top of page

Çoban Yıldızı


En gerçek yalanlarımı biriktirip renkli jelatin kağıtlarına saracağım.

Handan Gökçek, Sır Dökümü

Tüm canlılığını ana caddelerinde toplayan kasabaların arka sokaklarında hayat düz bir çizgi gibi akar.İşte bunlardan birinde, ana caddenin bir arkasındaki sokaktaydı otel.

Sokağın en farklı rengi olan bu binaya giren çıkanlar bir hareketlilik yaratırlar ama ardından bu dar sokak yine uykulu yaşamına dönerdi.

Eski bir konaktan bozma, üç katlı, on odalı, kendi halinde bir yapıydı Venüs Oteli. Adını mitolojiden mi astronomiden mi aldığı kimseyi ilgilendirmezdi. O nedenle kimse dikkat etmezdi renkleri solmuş otel tabelasının sağ alt köşesine küçücük harflerle yazılmış olan “Çoban Yıldızı” sözcüklerine. Üstelik yazının yanına küçücük bir de yıldız çizilmişti*


Güneş ve Ay’dan sonra gökyüzündeki en parlak cismin adı verilmiş bana. Venüs! Gerçek adımsa Çobanyıldızı. Kimse bilmez, bilenler de önemsemez. Konağın en şaşaalı günlerini gören, bilen tek bir kişi bile kalmadı sokakta. Kaç kuşak yetiştirdim… Yıldız yıldız yanardı geceleri pencereler. Eski konağı satın alıp otel yapan ilk kişi biliyordu bunu ve bu ismi bana o vermişti.

Kadın otele girerken başını kaldırıp tabelaya bakmadı bile. Dalgın, düşünceli ve yorgun görünüyordu. Girişteki, tahta kolları eskimiş vişne rengi koltuklar boştu. Oturma yerleri, üzerlerinden birileri yeni kalkmış gibi çökmüştü.

Güzel bir kadın, yani hala güzel... Beni o da fark etmedi; hatta Venüs yazısını bile görmedi. Ana caddedeki iki otel dururken burayı seçmesi çok garip, yalnız bir kadın olarak. Bekleyelim bakalım…


Resepsiyon görevlisi yaşlı bir adamdı ve bir yandan çayını yudumluyor bir yandan da bulmaca çözüyordu kadın karşısına gelip durduğunda. Yaşlı görevli, kadın müşterilerin otele yalnız gelmesine alışkın olmadığından, kapıya doğru bir bakış attı sonra da kadına baktı.

Pek seyrek görünür gerçeğim…O da, sabahları güneş doğmadan hemen önce, akşamları da güneş battıktan hemen sonra… Çoban Yıldızı... Görebilene. Çok az kalır gökyüzünde.


Odaya girince valizini kapının dibine bıraktı kadın. Uykuda yürüyormuş gibi ilerleyip koyu yeşil perdeyi araladı, pencereden dışarı bakmaya başladı. Odanın bakımsız görüntüsünü umursamıyor gibiydi. Oysa pencerenin bulunduğu duvarın alt bölümünün rutubetten ıslanmış, renginin değişmiş, boyalarının yer yer dökülmüş olduğunu ilk bakışta fark etmiş, odadaki nem kokusunu girer girmez duymuştu. Bu koku çok bildikti, çok yakındı. Kadın, bu üçüncü hatta dördüncü sınıf otelde, morarmış yatak çarşafının köşesindeki kocaman deliği, bir insanın ancak elini kolunu fazla oynatmadan sığabileceği büyüklükteki – ya da küçüklükteki- banyoyu da yadırgamayacaktı büyük olasılıkla.


Dün gece kendimi gördüydüm gökyüzünde, gerçeğimi… Nasıl da parlıyordum! Farklı bir yüz göreceğim belliydi bugün. Ne zaman gerçeğim bana görünse ertesi gün değişik bir şey yaşarım. Bak işte geldi, o kadın. Şimdi ne yapıyor acaba?

“İstanbul’dan sonra ne kadar da ıssız bir yer. Halis yıllarını nasıl geçirdi bu kasabada, bu otelde? Onu en son görüşümde, bedeninden, giysilerinden yayılan bu kokuyu duymuştum. Nem kokusunu. Çürütmüştü onu bu ıslaklık, cezaevinin çürütemediği kadar. On yıllık cezaevi yaşamından sonra bir sekiz yıl daha. Dile kolay. Aramadığım yer kalmamıştı onu. Tam ölmüş olduğunu düşünürken… O gece…Kapıyı açtığımda dönmüş gidiyordu, seslendim, durdu önce sonra döndü. Önce dönüp sonra mı durdu yoksa? Of, ne önemi var şimdi bunların? Gözleri! Siyah bir halkanın ortasına yerleşmiş iki karaltı gibiydi gözleri! Bir zamanlar dizlerimin bağını çözen güçlü bedeninden bir yıkıntı kalmıştı geride. Uzun boyu ikiye katlanmış... Cezaevinden çıkmasını beklediğim adam, sonra da izini yitirdiğim adam, yaşamım boyunca sevdiğim tek adam! Halis!”

Ah, işte çıktı. Hangi yana gideceğini bilemedi, sağa sola bakınıyor. Karşıya geçti şimdi de. Bana bakıyor sanki. Minik yıldızımı ve beni de gördü mü acaba? Pencerelere kaldırdı başını. Nasıl da hüzünlü gözleri! İkinci katın bir penceresine dikti bakışlarını şimdi de. Ah! Onun kaldığı odanın penceresi o. Halis’in…


“ İçeriye zorla soktum seni. Halkaların ortasındaki gözlerin dışında her şeyinle bir yabancı olmuştun bana. Hiç konuşmadın, ben anlattım yalnızca seni bekleyişlerimi, seni arayışlarımı, bir bir yitirdiğim ümitleri… Bir kuyuya konuşur gibiydim.‘İyi olduğunu görmek istedim’ dedin, yalnızca bunu söyledin. Oturdun öylece. Sonra, sonra bir paket sigara almak için çıktın evimden ve dönmedin Halis. Birkaç saat sonra da bir trafik kazasında öldüğünü bildirdiler karakoldan; cebinden benim adresimi bulup da. Dövünüyordu sürücü. “Vallahi önüme atladı, benim suçum yok” diye. Tanıklar da doğruladılar. Seni bulamadan yitirmiştim. Nasıl yıkıldım bilsen, ikinci kez yıktın beni. Giysilerini, bu oda gibi kokan giysilerini verdiler sonra bana. Bu otelin adresinin yazılı olduğu kağıda günlerce baktım. İşte geldim Halis, neyi bulmamı istiyorsun benden? Hangi gücümle başaracağım bunu? Benim için on yıl hapis yatmış, sekiz yıl bir otele kendini kapatmış bir adamdan geriye ne kalmış olabilir ki burada?”

Evet, evet, Halis’in yıllarca o pencerede beklediği kadın o olmalı. Geldi işte ama Halis çoktan terk etti buraları. Kadın şimdi de yukarıya doğru yürümeye başladı. Halis de çıktığında ilkin o yöne giderdi.


Kadın iki saat sonra otele döndü. Girişte iki erkek oturmuş tavla oynuyorlardı. Karşı duvardaki rafın üzerine konmuş televizyon açıktı. İki erkek, gıcırtılı merdivenlerden yukarı çıkıyordu. Kadın televizyona bakıp sigara içen yaşlı görevliye yaklaştı. Sesi televizyonun ve tavla tahtasına çarpıp geri dönen zarların gürültüsü arasında duyulmuyor. Görevli bir şeyler anlatıyordu kadına başını üzüntüyle sallayarak. Sonra tezgahın altına eğildi, biraz sonra yeniden doğrulduğunda elinde bir paket vardı. Onu kadına uzattı. Kadın paketi aldı ve teşekkür ederek odasına çıkan merdivenlere yöneldi. Görevli, kadının arkasından uzun uzun baktı ve iç geçirdi.


Yine tabelaya, bana bakmadan içeri girdi. Geldiğinden daha yorgun görünüyor. Hayat ne kadar acımasız. Bir kovalamaca sanki. Halis varken o yoktu. Şimdiyse o geldi, Halis yok!

Kadın odasına girdi, ceketini, ayakkabısını çıkarmadan yatağa çöktü. Elindeki paketi sımsıkı tutuyor, göğsüne bastırıyordu. Bir süre öyle kaldı, sonra paketi açtı ağır hareketlerle. Bir defter çıktı içinden. Bir de fotoğraf. Halis’in, otelin önünde çekilmiş bir fotoğrafıydı bu. “Cezaevinden çıktığım ilk gün” yazıyordu altında. Kadın fotoğrafı yatağa koyarak defteri açtı.


Bakalım kalacak mı? Öyle isterim ki kalmasını. O da görür belki beni, benimle konuşur. ‘ n’aber Çobanyıldızı’ bakışı atar arada, aynı Halis gibi…Birilerinin dikkatini çekebilmeyi öyle istiyorum ki. O kadın… o fark edebilir beni…Belki…

Kadın titreyen elleriyle sayfaları çevirmeye başladı. Bir günlüktü bu. Halis’in cezaevinden çıktıktan sonra izini kaybettirdiği sekiz yılının belgesi. Ara ara kendi adını okuyordu sayfalarda ama öyle aşkla, özlemle değil… Bir tuhaflık vardı bunda. Sevgilisiydi Halis’in o. Halis, onun uğruna adam öldürmüştü, tek bir pişmanlık belirtisi göstermeden hapis yatmıştı. Belki, çürümüşlüğünü kendisine göstermemek için kaçmıştı… Defteri daha dikkatli okumaya devam etti. Bazı sayfalardaki yazılar güçlükle okunuyordu.

Aşk tanrıçası da derler adıma mitolojide. Köpüklü dalgalardan doğmuşum. Bütün Olimpos tanrıları hatta ölümlüler bile aşıkmış bana. Belki o nedenle görülmeyi, sevilmeyi, fark edilmeyi düşlerim hep…


Defteri, tek bir sözcük bile atlamadan okumaya çalışıyordu kadın. Halis’in bu küçük kasabada geçen tekdüze yaşamı ve cezaevi anıları birbirine karışıyordu bazı sayfalarda. Yazdığına göre, gündüzleri bir marangozun yanında çalışıyordu. Bu işi cezaevinde öğrenmişti. Yazdıklarından bazıları öyle önemsiz şeylerdi ki Halis’in tüm bu ayrıntıları niçin kaydettiğine şaşırmadan edemiyordu kadın. Otelin tabelasından, alt köşesindeki minik yıldızdan falan söz ediyordu bazı yerlerde. “… çoban yıldızı… o beni anlıyor…” gibi. Derken defterin sonlarına doğru günlük bitti. Tarihine baktı kadın, iki yıl öncesini gösteriyordu rakamlar. Sabırla sayfaları çevirmeye devam etti. Bir sayfada kendi adına yazılmış mektubu görünce irkildi, kalbi çarpmaya başladı. Mektup, Halis’in kendi evine gelmeden birkaç gün öncesinin tarihini taşıyordu.


Ne kadar çok kaldı o odada. Uyuyor mu acaba? Öyleyse iyi. Yorgunluk atmak istiyor, birkaç gün kalacak demektir. Belki akşama çıkar. Tam üzerimde ışık yanar geceleri. Beni görme olasılığı daha yüksek o zaman. Mutlaka görür…

Mektup kısaydı. Bir solukta okuyabilirdi tümünü ama nedense korkuyordu kadın, Halis’in kendi adına yazdığı satırları okumaktan. Defteri göğsüne bastırıp gözlerini kapadı. Uzun bir süre o durumda kaldı. Neden sonra yeniden açıp çekinerek okumaya başladı.

“Sevim, Sevim…” diye başlıyordu mektup.


“İyi Sevim… Temiz kalpli Sevim…Namuslu arkadaşım benim…” diye sürdürüyordu satırlarını Halis.

“Arkadaşım” sözcüğünü okuyunca bir ok saplandı yüreğine kadının.

“Sen iyi bir insandın Sevim. O cinayeti senin için işlediğime inanacak kadar iyiydin. Bunca yıl sana bir şey söyleyemediğim içinse ben de bir o kadar kötü bir adam. Beni bağışlayacağına söz ver Sevim, yalvarırım sana. Öyle oku yazdıklarımın gerisini. Bağışlayacaksın değil mi Sevim?Yalvarırım söz ver…”


Kadının elleri titremeye başladı bu satırları okuduktan sonra. Halis, cinayeti kendisi için işlemediğini söylüyor, kendisini bağışlamasını istiyordu ondan! Neden! Yaşamı boyunca sevdiği tek adam, neden bağışlanmak istiyordu?

“Evet Halis, her ne içinse yalvarışın, bağışlayacağım seni…” diye mırıldandı belli belirsiz ve buğulanan gözleriyle satırları seçmeye çalışarak mektubu okumayı sürdürdü.


“Kız kardeşine deliler gibi aşık olduğumu bilmiyordun Sevim. Seninle yalnızca o nedenle nişanlandığımı da. Ona daha yakın olabilmek için. Evet dünyadaki tek yakının olan kardeşini ölesiye, öldüresiye seviyordum. Ayten bile bilmiyordu aşkımın derecesini. Servet denen o adam yani kocası aldatıyordu Ayten’i; hem de Ayten’in tırnağı bile olamayacak bir kadınla. Öğrenmiştim bunu. Uyardım kaç kez. Dinlemedi. Sonra bir gün takibettim onu. Hazırlıklıydım… Sonra… Gerisini biliyorsun…”


Kanı çekilmiş, gözleri büyümüştü kadının. Elindeki deftere tuhaf bir nesneye bakarmış gibi bakıyordu. Evet, gerisini biliyordu. Nasıl unutabilirdi ki! Şimdi aydınlanıyordu beynindeki kör nokta.

Servet o gün kendisine uğramıştı bir şey için. Arkasından da Halis çıkagelmişti. Servet’i görünce Halis’in gözü dönmüş, nişanlısını taciz ettiğini söyleyerek o güne dek Sevim’in hiç görmediği bir silahı belinden çıkartıp ikisinin de ağzını açmasına fırsat vermeden Servet’i tek kurşunla öldürmüştü. “Senin için yaptım, sana iyi gözle bakmıyordu.” demişti. “Pişman değilim.” demişti sonra ve hep… Ayten kocasının öldürülmesinden birkaç ay sonra kağıtlarını hazırlayıp Almanya’ya işçi olarak gitmişti. O günden beri ondan da haber alamamıştı.

“Ayten’e aşıkmış… Onun için öldürmüş Servet’i… Ayten’e aşıkmış…Ayten biliyordu demek… Kimse bana bir şey söylemedi… Ayten de bana söylememek için gitti…Bense…Yıllardır…Yıllardır bir hayali sevmişim… Bir hayali beklemişim…Bir boşluğu, karanlığı düşlemişim..”

“ Sonuçta Ayten’i de yitirdim. Bir kez geldi cezaevine o da yüzüme tükürmek, Almanya’ya gideceğini, kendisini bir daha hiç göremeyeceğimi söylemek için. Yalnızca onun için geldi. O saatten sonra da nerede olduğumun, nerede yaşadığımın bir anlamı yoktu benim için…”

“………………”

“Şimdi sana geliyorum; sen de bu otele geleceksin ardımdan. Korkak ve yalancı sevgilinin gerçek yüzünü daha fazla saklayamayacağım senden…bedelini de ödeyeceğim…Beni affet Sevim…”

diye bitiyordu mektup.

Çıkıyor. Hiç de dinlenmiş görünmüyor. Ah, elinde de valizi var. Demek ki kalmayacak. Oysa neler düşünmüştüm…Karşı kaldırıma geçti ağır ağır…O ne! Döndü, bana bakıyor. Hayır, Halis’in oda penceresine kaldırdı başını. Ağlamış… Gözleri kıpkırmızı… Şimdi bana bakıyor evet, eminim bundan. Ah, fark etti beni, beni fark etti Tanrım! Bir şeyler söylüyor. Vedalaşıyor benimle o da, Halis’in vedalaştığı gibi…

Kadın karşı kaldırımda durmuş otelin tabelasına bakıyordu. Venüs yazısını okudu ilkin, sonra Çoban Yıldızı’nı gördü. Önce “Hoşça kal Venüs Oteli.” dedi, sonra da “Hoşça kal Çoban Yıldızı”*…

24 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör