top of page
1/2

HER ZAMAN DENEMEYE DEĞER



Aydın ŞİMŞEK

*

“Bir klasik, söyleyecekleri asla tükenmeyen bir kitaptır.”

Italo Calvino


Yazan kişinin zihni her zaman karışıktır. Hem de öylesine ka­rışıktır ki, kurgunun tümünü riske edeceğini bildiği cümlenin ya­pısıyla, anlam değeriyle, göstergeler ve çağrışımalarıyla uğraşmak zorunda kalır. Kendisinde olanlarla, kendisinden beklenenler ara­sındaki sıkışmışlığı sürekli yorar yazarı. Ön kabuller, yargılar ve toplumsal koşullandırılmışlık ayrı bir kıskaçtır. Yazmak istedik­leriyle, yazılmış olanlar arasındaki dolaylı, dolaysız bağ nedeniyle de, tekrardan korunma güdüsüyle vs. uğraşıp durur.

Yazarın zihnini; bilinç dışındakiler, bilinçe temas edenler, ge­lenekler, politize edilmiş değerler, etik-estetik aranışlar, anlatı için inşa edilecek dil, tema ve onun olası kusurları, kontrollü hareket etme istenciyle özgürce yazma istenci arasındaki çatışmalar, ego­lar ve öngöremiyeceğimiz onca şey oluşturmaktadır. Sakınmak, metin içinde serbestçe salınmak, bazen ritim tutturmak bazen ritüellerin içinde geçmek… Kısaca yazmak kişisel bir bellek oluş­turmaktır ve bu bellek akıl kadar sezgilerin de içinde oluşur. Unutma ve hatırlama diyalektiği, kabul etme ve reddetme gerili­mi, kolektif hafıza ile bireysel aranış, politik sınırlamayla deney­sel istenç arasında gidip gelir yazar. Yaratıcı yazarın zihni bir bakıma dil gibidir, karşıtlık üzerinden çalışır ve anlamlarını da dilin ikili karşıtlığı üzerinden kurar.

Şems’e ait olduğu söylenen şu sözleri de anımsamanın tam yeridir:

“Ben bir söz söylerim ben anlarım sen anlarsın

Bir söz söylerim ben anlarım sen anlamazsın

Bir söz söylerim ne sen anlarsın ne ben anlarım...”

Yazarın zihni dimorfik bir yapıdadır. İmgelem dünyasında her türün farklı biçimlerde görülmesi, onun çoğu zaman bir yere ait olmasına da engel olur. Karmaşık zihin yapısından her seferinde çıkırıp getiridiği de farklı söylemler, öngörüler taşır. Dolayısıyla kesin ve mutlaklıkla sınırlandırılmış yönetici-yönlendirici bilinç­le çatışıp durur. Onun için yaşama anlam veren şey akıl tanrısı olamaz. Yaşam ancak ölümle birlikte anılır ve birini diğerinden ayrıştırıp kutsamak saf bir hayat aramaktır. Oysa yaşamda her şey karşıtıyla anlam kazanmaktadır ve karşıtı olmayan şey, üzerinde konuşulacak şey değildir. Değersizdir.

Aslında bu çatışıklı hayat bir denge aramayı da zorunlu kılar. Bu nedenle savaşa karşı barış, kötüye karşı iyi, kaosa karşı düzen vs. aranış halindedir. Bu ülkülere ulaşmak için de yeni söylemler, yeni araçlar kullanılır. Anlam katmanlarında ilerledikçe, farklı de­neyimler yaşadıkça yeni bir dil aranır; aranan dil bulunduğunda da kurulan bu dengeyi bireysel-toplumsal yaşamda geçerli kılacak diğer alanlarla ilişkilendirir yazar. Bu bağlamda da sanat ürünü hayatın diğer alanlarına geçirgenlikler taşır. Politikaya, psikoloji­ye, sosyal hayata ve başka birçok alana. Ta ki kurulan dengeyi yeniden bozacak bir durum ortaya çıkana kadar sürer bu durum. Bütün sanat manifestolarının varlığı bu değişim dönüşüm neden­selliğinden doğmuştur.-164-

Yazarın dili de doğurgandır. İçinde oluştuğu insanın halleri ve olası halleri için harekete geçer. İnsanın halleri için kimi pozitif alanlar, geleneksel yapılar yazara kılavuzluk yapsa da, insanın ola­sı halleri için yazarın sezgisi, öngörüleri ve yetileri çalışır. İnsanın çatışmalı alanları olabildiğince geniştir. Bu çatışma alanlarının ucu inanca, doğaya ve insana değer. Bu geniş alanda insanı nelerin beklediği kısmen yönetilebilir ancak doğa- insan ve inanç-insan çelişkilerinin yıkımları çoğu zaman öngörülemez. Giderek doğa­dan koparak, varlık zinciri-değeri içinde kendini biricik görme­ye başlayan, bu nedenle de doğanın bir parçası değil de, doğanın kendisine ait bir parça olma savıyla vahşileşen insanın sınırlarını belirlemek mümkün değil.

Diğer yandan; alt ve yan kimlikler ve kültür kaynaklarının (mitler, meseller, masallar, sözlü aktarımları) örtülenmiş-baskı­lanmış değerleri de kendisini ifade etme alanı buldukça, edebiyat içinde güçlenip kendine alan açıyor. Merkezin belirlediği değer­lerin alternatifi olma iddiası da alt ve yan kültür dilini çevreden merkeze taşıyor. Böylece üst kimliğin oluşturup ikonlaştırdığı de­ğerler aşınıyor, bunun yerine öz’e dönme arayışlarıyla, kök sorgu­laması yapılıyor.

Saf kültür dayatıları, biriciklik ve ülküsellik nosyonu, estetik değerler melezleşiyor ve doğu-batı sentezli kurmacalar çoğalıyor. Yani çok kültürlü ve çok kimlikli bir yapı hızla yaygınlaşıp, kabül görüyor.

Çoklu çatışma kültürü içinden geçen yazarın da, “olası haller” üzerine kurgu girişimi ondan farklı bir dili talep edecektir. Fan­tastik, bilim kurgu, yeraltı, kaos, distopik, apokaliptik yaklaşımlar bu beklentinin bir sonucudur. Yani doğrudan deneyimlenen bir dildir. Her türlü doğrudan deneyimlemeye hazır olmalıdır yazar ve bundan da hiç çekinmemelidir. Giderek güçlenen ve tamamen hayali bir zaman üzerinden ilerleyen kurmacanın büyülü ve ta­nımlanamayan kahramanları, karakterleri, kendine özgü biçimi olmayan amorf varlıkları geleceğin dünyasına anlatmaya yönelen bir dilin ortaya çıkmasını talep edecektir. Bu dilin peşine düşmek doğrudan deneyimlemek değilse nedir?

Değişime ayak uyduramayan dil zamanla yazarın ayak bağı olur, hatta dil tutcu, faşist bir olguya dönüşür. Salt bu nedenle bile, her zaman denemeye değer. Yazarın hakikat arayışı da bu alanın içindedir. O nedenle sanatın kendini amaç edinmesi, ilk andan itibaren bir başka amaçlarla doğrudan ilişkileneceği için, (anlam, betimleme, karakterler, önermeler, göstergeler, doğru ve yan­lış üzerinden içeriğin eleştirel yapısı vs.) her sanatcı ve her sanat ürünü bilinçli ya da bilinçsizce toplumsallaşır. Çünkü ‘‘hakikatin diyolojik yapısı’’ en az iki kişiliktir ve dil de ikili karşıtlıklar üze­rinden anlamlara, kavramlara ulaşır.

Diğer yandan çoklu kültür yapısı, çoklu kuşak çatışmasını da tetiklemiş gözüküyor. Belli bir formda oluşan ve yazılı olmayan kurallarla denetlenen manevi değerler hızla çözülüyor. Bu neden­le hayatın her alanında yazılı kuralların zorunluğu artıyor. Mo­dern toplum kurallarla bağlanmış toplumdur. Yazılı olan ve olma­yan kurallar içerisinde 20.yy başından itibaren farklı kuşakların ortaya çıkışına tanık olduk. Yüz yılın başında kuşak kavramının değişim hızı 40-50 yıl olarak kabul edilirken, bu gün kuşaklar ara­sı kültürel farklılık neredeyse 5 yıla kadar indi. “Sessiz Kuşaklar” diye tanımlanan kültürel örgülenme bu gün yerini çok sesli ku­şaklara bırakmış gözüküyor.

Beş yıl da bir tercihleriyle, beslenme biçimleriyle, iş dünya­sındaki pozisyonları ve kullandıkları mikro makinelerle özgür­lüklerini hemen ilan edebilen, esnek çalışma ve tembellik hakkı üzerinden ayırtedici alanlar açan, birbirinden neredeyse kesin çiz­gilerle ayrışan büyük ve devingen bir yapıyı tek bir anlam içerisine sokmamız mümkün değil. Artık biliyoruz ki tek anlam devri geç­ti. Gördüğümüz, dokunduğumuz, kullandığımız hemen her şey hem kendisi, hem de kendisinden daha fazlasıdır. Adlandırmalar bir dönemi sınırlandırmak ve yönetebilmek için zorunlu sosyo­politik bir durumken, bu gün hiç bir adlandırma, yönetme kül­türüne özel güç sağlamıyor. Çünkü anlamlar, kavramlar, değerler, nesneler hızla genleşiyor. Bazıları bu genleşmede sönümlenerek hayatımızdan çıkıyor; bir dönem hayatımızın vazgeçilmezi olan şeyler, geri gelmemek üzere tarihsel misyonunu tamamlamış olu­yor. Bazılarıysa, içeriklerine eklenen yeni boyutlarla işlevselliğini çoğaltıyor. Böyle olunca da imge saldırısı altında kalıyoruz. Bir imgenin içeriğini kavramadan başka bir imgenin biçimlediği tü­keticiler oluyoruz ya da tamamen bu yeni hayata kayıtsız kalarak, bize rağmen olanları biraz da üzülerek izliyoruz.

Üzerinde sıklıkla konuştuğumuz X, Y, Z kuşağı hakkında iyi kötü bilgimiz var. Ancak bu kuşakların papucunu dama atacak yeni bir kuşak dalgası hızla üzerimize geliyor. Bilim adamlarının deyimiyle, “eşi benzeri görülmemiş bir insanlığı inşaa edecek olan” ALFA KUŞAĞI kapımıza dayandı. Bu gün, en yaşlısı beş yaşların­da olan, birçoğu anne karnında gün sayan, 2013 ile 2030 yılları arasında doğmuş/doğacak olanları kapsayacağı öngörülen Alfa Kuşağı’nı, dijital kuşak olarak da tanımlayabiliriz. Giyilebilir-ye­nilebilir enerji kaynaklarını kullanacak, farklı farklı boyutta ama her yerdeki ekranlardan seslenecek, daha doğmadan tabletlerin içinde gezinecek, üstleri başları çeşitli elektronik alıcı-vericilerle, sensörlerle donanmış ve iletişimi yüksek teknoloji üzerinden ya­pacak olan bir kuşağı tanımlamaya çalışıyorum.

Derdimi daha iyi anlatabilmek için, Alfa Kuşağı’nın öngörülen bir kaç özelliğini buraya almamda yarar var:

• Aynı anda birden çok işle meşgul olmayı sevecekleri tahmin ediliyor,

• Animasyonları, görselleri, görüntüleri, holografik iletişimi ve eğlenceyi yazıya ve konuşmaya tercih edecekler,

• Tek bir olaya odaklanamayacaklar, düzlemsel okuma yapa­mayacaklar,

• Sanal robot ve hologram arkadaşlarıyla daha iyi anlaşacaklar, direk insani ilişki kurmaktan çok makineler aracılığıyla ileti­şim kuracaklar… Makineyi insanlara tercih edecekler,

• İhtiyaçları olduğunda bunu ebeveynlerine değil Google’ye, dijital ya da robot asistanlarına sormayı tercih edecekler,

• Ölümü bir tür hastalık gibi yaşayacaklar; genetik ve nano tek­nolojilerle tüm canlıların ve organların arızaları giderileceği için ölmeyeceğine inanan bir kuşak olacaklar…

Durum böyle gelişirken, şimdiden bu kuşağın öyküsünü, ro­manını yazmak isteyen bir yazara elimizdeki dili ve onun sınırla­rını mı önereceğiz? Elbette önerebiliriz de, ancak bunun yaratıcı ve özgün bir karşılık bulması zor gözüküyor. Değişim dinamikle­rinin ve değişimi zorunlu kılan düşünsel/ fiziksel araç ve alanla­rın bu denli çoğalması, tek bir anlatı dilini, tek bir kurgu biçimini şimdiden eskitmiş gözüküyor.

Modernizmin kurduğu hiyerarşi, düzen, merkezileşmiş kont­rol sistemine karşın, merkezi kontrolün kalkmasını isteyenler çoğalıyor. Bunun için hem ılımlı hem de marjinal sorgulamalar ve eylemler tüm dünyada giderek güçleniyor. Yine modernizmin başyapıtı sayılan ulus-milliyet gibi büyük politik yatırımlar, ku­rumsal güç çatışmaları ve kimlikçi politikaların öne çıkarılmasıyla aşınmaya başlamış gözüküyor. Kılavuz bilgi yönteminin “ihtiyaç halinde” bilgiyi kurgulaması, kapsayıcı, araştırmaya-incelemeye dayalı bilginin yerini alıyor. Resmi ciddiyete ve merkezileşmiş ik­tidara karşı koymanın bir yolu olarak, oyun ve ironi giderek yay­gınlaşıyor. Yine modernizmin kurguladığı “yüksek ve aşağı kültür ayrımı”nın, yüksek-resmi kültür ile oluşturduğu otoriteye karşı, aşağı popüler kültürün imgelerinin güçlenmesine ve pop kültürü­nün yeniden güçlü şekilde değer kazanmasına tanıklık ediyoruz.

Sanat disiplinlerinin tümünde yer alan, bütünlük ve kusursuz­luk hissinin yerini hızla melezleşme, alt kültür kimliklerin sanat yoluyla birbirine bağlanması ve yeniden deformasyon alıyor. Böy­lelikle estetik algısı-bilgisi içerikten çok biçime dönüşüyor. Sanatçı için de amacın “sanat” olmasından çok proses ya da performans olması öne çıkıyor. Düne kadar ortaya konulan sanat pratiği ya da sanat ürünü orjinal bir obje olarak değerlendirilirken, günümüzde saf sanat anlayışının yerini, ekonomik üretim olarak sanat alıyor. Dünyayı ve dünyanın bilgisini taşıyan, onu tanıtan yaygınlaştıran basılı kitap ve kütüphane sisteminin yerini de hızla, dijital kitap ve dijital kütüphaneler alıyor.

Büyük değişim dalgasının en dikkat çekici özelliği, modernizm devasa makinelerle anılırken yeni dünya bilgi ve dijital devrimle övünüyor. Bu yeni devrim dalgasında makineler minimalist, iş­levleri ise devasa bir boyutta sürüyor. Minamalizim her türlü tasa­rımda belirgin olarak varlığını duyumsatıyor; mimaride, müzikte, edebiyatta, resimde minimalist imgeler daha ilgi çekiyor, üzerin­de geniş tartışmalar yaşanıyor. Neredeyse her adımda bir tasarım mucizesiyle karşılaşıyoruz ve tasarım müzeleri giderek alanlarını genişletiyor. Sanatın merkezi sayılan şehirlerde minimalist per­formanslar yaygınlaşıyor, sanat pratiği için özel mekânlar yerine, “sanat her yerde-sanat sokakta” vurgusu, yeryüzünü sanat platformlarına, sahnelere dönüştürüyor. Kapalı, elitist ve içdile dayalı modernizmin ideolojisi yerini daha çok sokağa, anarko ve yıkıcı düşüncelere/davranışlara bırakıyor. Düşünceyi devindiren bilgi sıradanlaşıyor, bunun yerine görsellik ve vitrin anlamlı bir şekilde hayatımıza giriyor. Birleştirici diye ilan edilen dijital kültür, hiç olmadığı kadar aynılaştırıcı ve kişiselleştirici bir dil kullanıyor.

Görüldüğü gibi çok sesli, ironik, fantastik, medyatik, sanal, sosyal medya dinamikleri olan bir dünyayı yaşıyoruz. Bu dünyada diyaloglar ve diyolojik okumaklar azalırken monologlar çoğalıyor, tekrarlar ve öğretici-yönlendirici-biçimleyici otoriter dil, ironik ve kara mizahla sıradanlaştırılıp, vasata çekiliyor. Hayat devrimci bir aranış içinde olana yeni kapılar açarken, geleneksel olanda ısrar eden, “kendine rağmen” gelmekte olan dünyanın dışında kalıyor.

Bireysel-yaratıcı eylem alanı olan sanatsal faaliyetler de daha karmaşık, kaotik, daha anlaşılmaz ve daha kırılgan bir zamanın içinden geçerken, bu büyük karnavalı tek bir anlatı diline sığdır­mak mümkün mü? Dil; isyan, itiraz, başkaldırı üzerinden anla­maya çalışıyor bu yeni dünyayı. İşte tam da bu nedenle yazar hiç olmadığı kadar deneysel olmak ve denemek zorundadır.

*

maviADA Dergisi için düşünülen ve Önümüzdeki Günlerde Basılacak; "YAZMAK KENDİNİ YENİDEN YARATMAKTIR" DOSYASINDAN

15 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

ORMAN

1/669
bottom of page