Zeki Sarıhan
*
-Sabri Sarıhan, dedesinin 70 yıl ince açtığı dükkânı işletiyor.-
Nefes darlığı çeken babam, artık taşçı ustalığı yapamadığı, tarım işleri de yapamadığı için, oyalanmak amacıyla dükkâncılık yapmak istemiş. Bir gün çarşıdan geldiğinde heybesinde bazı mallar getirdi. Bunlar, peştamal, yazma, çorap gibi cinsi ve sayısı çok az bazı dükkân malzemesiydi. Bir dükkânı da olmadığından onları mutfağın bir köşesinde sergiledi.
1950’li yılların başlarıydı. Köyümüz için Pazar emri geldi dediler. Önce bir panayır yaptılar, sonra Perşembe günleri, komşu köylerden pazara gelenler oldu. Sergiler açıldı. Pazarın kurulduğu yer, evimizin hemen üst tarafındaki tarla idi. Babamın mısır çitinin önündeki tahtaların üstüne dükkân mallarını dizerek müşteri beklediğini de hatırlıyorum.
1953’te babamın ölümüyle dükkânı 14 yaşındaki ağabeyim devraldı. Evin içindeki ahırın bir bölümünü bölerek, buraya dışarıdan kapı da açarak dükkânı biraz daha ciddi hale getirdiler. Burası ancak bir müşteri seslendiği zaman açılır, sürekli açık olmazdı. Köylüler, fındık, yumurta, fasulye getirir, basma, gaz, tuz, helva, bisküvi, bitkisel yağ, sigara gibi şeyler alırlar, çoğu zaman da paraları olmadığı için borçlarını bir deftere yazdırırlardı.
Köyümüze motorlu taşıtların gelebileceği yolu yoktu. Köylülerin imece ile yapmaya çalıştığı yol da ilçeden muhtara gönderilen hatırlı birinin emriyle yarım kaldı. Pazarla birlikte köyün istikbali de söndü.
Ağabeyim, basma toplarını iki çuvala sığdırır, eşeğe yükleyerek Çarşamba günleri Kumru’da, Cumartesi günü Korgan’da kurulan pazarlara götürür seri açardı. Onun güneş battıktan sonra gelişini merakla bekler “Kaç liralık alış veriş yaptın?” diye merakla sorardık. Bazen hiç mal satamadan döndüğü olurdu.
On yaşlarındaydım. Başka mahallelere alacakları almaya gönderilir, çoğu zaman da eli boş dönerdim.
İĞNE İPLİK, KİLİT KİBRİT…
Ben de bu ticaretin satıcı olarak içindeydim. Aman zaman uzun bir sepete dükkândan seçtiğim malları dizer, Karadeniz bölgesinin birbirinden uzak evlerini kapısına dayanır, “İğne iplik, kilit kibrit” diye seslenirdim. Genellikle kadınlar yumurta vererek (tanesi 10 kuruştu), ufak tefek şeyler alırlardı. Bunu komşumuz Abdullah Demir’le birlikte yaptığımız da olurdu. Abdullah’ın babası, demirciymiş, gözlerine kıvılcım kaçmış ve kör olmuş. Bu nedenle “Yanık Ali” derlerdi. O da oyalanmak için bir dükkân açmıştı. Ali Emmi, dükkânındaki malların yerini eliyle koymuş gibi bulur, verilen demir ve kâğıt paranın değerini eliyle anlar, üstünü da şaşırmadan verirdi. Abdullah da benim gibi, mallarını bir sepete dizerdik. (O şimdi profesör.)
Bir gün başka bir şeye heves ettim: Dükkândan bazı malları ayrı bir rafa koydum ve “Bunları ben satacağım” dedim. Dükkân içinde dükkân! Bu bir süre devam etti. Ağabeyim bunları dükkânın diğer mallarıyla karıştırınca çok canım sıkılmıştı.
Bayramlarda bir kutu bisküviyi, incir, helva, lokum gibi bazı tatlı paketlerini terazi ile birlikte omuzlar Cami avlusuna götürürdüm. Bizim köyde bayram namazından sonra cami avlusunda çeşitli şenlikler yapılırdı. Bu arada ben de satışlarımı yapardım. Ticaretin tarihinde herhalde böyle en küçükten başlamak vardır.
Ağabeyim askere giderken dükkân malzemelerini bir komşuya sattı. Bu arada belirtmeliyim ki, bizim 30 hanelik mahallemizde dükkâncılık yapmayan ev yok gibidir. Biri bırakmış, diğeri açmıştır. Köy tarihini araştırırken buna 1920’li yılların sonlarında başlandığını ve köydeki tek dükkânın epeyce işlek olduğunu saptamıştım. Mallar hayvan sırtında Fatsa’dan getirilir, çoğu köylünün ürünleriyle değiştirilirmiş.
YUMURTANIN KABUĞUNDA MEKTUP…
Ağabeyim askerden dönünce dükkânı yeniden açtı. 1960’larda para ekonomisi epey gelişmişti. Bizim dükkânda biriken yumurtalar, ağabeyim tarafından çivi sandıklarına samanların içine yerleştirilir. Eşeğe yüklenerek Fatsa’da tüccara götürülürdü. Bunların İstanbul’a sevk edildiklerini biliyorduk. Ben bembeyaz yumurtaların üzerine kurşun kalemle şöyle yazardım: “Ey bu yumurtayı yiyen vatandaş! Bunlar Fatsa’nın Beyceli köyünden gelmektedir. Afiyet olsun!”
İstanbul’a böyle bir hayli mektubum gitti. Ben o zaman bu yumurtaların evlerde tüketildiğini sanırdım. Bunların tatlı işlerinde kullanıldığını nerden bilebilirdim?
Ağabeyimin siparişi üzerine Fatsa’dan eşeksırtında mal getirdiğim çok olmuştur. Irmakta suyun kabardığı bir gün, zavallı hayvanla birlikte suya kapıldık. Eyer tersine döndü. Zar zor kendimizi kıyıya attığımızda malların çoğu ıslanmış bulunuyordu! Su, bisküvi kutularının içine bile girmiş, üzerine “Betit Beurre” yazan bisküvilerin bir kısmını hamur haline getirmişti!
Ağabeyim, dükkânı 1963’te yapılan yeni evimize geniş bir bölüm ekleyerek orada devam ettirdi. Sonra da oğlu Sabri için yaptırdığı evin alt katına taşıdı. Bu artık köy ölçüsünde bir “Market” halindeydi. Alfabetik bir veresiye defteri de vardı. Bu nedenle bütün köylülerin soyadları ezberimdedir. Ben bu defterlerden köyün ekonomik durumunu çıkarmaya çalışırdım. Ağabeyime ilk defterleri saklayıp saklamadığını sordum. Saklamamıştı! Buna çok üzüldüm. Diğer konularda olduğu gibi bu bana göre sonradan çok işe yarayacak belgeleri yok etmek anlamına gelirdi. 1953 yılıyla 30-40 yıl sonrasının alacak defterlerinden, satın alınan malları, ödeme biçimlerini ve miktarlarını karşılaştırıp yorumlamak ne kadar öğretici olurdu.
Ağabeyim öldükten sonra dükkâncılığa büyük oğlu Sabri devam ediyor. Köydeki diğer dükkânla birlikte köylünün hemen her ihtiyacını karşılıyorlar. Tüp, gübre, zirai ilaç, yem de satıyorlar, yüzlerce ton fındık alarak büyük tüccarlara 20-30 tonluk kamyonlarla gönderiyorlar. Fatsa’daki tüccar fiyatlarıyla köydekiler aynı olduğundan köylü malını artık şehre götürme zahmetine de katlanmıyor.
Köylüler artık bakkala yumurta da satmıyor, aksine yumurtasını da, ekmeğini de dükkândan alıyor. Bazıları az ilerde çeşme gürül gürül akarken, susuzluğunu da kola ile gideriyor…
Beyceli köyünde kapitalizmin gelişme çizgisi budur. Hasbelkader bunda küçücük de olsa benim emeğim var! (3 Ocak 2022)
Commentaires