabından su koydu. Konsolun üzerindeki şimşir parçasını bu suyla ıslattı; yatağın yanına çömelerek, işi gereği ezbere bildiği duaları büyük bir aşkla şevkle okumaya başladı. Akşam Honoré eve geldiğinde bakıcı kadını dua ederken buldu. Hemen bir hesap yaptı ve La Rapet’nin kendisinden bir frank alacaklı olduğunu fark etti; üç gün ve bir gece annesine bakmıştı. Bunun karşılığı beş frank ederdi; oysa La Rapet ile altı franka anlaşmıştı.
- Ana Dile Saygı
Ana diline saygı, önce onu bilerek sevmek, sonra da doğru ve düzgün kullanmakla olur. Bu saygının yüksek katı ise, ana dilini yabancı dillerin salgınından koruyarak kendi yapısı içinde işleyip zenginleştirmeye çalışmakla gösterilir. Bu da sanatçıların, bilginlerin ve eli kalem tutan bütün yazarların görevidir. Dilini doğru kullanmayı beceremeyenlerin, yabancı kelimeleri dillerinden bir türlü söküp atamayanların, ana diline sevgiden ve saygıdan söz etmeleri gülünç olmaktan öteye geçemez.Konuyu bu açıdan ele alacak olursak, hiçbir abartmaya kapılmadan söyleyebiliriz ki divan şairlerimiz, ana diline gerçek saygı ve sevgiyi göstermemişlerdir. Bu ünlü yazarların hepsi de Türkçeyi benimseyerek işleyecekleri yerde, Arapça ve Farsça kamuslarla ferhenklerden topladıkları kelimeleri, bu dillerin kurallarıyle birlikte dilimize sokmuşlar, böylece anlaşılmayan ve hiçbir yerde konuşulmayan yapma bir dil meydana getirmişlerdir. Bu durum karşısında, ana dil “avam dili” diye küçümsenmiş kendi hâline bırakılmıştır. Bu durumdan yakınan Aşık Paşa: "Türk diline kimesne bakmaz idi / Türklere hergiz gönül akmaz idi." derken, sevmeden çok acıma duygusu içindedir. Acıma ise gerçek sevme sayılmaz. Şüphesiz Aşık Paşa ana dilini seviyordu. Hatta, düşüncelerini halk yığınlarına yaymak için Türkçeye başvurmakla, ana dilinin bu konudaki gücünü anladığını göstermiş oluyordu. Ancak, burada bizim belirtmek istediğimiz, bunun da üstünde, kıskanç bir sevgi, bilince erişmiş yüksek bir saygıdır. İşte asıl eksik olan budur. XV. Yüzyılda Ali Şir Nevaî’den başka hiçbir şair ve düşünür, bu bilince erişememiştir. Eskiler “Türk” kelimesine nasıl “bilgisiz, görgüsüz, kaba, köylü” anlamlarını yakıştırmaya kalkmışlarsa, Türkçeyi de bayağı, yetersiz ve kısır görerek ondan kaçınmışlardır. Bakınız Beyanî, yazdığı şairler tezkiresinde, Yavuz Sultan Selim’in şiirlerini Farsça yazdığını anlatmak için ne diyor: “Uluv-i himmetlerinden Türkî şiir dimeye tenezzül etmeyüp, bînazir Farsî eş’arı ve Acemane güftarı vardır.” Bu söz, bilinçsizlikten doğan ihanetin (İhanet, Arapçada hakaret demektir.) çok acı bir örneğidir. Bir Türk yazarı ana dili için bunu nasıl söyleyebilir? Bunu söyleyebilenlerden ana dili sevgisi ve saygısı nasıl beklenebilir? Sonra, cümledeki sakatlık da yazarlarımızın dil bilgisinden ne denli yoksun olduklarını gösterir. Bunlar Türkçeyi sevmemişler de acaba çok özendikleri Osmanlıcayı sevip saymışlar mıdır? Osmanlıcayı benimseyip bir kuyumcu gibi işlediklerine göre, elbet sevmişlerdir. Ama saydıklarını söyleyemeyiz. Çünkü özenerek kullandıkları Osmanlıca cümleler de yanlışlarla doludur.Divan edebiyatı çerçevesi içinde sanatçı için amaç, “hüner ve marifet” göstermek olduğuna göre, kaleme alınacak yazı, kelime oyunları, sanat cambazlıkları, zincirleme tamlamalar, bileşik isimler ve sıfatlarla doldurulup anlaşılmaz hâle getirildiği oranda ustalık gösterilmiş olacaktır. Herhangi bir kavramı tek kelime ile ya da onu belirterek bir iki sıfatla anlatmak ayıp sayılır. Örneğin, bir yazıda şöyle bir cümleciğe rastlarsınız: “Kadem- residegâ-ı mevleviyyet ve mahfil-şinan-ı icra-yı şeriat olan mevali-i ızam.” Bunu okuyunca, kelimelerin ve sıfatların yardımıyla anlarsınız ki yazarın söylemek istediği “kadılar”dır. Ama kelimeyi yalnızca söylemek yakışık almaz. Osmanlıcanın divan edebiyatı çerçevesi içindeki durumu işte budur. Tanzimat devrinde, Osmanlıca türlü nedenlerle açıklık kazandı. Süslü yazmak, “hüner ve marifet” göstermek, merakı yine sürüp gitmekle birlikte, “anlatım açıklığı” ön plana alındı. Bu devirde, Osmanlıcayı da Türkçeyi de en iyi bilen ve ustalıkla kullanan Muallim Naci’dir. Çünkü ana dilini sevmiş, dil bilincini sezmiştir. Naci’nin eserlerinde dil bilgisi ve “selika” yanlışı bulamayız. Yazılarında kelimeler ve tamlamalar doğru, cümleler sağlam, söyleyiş düzgün ve pürüzsüz, “selika” Türkçeye uygundur. Ana dilini sevme ve sayma, Meşrutiyet devrinde Türkçülük ve Türkçecilik akımının başlamasıyle bilinç kazanmıştır. Bu akımın heyecanı içinde yetişen şairler, hikayeciler, romancılar ve yazarlar, ana dilini benimseyerek işlemeye koyulmuşlardır, eserlerinin sanat değeri ne olursa olsun, kendi devirlerinin özelliği içinde, temiz Türkçenin ilk ürünlerini vermişlerdir. Ana dili bilinci, asıl Cumhuriyet devrinde, dil devrimiyle gerçek anlamını ve değerini kazanmıştır. Ancak üzüntü ile söylemek gerekir ki bu bilinç, toplumdaki bütün çevrelerde henüz yayılmış değildir. Osmanlıcayı hâlâ zorla sürdürmeye çalışanlar, öz Türkçeyi bilgisizlik ve beceriksizlik yüzünden sakatlayanlar, Batı’dan sızmakta olan yabancı kelimeleri anlaşılmaz bir inatla kullananlar, bu bilincin yayılmasına engel olmaktadırlar. Âgâh Sırrı Levend
- HİKAYELER
Yüreğinizi ısıtacak, en karanlık günlerinizi aydınlatacak ve yüzünüze, ömür boyu orada kalacak bir gülücük konduracak hikayeler okumak insana can katar. Sevgi, nezaket, bağışlayıcılık, umut, cesaret, bağlılık, cömertlik ve inanç dolu öyküler. Özellikle de sevgi, gerekli yitimler, saygı ve değerler hakkında dersler veriyorlarsa, insanın elindeki en güçlü öğretim araçları olabilirler.’’ Bizim çocukluğumuzda televizyon bile yoktu ‘’dediğimde nasıl zaman geçirdiğimizi soranlara muhabbet vardı diye cevap veriyorum. Toplumda aranan ,sevilen, etrafına ışık saçan bireyler olmuşsak bize anlatılan öykülerden kendimize ders çıkaracağımız mesajları doğru anladığımız içindir. Soğuk kış gecelerinde, soba başında ısınırken büyüklerimden dinlediğim bir öyküyle pazar gününüze renk katmak için kralın oğlu ve çoban kızının hikayesi ekliyorum... Bir zamanlar bir Pers kralı varmış,” diye başladı Büyükannem. “Bu kralın bir oğlu varmış. Oğlan bir çobanın kızına âşık olmuş. Krala gidip söylemiş bunu; o kızla evlenmek istediğini de eklemiş sözlerine. Kral, ‘Sen benim oğlumsun,’ demiş, ‘ben ölünce sen kral olacaksın. Nasıl olur da bir çoban kızıyla evlenmek istersin?’ Oğlan da kızı sevdiğini ve ileride onu kraliçesi olarak yanında görmek istediğini söylemiş babasına. Kral oğlunun kıza karşı duyduğu sevgiyi Tanrı’nın bir isteği olarak görmüş ve ‘Peki,’ demiş, ‘bir haberci gönderip kızı senin için isteteceğim. Haberci kıza gidip bu isteği ilettiğinde kız, ‘Kralın oğlu ne iş yapar?’ diye sormuş. Haberci, ‘O kralın oğludur,’ demiş, ‘hiçbir iş yapmaz.’ Kız cevap olarak ‘Bir iş yapmayı öğrenmesi gerek,’ demiş. Haberci de kızın dediklerini krala iletmiş. Kral oğluna, ‘Çobanın kızı senin bir iş yapmayı öğrenmeni istiyor,’ demiş. ‘Hâlâ onunla evlenmek istiyor musun?’ Oğlan, ‘Evet,’ demiş, ‘bir iş yapmayı öğreneceğim, örneğin buğday saplarından hasır örmeyi.’ Sonra oğlan üç gün içinde renkli süsleme motifleriyle hasır örmeyi güzelce öğrenmiş. Haberci yine yola düşmüş, kızın evine giderek kralın oğlunun yaptığı hasırları göstermiş. Kız bunları görünce haberciyle birlikte kralın sarayına gitmiş ve kralın oğluyla evlenmiş. “Kralın oğlu bir gün Bağdat sokaklarında gezinirken karnı acıkmış. Temiz bir lokanta görünce içeri girip bir masaya oturmuş. Fakat o yerde hırsızlar ve katiller hali vakti yerinde olanlara tuzak kuruyormuş. Kralın oğlunu kaçırıp bir zindana atmışlar. O zindanda başka zenginler de varmış. Kötü adamlar zindana attıkları insanlar arasında en şişman olanı öldürüp en cılız olana yediriyorlarmış. Zevk için yaparlarmış bunu. Gencin Pers kralının oğlu olduğunu bilmiyorlarmış. Zindandakiler arasındaki en ince yapılı olduğundan genç adam sağ kalmış.“Bir gün kralın oğlu kötü adamlara bir beceriye sahip olduğunu, buğday saplarından güzel hasırlar yapabildiğini ve bunların iyi para getirdiğini söylemiş. Adamlar hemen öbek öbek buğday sapı taşımışlar zindana; genç de oturmuş üç günde üç güzel hasır örmüş, sonra adamlara gösterip bu hasırları Pers kralının sarayına götürürlerse kralın hasır başına yüz altın vereceğini söylemiş. Kral hasırları gördüğünde bunların kayıp oğlunun elinden çıkmış olduklarını anlamış. Gelini olan çoban kızı da hasırlara yakından baktığında desenlerin arasında Pers dilinde yazılmış yazılar olduğunu görmüş ve yazıların kocasından bir haber taşıdığını anlayıp durumu krala iletmiş.“Ve kral hemen kötü adamların bulunduğu yere askerlerini göndermiş. Askerler katilleri ve hırsızları öldürüp zindandakileri kurtarmışlar. Böylece kralın oğlu sağ salim babasının sarayına dönüp karısına, yani çoban kızına kavuşmuş. Oğlan karısını görür görmez önünde diz çökmüş. ‘Sevgilim,’ demiş, ‘sağ kalmamı sana borçluyum.’ Kral da gelini olan çoban kızından hoşnut kalmış. Hikayenin sonu mutlu bitti diye sevinmenin yanı sıra günümüzde hangi mesleği yapacağına karar veremeyen gençler, yeteneklerini fark edip sevdikleri işi yapmalarını dilerim.Hayatını devam ettirmek için sahip oldukları ya da öğrenecekleri işler için sadece istek ve çaba gerekli. Sevgiyle yapılan her iş insanı mutlu eder. Mutlu olun, mutlu kalın…
- Kırıkkale'ye Giderken
* Ankara kalesi, telsiz direkleri ve bir tünel. Yarım dakika karanlık. Ankara geride kaldı. Bu yol, bütün bozkırı geçer, Karadeniz'e dek ulaşır. İsmet Paşa yıllardır fikir döktü, ray döşedi. şimdi ben, bu ray üstünden fikir taşıyan kültür savaşının zırhlı trenine yetişmek için kilometrelerin sekişini sayıyorum. Tren yolunda. Gezici eğitim sergisi Kırıkkale istasyonunda. Tren yolunda dediğim zaman dudaklarımızda yabansı bir kıvrıntı seziyor gibiyim. Sezmeye de gerek yok gerçekten:"Tren yolunda da laf mı a canım." diyebilirsiniz. Eğer siz, bir zamanlar Yahşıhan'a dek böyle gidip gelen eski tren bozuntusunu anımsarsınız hiç de böyle düşünmezsiniz. Hele benim gibi Yahşıhan yolunda tuhaflıklara tanık olmuşsanız. Size, istasyonların kimi bodurumsu, kimi kavaklar gibi birbirlerinin sırtından sırıtan uzun dallı ağaçlarından, çeşmelerinden, bayrak direklerinden, makaslarından, telgraf direklerine tünemiş güvercinlerinden, yol kenarında doygun doygun treni seyreden öküzlerden, özgür ve neşeli sıpalardan söz edeceğimize bizim orta Anadolu'ya kültür ve yeninin aşkını taşıyan trene rast gelinceye dek bugünkü güzel trenin yerindeki o eski tren ve ray bozuntusundan söz edeyim, her halde canınız sıkılmaz. Yıl 1921, İnönü ile Sakarya savaşının araları. Ankara'dan Kayseri'ye doğru bir akın var. Kağnı, kağnı, kağnı Yollardan, dağlardan, taşlardan gıcırtıdan geçilmiyor. Mumyalanmış bir eşeğe benzeyen cılız, sanki tenekeden yapılma bir lokomotif, ince, uzun hörgücünü kaldırmış, bitkin develeri anımsatan vagonlar da bunların arasında Kayseri yolunu tutuyor. Her nedense o zaman burada işleyen dekovilde, sudan geçmeyen hayvanın inadına benzer bir inat vardı. Zaman zaman tutarağı tutardı. Bakarsınız, tıpış t ıpış giderken birdenbire zınk yerinde sayar. Bir ses duyulur: "Lokomotifin suyu tükendi. Allah'ını seven su getirsin!." Kovalarla, ibriklerle, testilerle bir sürü halk su aramaya çıkar, su bulunmayan bir yerde ise herkes mataralarındaki, testilerindeki, teneke ya da toprak ibriklerindeki suları lokomotife boşaltırlar. Mübarek, yürümeye başlar. Ama yürüyüş de ne yürüyüş!. Trenin üstünde pinekleyen ihtiyarlar, kimi zaman şöyle konuşurlardı: "Tren giderken indim, aptes bozdum, elimi yudum, trene bindim." "Abdest tazeledim, yine geldim, yetiştim." Yokuş bir yere gelindi mi bir ses yükselirdi: "Allah'ını seven vagonları ardından itsin!" Yüzlerce adam trenden iner, trenin durduğunu gören köylüler de gelir. Helesa yelesa ile treni yürütürlerdi. Trenin kömürü tükenip yöreden çalı çırpı topladığımızı da ben bilirim. Bunları söylerken sadece bir anıyı anlatıyorum. Dün süngüsünü tüfeğine çaputla bağlayıp düşmana saldıran bir ulusun o günü böyle geçerdi. Şimdi İsmet Paşa'nın döşediği raylar üstünde fikir gibi hızlı, düzenli ve rahat trenle Kırıkkale'ye yaklaşıyoruz. Makinenin, tekniğin dokunduğu yer, çölün ortasında bile olsa yepyeni bir uygarlığı f ışkırtıveriyor. Kırıkkale işte böyle bozkırın ortasında baca, fabrika, asfalt, geometri, boyalı ev, sağlam tavan, iş gömleği giyen alın terli insan demektir. Kırıkkale bana, kopmuş bir film parçasının sarı bakkal kâğıdına yapıştırılması etkisini yaptı. Kırıkkale, başlı başına minnacık bir fabrika yuvasıdır. Sağı solu, önü arkası bozkırdır. İstasyon kalabalık. Siyahlar giyinmiş öğretmenler, iş gömlekli işçiler, ustalar, mühendisler, bereli kadınlar, irili ufaklı çocuklar vagonların çevresinde toplanıyorlar. [Sadri Etem (Ertem). "Kırıkkale'ye Gideren",Türk Dili Dergisi, Gezi Özel Sayısı, 1 Mart 1973.]
- KIRA KIRA TÜKETEMEDİNİZ
Sen kimi, hangi yetkiyle nereden nereye kovuyorsun be aymaz: "Alevi defol" diyorsun! Sen kimsin, bu görevi sana kim verdi, kimin adına "Alevi defol" diyorsun? Kerbelâ’dan beri senin “hazreti” dediğin Yezit’in “yezitliği” yazık ki devam ediyor: Yakıyor, kırıyor, öldürüyor, katlediyorlar… Kıra kıra tüketemediniz! Bu ülkeyi bu topraklarda yaşayanlar, dil, din, ırk… ayrımı yapmadan el birliği ile işgal kuvvetlerini def edip bağımsız bir devlet kurdular. Hiçbir şekilde ırk ayrımı yapmadılar. Hani Bertolt Brecht’in sözlerini yazdığı devrimcilerin söylediği bir şarkı vardır: “ Zenci, beyaz, sarı, esmer / Birleşen özgür olur / Kendileri konuşsalar halklar hemen dost olur!” Şairin dediği gibi bıraksan insanlar dost olacaktır zaten! Sen hangi hakla senin gibi düşünmeyenlere senin gibi inanmayanlara “defol” diyorsun? Onlar yetmiş iki milleti bir tutan bir sevdayı kendilerine rehber etmişler. Onlar “benim dinim bana, senin dinin sana” diyen Kuran ayetini öteden beri idrak etmişler, herkese barış elini uzatmışlar. Peki sen? Onlar, Simavnalı Bedrettin gibi, “yârin yanağından gayrı her yerde, her şeyde hep beraber” demişler. Onlar Yunus gibi: “Cennet cennet dedikleri / birkaç köşkle birkaç huri / isteyene ver onları / bana seni gerek seni!” Diyen yüce bir gönle sahipler. Onlar, Malatya’da Seyit Battalgazi'den, Söğüt’te Şeyh Edebali'den Kırşehir Hacıbektaş’ta: “Eline, beline, diline sahip ol," diyen Bektaş Veli’den feyiz almışlar. İşte bu hak erenleri Anadolu barışının temel taşlarıdır. Sen, kırmaya, yok etmeye, katletmeye programlanmışsın; onlar yaşatmaya, sevmeye. Çorum’da, Malatya’da insanları acımadan katledenler; Sivas’ta cayır cayır yakıp alkış tutanlar… Kıra kıra tüketemediniz! Dilerim döktüğünüz kanda boğulur, anasız babasız kalan yavruların ahı ile sürüm sürüm sürünürsünüz. Bu yüzyılda böyle çağ dışılıkları, algısında, insanlığında bir sorun olmayanların anlaması mümkün değil. Senin “defol” dediklerin Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda Mustafa Kemal ile birlikte işgal kuvvetlerini Anadolu topraklarından söküp atmak için can verdi. Bu topraklar ne senin, ne onun, ne bir başkasının; Bu topraklar, bu topraklar için kan döken, ter döken, herkesin! Bu toprakların altı da üstü de vazgeçilmez denilen şahsiyetlerle dolu. Sen kim oluyorsun da, toplumun bir bölümünü yok sayıp ötekileştirmeye çalışıyorsun? Anadolu coğrafyası derya denizdir. Bütün insanlığı kucaklayacak kadar büyüktür. Anadolu insanının gönlü zengin, sofrası bereketlidir. Bir dilim ekmek isteyene bir somun ekmek verir. Sen kim oluyorsun da insanları ayrıştırmaya çalışıyorsun be aymaz? Bu toprakların kutlu ozanları birer hak aşığıdır. Bir taraftan gönülden gönle giden yolları açarken öte yandan da iletişim aracı olan dilimizin yaşaması için emek veriyor. Dünden bugüne: Türkçe yaşıyorsa en büyük pay onlarındır. Çünkü onlar dilimizin gönüllü hizmetkarıdır. Bu toprakların, Yunuslarına, Pir Sultanlarına, Veysellerine, Mahsunilerine selam olsun! Onlarsız, Anadolu yangından sonraki ormana döner ki geride kalanlar için yaşanmaz olur.
- ALİ BEY'LE ESTER HANIM (2) (ATEŞLE BARUT - SUYLA TOPRAK)
İstanbul’un havası bir günde dört mevsimi yaşatır adama derler. Sabah yağmurlu serin bir hava vardı. İnsanı hafiften titreten boğazdan gelen esintiyle ile uyku mahmurluğundan uyandıran bir hava! İstanbullu alışıktı böyle havalara, şemsiye, pardösü ile çıkıyordu evinden. Öğleden sonra ortaya çıkan güneş, insanın içini ısıtıyordu. Öyle bir ısıtıyordu ki damarlarından, yüreğinden, kemiklerinden bütün vücuduna yayılıyordu. Kasım ayında bu kadar da sıcak olur mu dedirten tatlı bir sıcaklık, insanın ruhunu esir ediyordu. Aynen yar gibi, sevgilinin sarışı gibi. Serin bir havadan sonra insanın içini ısıtan güneş, bambaşka şeyler düşündürüyordu: “Sarılmak, okşanmak, kucaklanmak gibi, suya hasret toprak gibi! Öyle bir sarılmak, öyle bir kucaklanmak, her şeyi ile bütün vücudu, vücudunun hiçbir noktasının açıkta kalmadan çepeçevre çevrelenmek gibi!” O gece evine dönme imkânı olmayan Ali Bey, Ester Hanım’ın evinde geçirdi geceyi: “Ateş ile barut” gibi, “su ile toprak gibi!” Şimdi aynı evin iki insanı gibi, aynı bahçenin bir çiçeği ile arısı gibi. İki seven insan, iki aşık bir imkansız aşk! O geceyi birlikte sabaha çevirdiler, “ateş ile barut, su ile toprak gibi.” Kahvaltı yapmadan çıktılar evden, hızlı adımlarla Acıbadem’den Kadıköy’e aşağı yürüdüler, kâh yan yana kâh el ele! Bu esnada hiç konuşmadılar. Onlar konuşmasa bile eller mutlulukla birleşiyordu; onlar konuşmasa bile gözler mutlulukla gülüyordu. Onlar konuşmasa bile yürekler aynı yere doğru atıyordu. İstanbul sokakları, caddeleri, her zaman olduğu gibi güne tarifsiz bir kalabalık ile başlamıştı. Yollar, caddeler arabadan geçilmiyordu. İnsanlar telaşlı, koşar adım yürüyordu: Kimi işine yetişecek, kimi otobüse kimi de vapura yetişecek! Kadıköy İskelesine vardıklarında saat 07.30 gösteriyordu. Çay, simit için zaman vardı. Ali Bey simitçiden üç simit aldı. “Ester daha zaman var, şurada çay simit yapabiliriz, haydi buyur!” “Tamam, aslında sana harika bir kahvaltı hazırlamak istiyordum; fakat zamanında uyanamadım kusura bakma!” “Olsun önemi yok, üzülme!” “Söz, yarın hazırlayacağım!” “Yarın hazırlayacağım mı dedin?” “Evet, yarın hazırlayacağım dedim!” “Yani bu akşam da beni davet ediyorsun!” “Gelmez misin?” “Bilmem ki, laf olur, küf olur!” “Boş ver lafı küfü, gelir misin, gelmez misin?” “Düşünürüz, haydi simidimizi yiyelim düşünürüz!” … Musevi Lisesi’nin giriş zili çalmış, öğrenciler bahçede sıraya geçmişlerdi. Tarihi bina yeni günü çocuk sesleri ile karşılamıştı yine. Güvenlik görevlilerinden biri öğrencileri karşılıyor, diğeri de gözü kamerada sokağı tarıyordu. Gece görevlisi Ali Çavuş, okulun girişinin solunda kendine verilen küçük bir odada kalıyordu. Sadece kalıyordu, yaptığı bir şey yoktu. Okul yönetimi hayır olsun diye bir düşküne yardım olsun diye almıştı onu işe. Müdür muavini Hulusi öğrencileri gülen yüzü ile karşılıyor, tatlı dili ile sınıflarına uğurluyordu. Müdür muavini Hulusi’den her evde, her okulda olması ne harika olur. Öğrencilerle iyi ilişkilerinden tutundan da tamir tadilat, bakım… Her işin üstesinden geliyordu. “Günaydın Hulusi Bey!” “Günaydın Ali Bey, hoş geldin!” “Günaydın Ester, sen de hoş geldin!” “Günaydın Hulusi Bey!” … Üç gün daha Ali Bey’le Ester Hanım birlikte çıktılar okuldan, birlikte Bankalar Caddesinden Karaköy’e yürüdüler. Karaköy Muhallebicisinde muhallebi yediler, muhallebiciden çıkıp Tophane Camiine doğru yürüdüler. Orada bir bankın üstüne oturup denizi seyrettiler, balıklara simit parçaları attılar. Günün Süleymaniye’nin minareli ufkundan batışından sonra da Karaköy İskelesinden vapura binip Kadıköy’e geçtiler. Üç gün nasıl geçti bilemediler güzelliklerin ömrü kısa olur misali gelip geçti üç gün. Üç gün bir su içimi gibi geldi onlara, üç gün özgürlüğü doyumsuz yaşadılar. Özgürlük ve barışın özlemiyle insanlar neler vermezdi ki? İnsan için en kutsal nimetlere eş değerdir özgürlük ve barış: Ekmek su gibi azizdir! Okulda Ester ile Ali Bey’i gören fısır fısır bir şeyler konuşmaya başlıyordu. Onların buna aldırdıkları yoktu artık. “Biz birbirimizi seviyoruz,” demekti bu. Ester’in annesi babası Kars’tan dönmüş. On gündür görmedikleri kızları Ester’i şefkatle bağırlarına basıp hasret gidermişlerdi. Ester’in babası, o gün eve gelen bir telefonla Ali Bey’in evlerinde kaldığını öğrenince ne diyeceğini bilemedi. Ester’e çok güveniyorlardı, onun yanlış yapmayacağına inanıyorlardı. Babası: “Bak kızım ben bütün olmazlara olur desem, peki Ali Bey’in ailesi ne diyecek, bunu hiç düşündün mü, peki kardeşleri ne diyecek, yarın sizi rahat bırakacaklarına inanıyor musun, söyle Ester’im bu soruların cevaplarını biliyor musun?” “…” “İyi düşün Ester, evlenmek evcilik oyunu değildir, sen bütün sorulara kendini ikna edici bir cevap verebiliyorsan mesele yok kızım! Unutma sen Musevi, o Müslüman, hiç düşündün mü? Din ayrımı renk ayrımına benzemez Ester’im, din için ne çok kan döküldü tarihte bir bilsen. Din için insanlar gözünü kırpmadan ötekileri boğazladılar. Şimdi tekrar soruyorum, sen çok iyi düşündün mü?” “…” “Sana soruyorum kızım beni duymadın galiba!” “…” “Anladım, din önemli değil diyorsun, ben seviyorum diyorsun, sen bilirsin!” “Yeter baba, çok üstüme gelmeyin, yeter boğuluyorum, ben mi seçtim dinimi, sen mi seçtin dinini, söyle baba, başkalarının seçiminden ötürü insanları hesap vermeye zorlamak yanlış değil mi? Yeter ben kararımı verdim, isterseniz beni evlatlıktan reddedin!” “O nasıl söz kızım, sen bizim evladımızsın, bir daha duymayım!” Ester’in babasının da kafası karışmıştı. Biricik kızı birini sevmişti işte. Vakti zamanında o da bir Müslüman kıza âşık olmuştu ya, lakin o, bir türlü, “seni seviyorum,” diyememiş, acısını yıllarca yüreğinde taşımıştı. Şimdi bile adını duyduğunda hala içi bir hoş olmaktadır. Ester’in babası kendini ikna etmiş, kafasındaki bütün sorulara makul cevaplar bularak “benim dinim bana; onun dini ona” deyip yastığa başını koyup… İnsanlar sevdiğine varabilse, sevdiğinin elini tutup özgürce sokaklarında dolaşabilse… Ne yazık ki sokakların “ahlak zabıtaları” zaaflarını özgür ruhlu insanları tacizle kapatmaya çalışıyor işte. Ester’in annesi erkenden kalktı, kızının çok sevdiği tost ile sütünü hazırlayıp: “Günaydın Ester’im, haydi uyan, kahvaltını hazırladım!” Ester kuş gibi hafiflemiş olarak kalktı yataktan. Elini yüzünü yıkayıp pudrasını, rujunu, rimelini, ojesini özenle seri bir şekilde sürdükten sonra: “Teşekkür ederim annem, çok şanslıyım çok! Babamı da seni de çok seviyorum, Allah ikinizden de razı olsun!” Acıbadem’den Kadıköy’e aşağı hızlı hızlı yürümeye başladı. Altıyol’a gelince yönünü “boğa heykeline” çevirdi. Deseler kimsenin inanmayacağı bir şey yaptı. Gitti boğanın üstüne ata biner gibi oturdu. Sonra koşar adım iskeleye doğru aldı yatırdı. İçi içine sığmıyordu, hiç umudu yok iken istediği cevabı kolaylıkla almıştı. “Tamam, sen bilirsin,” demişlerdi, bir de her zaman senin yanındayız demişlerdi ya en çok ona sevinmişti. İskelede Ali Bey ile birlikte çay içtikleri yere varıp: “Bir çay” dedi garsona. Çayın her yudumunu Ali Bey’i içer gibi içti. Her yudum hem onun hem de Ali’nin damarlarında dolaşıyormuş gibi geldi. İksirdi adeta, ikinciyi istemedi o çayın tadı ile vapura bindi. Musevi Lisesi öğrencilerini müdür muavini Hulus Bey bahçede sıraya dizmiş, gülen yüzü ile güne hazırlayıp sınıflarına uğurluyordu yine. “Günaydın Hulusi Bey!” “Günaydın Ester, hoş geldin!” “Teşekkür ederim kolaylıklar dilerim!” “Çok mutlusun Ester, hayırdır bu güzellik nereden geliyor, sesine yansımış mutluluğun, ne güzel!” … Ali Bey üç gündür okula gelmediği gibi evinin telefonu da cevap vermiyordu. Arkadaşlarına ulaşılmış, onlardan da bir bilgi elde edememişlerdi. “Ali Bey’den hiç haber yok mu Müdür Bey, nerede olabilir acaba?” “Sen ne biliyorsan ben de onu biliyorum kızım, hiçbir haber yok!” “Hiç böyle yapmazdı, ne olmuş olabilir acaba?” “Hiçbir fikrim yok, bir yorumda da bulunmak istemiyorum!” … Ali Bey amca kızı ile Fatma ile beşik kertmesi nişanlıdır. Töre böyle uygun görmüştür. Fatma doğar doğmaz Ali ile nişanlamışlar. Töre devletin kanundan üstündür, kanuna devlet bakar, töreye aşiret bakar. Devlet uzaklardadır; aşiret hemen yanı başındadır, soluduğun nefestedir. Devlet ulaşıncaya kadar töre hükmünü verip uygular. Töreye uymak yaşamak demektir, töreye isyan cehennemin öteki adıdır. Aile büyükleri bir evde toplanıp, Ali Bey’e Fatma ile nişanlı olduğu, davranışlarının töreye aykırı olduğunu söyleyip vazgeçmesini isterler. İstedikleri cevabı alamayan ailenin büyükleri Ali’nin cezasını kesip hükmü söylerler: “Ali, öğretmenliği bırakacaksın, sen de bizler gibi fabrikalarda iş bulup çalışacaksın, aksi halde bunun cezası çok ağır olur. Bir daha o okula gitmeyeceksin, bir daha o Yahudi kızın yüzünü görmeyeceksin, bu sana son ihtardır unutma!” Emir katidir, o anda hayır dese başına ne geleceğini az çok kestiren Ali, “tamam,” der. “Yalnız benim okula gidip istifa dilekçesini vermem gerek, aksi halde yüklü miktarda tazminat öderiz!”. “Tamamdır, yarın okula git işini hallet, arkadaşlarınla vedalaş, kaç yıldır çalışıyorsun, yedin içtin. İnsan yemeğini yediği yeri unutmamalı, haydi bir yanlış yapayım deme, aldığın nefesten bile haberdarız bilmiş ol!” Ali Bey, beşinci günün sonunda Musevi Lisesi’ne gitti. Güvenlik görevlileri ile hoşbeşten sonra onlar meraklı sorularla ne olduğunu öğrenmeye çalıştılar. “Sonra sonra şimdi Müdür Bey’e uğramam lazım.” Ali Bey, okul müdürü Mustafa Bey’e başından geçenleri, Ester ile olan arkadaşlığını en ince ayrıntısına kadar anlattı. “Müdür Bey, babamla yaşıt sayılırsınız, babamdan görmediğim babalığı sizden gördüm. Ne olur bana akıl verin, bana yardımcı olun, ben Ester’i çok seviyorum, ondan vazgeçemem, ben onsuz bir hayatı düşünemiyorum. Ailem, vazgeçmezsem beni yaşatmaz biliyorum, ne olur bana yardımcı olun, çok zor durumdayım. Ailem istifa et, fabrikada çalış diyor, ben istifa etmek istemiyorum, ben öğretmenliği çok seviyorum, ne olur bana yardımcı olun, yalvarıyorum, bana yardımcı olun!” “Tamam tamam, sakin ol, şimdi sen üst katta küçük bir oda var biliyorsun, git orada dinlen kapıyı kimseye açma, kimse ile konuşma! Şimdi ben düşüneyim bir çözüm yolu bulmaya çalışayım!” “Tamam tamam, Allah razı olsun!” Ali Bey’in okula geldiğini güvenlikten öğrenen Ester, Müdür Bey’in odasına koştu. Müdür’le konuşması biten Ali Bey, kapıda Ester’le karşılaşınca: “Aliii!” “Esterrr!” Sarıldılar, özlemle, kavuşmanın mutluluğunu yaşadılar o anda. Onları gören olmamıştı, hızlı adımlarla üst kata çıkıp küçük odaya girip kapıyı kilitlediler. Ester ile Ali Bey, küçük odada bundan sonra ne olacağına dair kafa yordular. Ali’nin kafasında İstanbul’u bırakıp gitmek vardı; ama nasıl, nereye gidebilirlerdi, bunu Ester’e söylese kabul eder miydi, ya hayır derse, sonra ne olurdu, bir daha hiçbir şekilde Ester’i göremezdi. Ester onunla başka yerlere gidemezdi ki… Ester İstanbul dışında hiçbir yer görmemişti ki bugüne kadar…Yok olup giderdi alimallah, ondan böyle bir şey istemek, haksızlık olur diye düşündü. Saniyede bir sürü şey geliyordu aklına. Ali Bey, beş gündür nerede olduğunu başından neler geçti hepsini noktasına virgülüne kadar anlattı. “İşte böyle Ester başıma böyle şeyler geldi, bundan sonra ne olur bilemem!” “Peki, şimdi ne düşünüyorsun?” “İnan hiçbir şey bilmiyorum. Bildiğim tek şey var senden vazgeçemem, sensiz yaşayamam!” Okul Müdürü Mustafa Bey bir çözüm yolu bulmuştur, İzmir’e gidip kimsenin haberi olmadan orada yaşayabilirler, orada barınabilirler! İzmir’de bir okulda yönetici olan arkadaşını arayıp Ali Bey’in durumun anlattı. Ondan Ali Bey’e yardımcı olmasını istedi. O da matematik öğretmenine ihtiyacı olduğunu Ali Bey’e yardımcı olacağını söyler. Okul Müdürü temizlik görevlisi Zeki’yi çağırarak, “Zeki üst katta küçük odada Ali Bey var, kimseye bir şey söylemeden yavaşça onu çağır, hadi çabuk ol!” “Tamam, Müdür Bey!” “Bak şimdi Ali, ben bir çözüm yolu buldum, kabul edersin, etmezsin senin bileceğin şey, kolay bir şey değil çünkü radikal bir karar vermen gerekecek!” “Nasıl bir çözüm Müdür Bey?” “İzmir’e gider misin?” “Ester giderse her yere giderim ben, cehenneme bile!” “İzmir’de okul müdürü arkadaşımı aradım, senin durumunu anlattım, o da gelsin yardımcı olurum dedi. Düşün taşın karar senin! Ben vakıfla konuşur, senin sözleşmeni karşılıklı fesih ederiz, senin zarar görmemeni sağlarım.” “Allah razı olsun Müdür Bey, gerçekten bana babalık yaptınız, hayatım boyunca unutmayacağım, hayatım boyunca sağlığınız için dua edeceğim! Ester’le bir konuşayım, o da tamam derse uygarlığın başşehri İzmir’e uçarak giderim ben! Ester hayır derse İzmir’e gitmemi gerektiren bir sebep kalmayacak çünkü!” Çocuklar gibi şendi, uçuyordu. İzmir’e gidecekler, çok sevdiği öğretmenliğe devam edecekti çünkü ondan öte uğruna her şeyi göze aldığı kadın yanında olacak, özgürlüğü doyasıya yaşayacaklardı. Ya kabul etmezse... Birden bütün heyecanı kayboldu. Ali Bey’le Ester Hanım küçük odaya gidip bir zaman konuştular: “Bak Ester, bildiğin sebeplerden dolayı seninle artık İstanbul’da birlikte olmamız imkansız! Benimle İzmir'e gitmeye peki dersen bir ay içinde İzmir’e gidip yeni bir hayat kurarız kendimize!” “Ne diyeceğimi bilemedim, İstanbul dışında yaşamayı hiç bugüne kadar düşünmemiştim. İstanbul dışında nefessiz kalır, yaşayamam derdim. Şimdi ne diyeceğimi bilemedim, şok oldum. Derlerdi ya hani, “büyük lokma yut, büyük laf etme!” Ne kadar da doğruymuş!” “Sen bilirsin Ester’im, cevabın hayır olsa bile, sana gücenmem! Bugüne kadar İstanbul dışına çıkmayan birine, İstanbul’dan vazgeç demek haksızlık olur. Ancak şöyle bir durum var: İstanbul'da kalırsak bundan sonra seninle görüşmemiz imkânsız, yarından itibaren fabrikalarda iş aramaya başlayacağım ben, öyle dedi ailenin büyükleri, öğretmenlik yapmamı yasakladılar!” ... “Seninle İzmir’e değil, cehenneme bile gitmeye hazırım. Ne yapmak gerekiyorsa elini çabuk tut, bana hadi dediğinde ben hemen yola çıkarım! Ben aha şimdiden diyorum ki: Elveda İstanbul, elveda İstanbullu sevdiklerim!” Bir ay içinde İzmir’de sahile yakın bir yerde İstanbul'u aratmayacak bir ev tutup mutlu mesut bir yuva kurdular Aynen “gökten üç elma düştü:” Biri Müdür Mustafa Bey’e, biri Ester’in ailesine; diğeri de Ester’le Ali’ye! 25 Kasım 2019 Bayraklı
- maviBULUŞMALAR
"FRİDA " "Olanaksızı İste, Kendini Yarat" 21 Ocak 2020 Halil İnalcık Kültür Merkezi YALOVA “Sanat insanın dünyayı ve kendini tanıyıp değiştirebilmesi için gereklidir.Ama salt özünde taşıdığı büyü yüzünden de gereklidir.” Ernst Fischer "Uçmak için kanatlarım varken ayaklarıma ne gerek?" Frida Kahlo * 21 Aralık 2019'da Katılımcı Yazarlar Duyurulacaktır. *Bu bir maviADA etkinliğidir.
- ÖĞRETMEN SİZİ ÇOK SEVİYOR
Öğretmen sizi kendi çocukları gibi seviyor. Nasıl sevmesin ki, ana babanızın kucağından alındınız, minik ellerinizden tutularak okula getirildiniz ve ona teslim edildiniz. Adına “sınıf” denilen odalardaki sıralara boy sırasına göre ikişer üçer yerleştirildiniz. O her sabah, yeni, güzel bir güne başlamanın heyecanıyla evinden çıkıyor. Hava soğuk, yağmurlu, sisli olsa da onun içini ısıtan bir sınıf dolusu güneşleri var. Sizin gülünce güller açan yüzünüz onun yaşama ve başarma azmini kamçılıyor. Eğitim ortamı, ülkedeki sorunlar ne kadar ağır olursa olsun, yaşadığı sorunları, çektiği sıkıntıları size yansıtmıyor. Görevinin ne kadar önemli, hatta kutsal olduğunu biliyor. Sizi geleceğe hazırlamanın verdiği heyecan bir an olsun sönmüyor. O, sizde geleceğin toplumunu görüyor. Kimsenin hakkını yedirmeyen, kendisi de kimsenin hakkını yemeyen, yalan söylemeyen, emeği en yüce değer bilen, eşitlikçi bir toplumun yalnız bireyleri değil, öncüsü olmanızı da istiyor. Okul bahçelerinde el ele tutuşarak oynadığınız oyunlar gibi, bütün ülkede ve yedi iklim dört bucaktaki bütün çocuklarla kardeşçe halaya durmanızı hayal ediyor. Ömür boyu öğrenmeye tutkun, bildiklerini başkalarına da öğreten mücadeleci birer aydın olmalarınızı bekliyor. Size sınıfta söz hakkı veriyor. Sizin düşündüğünü açıkça söyleyen dürüst ve korkusuz birer insan olmanız için şimdiden uygulamalara girişiyor. Sizi yazmaya ve ürünlerinizi sınıf duvar gazetesinde paylaşmaya özendiriyor. Kuşlar gibi şakıyan dilleriniz, yıllar ilerledikçe anadilinizi de kusursuz ve özenle konuşup yazmasını, başka dilleri konuşup yazan insanları da kardeş bilmenizi öğütlüyor. Yazılı yoklamalarınızı gün geçirmeden titizlikle okuyup hataları işaretlenmiş kâğıtlarını sınıfta dağıtıyor. İtirazlarınızı almaktan memnun oluyor. Bilmeden yaptığı haksızlık varsa bunları düzeltmekten yüksünmüyor. Hatta sizler tarafından kendisinin eleştirilmesini istiyor. Sizin de sınıfın karşısına çıkıp özeleştiri yapmanızı özendiriyor. Bir insanın ancak başkalarının eleştirilerini dikkate alarak olgunlaşacağını söylüyor. Öğretmen sizi çok seviyor. Çünkü sizin geleceğinizde kendisini görmek istiyor. Bunun gerçekleşmesi için çok emek gerektiğini biliyor. Her birinizi yakından tanımak istiyor. Sizi ev ortamlarında görmek için tatil günlerinde ziyaretlerde bulunuyor. Ne yiyip içiyorsunuz, nasıl barınıyorsunuz? Nasıl bir ortamda büyüyorsunuz? Nelere yetenekleriniz var öğrenmeye çabalıyor. Öğretmen sizi çok seviyor. Hayatta bilimi kılavuz edinmenizi bunun için istiyor. Emek verilmeden kazanılmış olan servetin haram olduğunu, makamların geçici olduğunu, asıl olanın insanların gönlünde yer etmek olduğunu telkin ediyor. Siz bu çabaların sizin için olduğunu seziyor ve anlıyorsunuz. Bu nedenle onun dersini iple çekiyor, ders hiç bitmesin istiyorsunuz. Akşam eve ulaştığınızda anne babanıza anlatacağınız güzel hikâyeler biriktiriyorsunuz. O sizden koparıldığı zaman bu haksızlığa isyan ediyorsunuz. Veda saatinde sınıfça yaptığınız protesto okulun koridorlarına taşıyor. Onun tek üzüntüsü de sizlerden ayrılmış olması. Öğretmen Günü ve yılbaşlarında öğretmeninize pahalı armağanlar almayın. Ona vereceğiniz en güzel armağan, geleceğin Türkiye’sini kurmaya aday birer aydın olarak yetişme çabanızdır. Gelecekte saçlarına ak düştüğü zaman sizinle karşılaştığında sizden kendisinde bir parça gördüğünde başı göklere değecektir. (22 Kasım 2019)
- KARANLIĞI AYDINLAT
Kelimelerin kifayetsiz kaldığı durumlar vardır. Tek yapabileceğiniz bir şeyler ima etmektir. Kelimeler de zaten bir şeyleri çağrıştırmaktan fazlasını yapamaz. Dansın tekrar başladığı andır işte o an. Wim Wenders-Pina (Pina Bausch’a atfen) 16 Günlük Toplumsal Cinsiyete Dayalı Şiddetle Mücadele Kampanyası kapsamında Birleşmiş Milletler Kadının Güçlenmesi ve Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Birimi, sanatın güçlendirici ve yüceltici gücünü kutlamak için şiddete maruz kalanların da katılımıyla gerçekleşecek olan müzik ve dans dolu bir geceye sizleri davet etmekten mutluluk duyar. Sizleri adaletin kurumlar aracılığıyla sağlanması gerektiğini; fakat şifa ve gücün müzik ve dansta da bulunabileceğini deneyimleyeceğimiz bu akşamda bize katılmaya davet ediyoruz. DJ Lilith ve sanatçı Cansu Ünal tarafından sunulacak olan bu 3 saatlik müzik ve dans performansı ile farkındalık yaratırken şiddete maruz kalanlar ile dayanışmamızda bize destek olmak istemez misiniz? NE ZAMAN: 29 Kasım 2019 Cuma 19:00 – 22:00 NEREDE: Seğmenler Parkı, Havuzun Yanı KİM: 19:00 - 22:00 arası DJ Lilith ile deep house müzik seti 19:30’da Cansu Ünal’dan “Arayış ve Güçlenme” adlı dans performansı Etkinlik Facebook bağlantısı: https://facebook.com/events/829655824171421/?ti=icl Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletler Kadın Biriminin Bölgesel ‘Normların Uygulanması, Zihniyetlerin Değiştirilmesi’ programı, Batı Balkanlar ve Türkiye’de dezavantajlı gruplara yönelik olanlar başta olmak üzere toplumsal cinsiyet temelli ayrımcılık ve kadınlara yönelik şiddetin sonlandırılmasını amaçlamaktadır. Program bu kapsamda yasal çerçevelerin etkili bir şekilde uygulanması; ayrımcı kalıp yargı, anlayış ve inançların dönüştürülmesi ve şiddete maruz bırakılan kadınların ve kız çocuklarının ulaşılabilir ve kaliteli hizmetleri kullanmaları ve bu hizmetler için savunuculuk yapabilmeleri için güçlenmesi amacıyla kadın örgütleri başta olmak üzere sivil toplumu desteklemektedir. *** *önemli: DUYURU ve tanıtımlar maviADA'nın karşılıksız yaptığı bir kamu hizmetidir. Ne nitelğinden bilgisi ne de eylemle bir ilgisi ya da onayı alkışı yoktur, varsa bir sorumluluğu düzenleyenlerin ve bize gönderenlerindir.
- Göz Pınarlarımdan Süzülen Yaşlar
* ZEKİ SARIHAN / Höt!” denilince bir günlük uzağa kaçmak gerekmez. Günümüzde de her türlü görüş açıklamaktan çekinen, iktidarın bu nedenle kendilerine zarar vereceğinden korkan milyonlarca insan var. İlk sayısı Ocak 1980’de yayımlanan Öğretmen Dünyası dergisi dört yaşından ay alıyordu. Tarih 2 Temmuz 1983 Cumartesi günü idi. Derginin Yazı Kurulu üyeleri her cumartesi sabahı Ankara’daki Tuna Caddesindeki Tuna Han’ın dördüncü katındaki altı metrekarelik büroda toplanmış, o günkü gündemimizi görüşüyorduk. Gündemlerimizde bir haftalık gelişmeleri duyurup yorumlamak, derginin o ay çıkan sayısını eleştirmek, dergiye gönderilen yazılar içinden yayımlanacak olanları seçmek, gelecek sayılar için yazı konularını belirlemek gibi konular olurdu. Yazı kurulunda boş üyelik varsa buna adaylar gösterip içlerinden birini seçmek gibi ayrılmak isteyenler hakkında karar vermek de gündem konusu yapılırdı. 12 Eylül karabasanının üzerinden yaklaşık üç yıl geçmiş olmakla birlikte aydınlar üzerindeki devlet terörü devam ediyordu. İki buçuk ay önce derginin iki mensubu olan kardeşim Ayhan’la 1402 Sayılı yasaya dayanılarak çok sevdiğimiz ve zevkle yaptığımız öğretmenliğimize son verilmişti. Bu karar yalnız bizi cezalandırmakla kalmıyor, benzer özellikleri taşıyan öğretmen ve memurlara gözdağı verme amacını da taşıyordu. O tarihte Yazı Kurulu sekiz kişiydik. Kurul içinden Ayhan Sarıhan derginin sahipliğini, Satı Erişen de sorumlu müdürlüğünü üstlenmişti. AİLE FACİASINA SEBEP OLMAMAK İÇİN Toplantıda, yazı kurulu üyesi olan bir arkadaşımız bu görevden istifa etmek zorunda olduğunu söyledi. Nedenini eşinin baskısı olarak açıkladı. Oğlu yakında askerden gelecekmiş, resmi kurumlarda iş arayacakmış, Babası Öğretmen Dünyası Yazı Kurulunda diye iş vermeyebilirlermiş. Arkadaşımız, eşini ikna edememiş. İleride oğlunu işe alamazlarsa eşinin suçlamalarından kurtulmak için istifa etmek zorunda kalıyormuş! Bu gerekçenin yanlış olduğunu anlattık. Ama arkadaşımızın huzur içinde olabilmesi için istifasını oy birliği ile kabul ettik… O, nesli tükenmekte olan öğretmenlerden biriydi. Ciddi, işine son derece bağlı, çok dürüst ve temiz bir arkadaşımızdı. “Dergimizden bir cenaze çıkmış kadar üzgünüm” dedim. Gözpınarlarımdan süzülen yaşları arkadaşlardan gizlemeye çalıştım. Bütün canlılar gibi insanlar da kendilerini tehlikelerden korumak için refleks gösterirler. Özellikle yuvayı ayakta tutmak isteyen anneler, bu konuda daha duyarlıdırlar. Burada ayırıp seçilmesi gereken şey, neyin tehlikeli neyin tehlikesiz olduğunu anlamaktır. Böyle karışık dönemlerde pek çok kadın eşlerinin ve çocuklarının eteklerinden tutup geriye çekmiş, bu durum boşanmalara bile yol açmıştır. Gizli kalmış aile tarihleri bunun örnekleriyle doludur. Bir yıl sonra tehlike geçmiş olmalıydı ki arkadaşımız Yazı Kurulu üyeliğine yeniden aday oldu. Fakat ona karşı gönlü yaralı olan kurul, bu isteği reddetti! Gene de daha sonraki yıllarda bazı çalışmalarda birlikte olduk. KİMSEYİ RAZI EDEMEYİNCE… Derginin sahipliği ve yazıişleri müdürlüğü boşaldığı zamanlarda yeni bir sahip ve yazıişleri müdürdü bulmak için az uğraşmadık. Bunu yapabileceğine inandığımız aydınların listesini önümüze alıyor, listedeki adlara bu görevleri öneriyorduk. İçlerinde yazı hayatı olan, Köy Enstitü mezunu yazarlar ve eski örgütçüler de vardı. Özellikle yazıişlerine adam bulmak mümkün olamıyordu. Her biri bir mazeret ileri sürüyordu! Bu durum 1988’e kadar sürdü. O yıl, başka bir çözüm bulamadığımız için derginin hem sahipliğini, hem yazıişleri müdürlüğünü üstlendim! 1982’de yazıişleri müdürlüğüm iki ay sürebilmişti. Ankara Emniyet Müdürlüğü, eğer bu görevi bırakmazsam beni Ankara’dan sürdüreceğini söyleyince görevi devretmek zorunda kalmıştım. Basın Yasası, öğretmenlerin meslek dergilerinde sahip ve yazıişleri müdürü olabileceği hükmünü- taşıyordu ama Türkiye bir kanun devleti değil, polis devletiydi. 1988’de bu görevleri üstlenince, Millî Eğitim Bakanı Hasan Celal Güzel’e bir mektup yazarak durumu anlattım. Bunun anlamı “Başıma bir iş gelirse sizden bilirim” demekti. Ertesi hafta çalıştığım okula sivil bir memur gerek çalıştığım okulda ayaküstü bir soruşturma yapıp gitmiş. Daha sonraki aylarda Bakanla makamında görüştük. Dergimizin kuruluş yıldönümü kokteyline de geldi. Türkiye yavaş yavaş liberalizme açılıyordu. Avni Akyol’un bakanlığı döneminde bir sürgün yaşadım ama bu ondan habersiz yapılmıştı ve dokuz ay sürgün yerinde çalıştıktan sonra mahkeme kararıyla eski okuma döndüm. KORKUNUN SINIRINI ANLAMAK… Keyfi idarelerin, düşünceye tahammülsüzlüğün Türkiye’ye maliyeti büyük oldu. Eğitim hayatı da bundan fazlasıyla payını aldı. 40 yıllık Öğretmen Dünyası bunun sayısız örnekleriyle doludur. Fakat burada aydınlar için asıl sorun, korkunun sınırını belirleyememektir. “Höt!” denilince bir günlük uzağa kaçmak gerekmezdi. Günümüzde de her türlü görüş açıklamaktan çekinen, iktidarın bu nedenle kendilerine zarar vereceğinden korkan milyonlarca insan var. Günlük güneşlik havalarda kılavuzluk yapmak kolaydır. Asıl zor olan ortalığı sislerin kapladığı ortamlarda yola çıkmış kafilenin başında gidebilmektir… (19 Kasım 2019) zekisarihan.com Fotoğraf: Öğretmen Dünyası’nın kuruluşunun 10. Yıldönümünde Bakan Hasan Celal Güzel’le. (1989)
- mavi Buluşmalar
20-21 Ocak 2020 Bütün maviADA ilgilileri katılabilir. -program katılımcılara göre belirlenecek ve ayrıca bildirilecektir. -son katılım: 1 Aralık 2019 -katılım ve Ayrıntı için: maviADA
- ALİ BEY'LE ESTER HANIM ( 1 )
Adı Ester’di, uzundu boyu, mankenleri kıskandıran bir fiziğe sahipti. Üzüm gibi her daim gülen gözleri, pürüzsüz bir yüzü, estetik cerrahın, işte en muhteşem eserim bu diyebileceği bir burnu vardı… Ester güzelliği ile mahallede yaşayan Musevi, Müslüman Hristiyan bütün gençleri peşinden koşturuyordu; lakin o, hiçbirine yüz vermiyor, işine gidip geliyordu. Onunla iki kelime etmek için dünyaları verirlerdi. Güzelliği tatlı dili ile bütünleşince bambaşka bir güzellik çıkıyordu ortaya… Ester, iki yıllık meslek yüksek okulunun muhasebe bölümünden mezun olmuştu. Çok daha iyi üniversitelere girebilirdi; fakat dershane ücretlerinin yüksekliği nedeniyle dershaneye gidememişti. Dört kişilik bir aileydi Ester’in ailesi. O ikinci çocuğuydu ailenin. Abisinin adı Yasef’ti. Yasef zeki miydi, haylaz mıydı fark edilmemişti. Yasef ortaokulu bitirdikten sonra manifaturacı İzak Bey’in yanında çalışmaya başlayıp evin ekonomisine katkı yapmaya başlamıştı. Ester, güzel prenses demekti, tanrının kutsayıp özene bezene yarattığı müstesna insanlardan biriydi... Ester’in güzelliği yalnızca yüz güzelliği değildi, öte yandan bir de huy güzelliği vardı. Ester’le İş görüşmelerini yapan görevli: “Bakın Ester Hanım, siz üniversite mezunusunuz yarın daha iyi bir iş bulduğunuzda bizi ortada bırakırsınız. Bizimle çalışmanızı istiyoruz, fakat böyle bir çekincemiz var, bu konuda ne söylemek istersiniz?” “Haklısınız, anlıyorum; ancak şöyle bir şey var: Ben Museviyim, Musevi Lisesinde okuyamadım, bu içimde bir uhdedir. Siz beni kabul ederseniz, ücret pazarlığı bile yapmayacağım, benim hakkımı verirsiniz biliyorum. İstediğiniz yere imza atar, istediğiniz teminatı veririm, bilmiyorum başka ne söyleyebilirim?” Ester işe büyük bir aşkla başladı verilen görevleri ikiletmeden yerine getiriyordu hem de eksiksiz. O böyle çalışadursun Matematik Öğretmeni Ali Bey, Ester Hanım'a abayı yakmıştı çoktan. Matematik ve Ali Bey taban taban zıttır. Ali Bey her daim gülen bir insandır. Öte yandan matematik dersi yediden yetmişe herkesin korkulu rüyası. Ali Bey dünyaya geldiğinde adının verilmesi aile meselesi olmuş: Annesi, "Ergül adını çok seviyorum, dünyaya getirdiğim evladımın adını Ergül vermek istiyorum, onu ben doğurdum," demiş. Babası da "hayır" demiş "güçlü kuvvetli olsun, Muhammet Peygamber’in yolunun yoldaşı olsun, Allah'ın aslanı olsun, adını Ali koydum," demiş, adı Ali olmuş. Ali Bey, giyimine dikkat eden bir öğretmendir: Pantolonu her daim ütülüdür, gömlekleri Einstein’in aksine hep beyazdır. Tıraş olmadan güne başlamaz, günde birkaç tane sigara içer, içtiği her sigaradan sonra dişlerini muhakkak fırçalardı. Kendine ayırdığı zaman matematik problemi çözmekten daha fazladır. Bakımı, duruşu, insan ilişkilerindeki farklılığı Resim öğretmeni Esin Hanım’ın ilgisini çekmiştir. Esin Hanım da güzel, tatlı dilli bir öğretmendir, fakat gönül işte kim severse sultan o dur. Musevi Lisesi küçük bir okuldur. Sinek uçsa herkes her şeyi en ince ayrıntısına kadar bilir. Bu tarihi binanın içinde hiçbir şey gizli kalmaz. Bugüne kadar da hiçbir şey gizli kalmamış. Ali Bey, Ester Hanım'a yangın olacak da kimse bunu bilmeyecek mümkün mü? O yıl, okul yönetimi, öğrencilerin Atatürk'e, cumhuriyete bağlılıklarını artırmak için Anıtkabir ziyareti düzenler. Öğrenciler büyük bir aşkla geziye katılır. Anıtkabir ziyaretine Ali Bey’le birlikte Ester Hanım’ın katılması Anıtkabir ziyaretini daha bir anlamlı kılmıştır. Ali Bey’le Ester Hanım beş yüz kilometrelik yolu yan yana omuz omuza yapmışlardır. Yolculuk sırasında Ester’in kâh omzu, kâh başı Ali Bey’in omzuna düşmüş, saatlerce de öyle kalmıştır. Öğrenci olur da bu durumu fotoğraflamaz mı? Onlar yarı uyur, yarı uyanık iken kare kare fotoğraflarını çekmiştir. Dinleri ayrı, dünyaları ayrı, kültürleri apayrı Ali Bey’le Ester Hanım’ın bir araya gelmesi, Ağrı ile Everest’in bir araya gelmesi gibidir. Onlar istese, çevreleri müsaade etmez. Ali Bey, öz amcasının kızı ile beşik kertmesi nişanlıdır. Töre, gelenek her şeydir… Töreye uymak demek, yaşamaktır, töreye karşı durmak cehennemin öteki adıdır… … Cuma günü bayrak töreni bitmiş, okulda onlardan başka kimse kalmamıştı. Okul Müdürü, haftanın değerlendirmesini yapmış, iyi insan olmanın, ülkesini sevmenin, çalışmanın önemi ile ilgili didaktik konuşmasını bitirmişti. Ali Bey ile Ester Hanım okuldan çıkıp Bankalar Caddesinden Karaköy’e doğru yürüdüler, Karaköy Muhallebicisinde muhallebi yediler. “Ali Bey,” dedi Ester Hanım, “Dünyada en sevdiğin şey ne diye sorsan tereddüt etmeden deniz kıyısında oturup saatlerce denizi seyretmek derim! Siz de sever misiniz denizi?” “Sevmez olur muyum, denizi, gölü, akan suyu, duran suyu, ben suyu çok severim!” “Haydi, gel o zaman, Tophane Cami’ne doğru yürüyelim, orada denizi izlemeyi çok severim ben!” Tophane Cami'ne doğru yürüdüler. Saatlerce deniz kıyısında oturup denizin mavisine, balıkların yüzüşünü izlediler. Sarayburnu’ndan yukarı Topkapı Sarayı’na, Gülhane Parkı’na baktılar. “Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkında diyen,” Nazım’ı selamladılar. Gökyüzü, ufuktan ufka masmavi uzanıp gidiyordu. Yer yer göğün mavisinde öbekleşmiş, beyaz bulutçuklar pantolon üzerine konulan yamalara benziyordu. Ali Bey’le Ester Hanım, deniz kıyısında ne kadar durmuşlar farkında olmadılar, Bu esnada güneş, Süleymaniye’nin minareli ufkundan çoktan aşıp gitmiştir. Ali Bey için bulutsuz günlerde Süleymaniye’nin üstünden güneşin batışını izlemek bir ritüeldir. Ester Hanım: “Ali Bey, güneş çoktan batmış, ben hiç bu saatlere kadar kaldığımı bilmem, eve nasıl döneceğim, şimdi?” “Ester ben ne güne duruyorum, merak etme, seni evine kadar bırakırım, endişelenme!” “Zahmet vermiş olurum sana!” “O nasıl söz Ester, dünyaları bağışladın bugün bana, ömrüme ömür kattın, gerçekten nasıl teşekkür etsem, inan bilmiyorum!” Karaköy’den, Kadıköy vapuruna bindiler. Yol boyu Ester, Ali Bey’e iyice yaklaşıp sıcaklığını en derininde hissetti. “Ali’den ona bir hayat yoldaşı olabileceğine dair tekmil hisleri ayağa kalktı, tekmil hisleri onu Ali’ye çoktan yar etmişti bile.” Boğaz’ın orta yerine vardıklarında Ester Ali’nin omzunda kestirir gibi bile olmuştu. Ne kadar güzeldi, sıcak, taptaze, güven veren, kucaklayan bir duygu, işte tam aradığım, benim hayatımın anlamı bu diyebileceği bir duygu!” Vapurdan inip Altıyol’a doğru yürüdüler. Yoldan tek tük araba gidip geliyordu, gündüzün vızır vızır işleyen trafiği yavaş yavaş bir sakinliğe bırakmıştı. Kadıköy’den Acıbadem’e kadar el ele yürüdüler. Ester, bir ara Ali’nin sıcaklığına o kadar kaptırmıştı ki farkında olmadan koluna bile girmişti. Bu esnada vakit de durmuyor ilerliyordu. Gece yarısı olmuştu. Acıbadem Onur Sokak Kardeşler Apartmanındaki Ester’in evine geldiler. Ester, çantasından anahtarı çıkarıp cümle kapısını açtı, “Haydi buyur,” dedi. Ali Bey ne yapacağını bilemeden bir zaman öyle kaldı. Girse miydi, girmese miydi, girmese neyi kaybetmiş olurdu?” “Haydi buyur, Kasımpaşa’ya nasıl döneceksin, bu saatte ne araba olur, ne de vapur, haydi geç geç, sıkılma! Annemle babam da evde yok zaten, bana yoldaş olmuş olursun!” “Annenle, baban?” “Onlar, Kars’ta asker olanYasef’i ziyarete gittiler trenle on gün yoklar. Yasef’i evci çıkarıp birkaç gün birlikte vakit geçirecekler, Yasef’e askerlik zor geliyormuş. Haydi geç geç sıkılma, bir şey olmaz!” Ali Bey, rüya mı görüyorum diye defalarca başını sallayıp Ester görmeden yüzüne birkaç tokat attı. Rüya falan değildi, âşık olduğu kadın gecenin bu saatinde evine davet ediyordu. Piyango biletinden amorti beklerken büyük ikramiye çıkmıştı… Birinci Bölümün sonu Haziran 2019 Bornova
- Frİda
“Uçacak kanatlarım varken ayağa ihtiyacım yok” Onu uçuracağını düşündüğü kanatları resimdi. Ölümcül bir kaza geçirmiş, onlarca ameliyat olmuş, ölüm tehlikesi altında yatıyordu. Başladığı tıp fakültesini bitirme olanağı kalmadığı gibi doktorlar, yaşamasının bir mucize olacağını söylüyordu. Gerçekten de öyle oldu, bir mucize gibi yaşadı. Acı, korkunç bir çaresizlik, büyük bir mücadele azmi ve çok zayıf bir umuda tutunmanın acıklı öyküsüdür Frida Kahlo'nun öyküsü... İnsanlık Frida Kahlo’nun yaşama mücadelesinden, resimle hayata tutunmasından ve ömrünce yaşadığı onca acıya, ağrıya, ameliyata karşın başardığı sanatçılığından olanaksızı istemeyi ve kendini yeniden yaratmayı öğrendi. FRIDA KAHLO veya MAGDALENA CARMEN FRIDA KAHLO CALDERÓN, 6 Temmuz 1907'de, Coyoacán, Meksika'da bugün müze olarak kullanılan "Mavi Ev" olarak bilinen, ailesinin sahibi olduğu evinde doğdu. Macar Yahudisi fotoğrafçı Wilhelm Kahlo ve Kızılderili asıllı Matilde Calderon Gonzales'in dört kızından üçüncüsü olarak dünyaya gelmişti. Kahlo, sonradan doğumgününü 6 Temmuz 1907 değil de Meksika Devrimi'nin gerçekleştiği 7 Temmuz 1910 günü olarak ilan edecekti. Ömrünce bir sosyalist olan Kohla, 1910'da başlayan ve 1920'ye kadar devam eden Meksika Devrimi ile arasında bir bağ kurmak istemişti. Frida Kahlo 6 yaşında çocuk felci geçirdi ve bir bacağı daha ince kaldı. Bu yüzden uzun etekler giyen Kahlo’ya, "Tahta Bacak Frida" adını taktılar. Başarılı bir öğrenci olan Kahlo geçirdiği hastalığı yüzünden tıp eğitimi almaya karar verdi. Tarihinde hiç kız öğrenci almayan Mexico City'de Ulusal Hazırlık okulunun Tıp Eğitimi bölümüne ilk kabul edilen kız öğrenci oldu. Kahlo'nun 17 Eylül 1925 te bindiği otobüs bir tramvayla çarpıştı. Çok kişinin öldüğü kazada Frida'nın sağ bacağı on bir yerden kırılmış, ezilmiş, sol omzu çıkmış, leğen kemiği de üç yerden kırılmıştı. Çelik bir çubuk karnının sol tarafından girip cinsel organından çıkmıştı ve durumu ölümcüldü. 32 kez ameliyat edildi, aylarca yatakta kaldı. Resme bu dönemde başladı. Komada geçirdiği birkaç haftadan sonra uyandığında, resim yapmak için babasından ekipman satın almasını istedi. Babası, Frida'nın yatarak çizebileceği özel bir düzen kurdu, yatağının üstüne de büyük bir ayna yerleştirdi. Frida'nın kazadan sonra çizdiği ilk resim, 'Otobüs' adlı tablo oldu. Sonraları kendisine yaşama gücü verip iyileşmesini sağlayan şeyin resim yapmak olduğunu söyleyecekti. Oyalanmak için başladığı bu resim ilgisi, umarsız genç kızdan dünya çapında bir dev yaratacaktı. Meksikalı ressam Frida Kahlo'nun eserlerini, özgünlüğüyle tanımak kolay. Çünkü yaptığı tablolar çoğunlukla otoportreydi. Bunun nedenini ise : “Kendime çok fazla zaman harcıyorum ve her şeyden daha iyi bildiğim bir konuyum," diye açıklıyordu. Frida kazadan birkaç yıl sonra dönemin ünlü ressamı Diego Rivera ile tanıştı. Resim yapmaya yeni başlamıştı ve çalışmalarını deneyimli bir sanatçıya göstermek istiyordu. Diego, resimleri beğendi. Böylelikle aralarında romantik bir çekim de oluştu. Çift 1929'da evlendi. Bu sırada Frida 22, Diego ise 43 yaşındaydı. “Hayatımda iki kaza oldu: Biri otobüs tramvayla çarpıştığında, ikincisi ise Diego ile tanıştığımda,” diyecekti Frida Kahlo evliliği için. Evlilikleri çalkantılıydı. Diego'nun önceki evlilikleri sadakatsizliği sonucunda bitmişti. Alışkanlıkları sürüyordu. Frida Kohla da birçok kişiyle ilişki kurdu. İlişki kurduklarının arasında evlerinde misafir kalan, Bolşevik siyasetçi, devrimci ve Marksist teorisyen Lev Troçki, şair Vladimir Mayakovsky ve Meksikalı şarkıcı Chavela Vargas da vardı. 10 yıl süren evlilikten sonra, kocasının Frida'nın kız kardeşi Christina ile de kendisini aldattığını öğrenince boşanmaya karar verdi. Bu olayı yansıtan 'A Few Small Nips' adlı meşhur tablosunda kendisini ve kocasını çizdi. Aynı günlerde uzun saçlarını kesip pantolon giymeye başlayarak, kadınsı tarzını değiştirdi. 1940 yılında, ciddi sağlık sorunları yaşamaya başlayınca hastaneye yattı. Diego onu ziyarete geldiğinde yeniden evlenme teklif etti. Frida Kahlo, kabul etti. Frida’nın durumu gittikçe kötüleşti. Birkaç ciddi ameliyat geçirse de büsbütün düzelmedi. 1953 yılında kangren olan bacağı kesildi. Aynı yıl, Meksika'da yatağında katıldığı kişisel bir sergi açtı. Frida Kahlo'nun ölmeden önce 'Viva La Vida' "yaşasın hayat" adlı tablosunu yaptı. Yakında öleceğini hisseden Frida Kahlo, günlüğüne şöyle yazmıştı: “Umarım gidiş, neşelidir. Ve asla geri dönmemeyi umuyorum.” 13 Temmuz 1954 yılında 47 yaşında öldü. Cenazesi yakıldı, külleri müzeye dönen "Mavi Ev"de saklanmaktadır. SANATI Sık sık sağlığı bozulan Frida, dayanılmaz acılarla başa çıkmak için bütün gücüyle resim yapmış; yalnız ülkesinde değil, Amerika ve Fransa’da sergiler açmıştır. 1938’de New York’ta açtığı sergi ona büyük ün getirdi, 1939’daki Paris sergisi ile övgüler topladı. 1943’de La Esmeralda adlı yeni bir sanat okulunda öğretim üyeliğine başlayan Frida, sağlık durumu kötüleşmesine rağmen ders vermeyi on yıl boyunca sürdürdü. Sağlık koşulları nedeniyle Mexico City'e gidemediğinden, derslerini evinde veriyordu. Öğrencilerine "Los Fridos" (Frida öğrencileri) denildi. Frida Kahlo’nun 143 resmi vardır; 55 tanesi otoportredir. Yaşamının büyük bir bölümünü yatakta başının üstünde duran, “gündüzlerinin ve gecelerinin celladı” olarak tanımladığı bir aynaya bakarak geçirdiği için sürekli oto-portre çizmiştir. Resimlerindeki ustalık, Pablo Picasso’ya bile "Biz onun gibi insan yüzleri çizmeyi bilmiyoruz" dedirtmiştir. Sürekli evcil hayvan besleyen Frida’nın beslediği hayvanlarla ilgili iki portresi vardır: 1941'de yaptığı "Ben ve Papağanlarım" ile 1943'te yaptığı "Maymunlarla Otoportre". Frida’nın resimleri "sürrealist" olarak değerlendirilse de o surrealizmi reddetti. Resimleri aslında acı ve kesin gerçekliği yansıtıyordu. Frida’nın resimlerinde Meksika kültürü ve devrimci ulusal kimlik tuvale aktarılmıştı. Kahlo, 1938’de New York’ta sürrealist resmin öncü isimlerinden dostu Andre Breton’un da desteğiyle bir sergi açtı ve bu sergi ona uluslararası ün getirdi. 4 tablosunu ünlü aktör Edward G. Robinson’a satarak ilk büyük satışını gerçekleştirdi, resimlerinin yarısı satıldı. Bu başarı üstüne 1939’da Paris’te bir sergi açtı. Paris sergisinde fazla resmi satılmasa da eserleri büyük ilgi topladı; Picasso ve Kandinsky gibi sanatçıların övgüsünü kazandı; Louvre Müzesi, sanatçının Çerçeve' adlı tablosunu satın aldı. Sanatçı, ülkesindeki ilk kişisel sergisini 1953’te Meksika’daki galerisinde açtı. Doktoru, yatağından çıkmasını yasakladığı için serginin açılışına karyolasında taşınarak götürülmüştü / Frida Kahlo, dış yüzeyi canlı bir mavi renge boyanmış ‘’La Casa Azul’’ isimli bu evde dünyaya geldi. Annesi Matilde onu bu evde büyüttü. Babası Guillermo ise bir fotoğraf sanatçısıydı. Kızını resim sanatına yönelmesi konusunda destekledi. Yıllar sonra Diego Rivera ile evlenen Frida Kahlo, eşiyle birlikte bu evde yaşadı. 13 Temmuz 1954 tarihinde aynı evde yaşamını yitirdi. Ev müze haline geldi.

Hayat ve Sanat
DERGİSİ
Emek veren herkesin ADAsı






















