YATIR
top of page

YATIR


Harman sonunda ambarlarını zahire ile doldurup kilerlerine pastırmalarını, avlularına odunlarını istif eden halk, hükümet konağı altındaki sıra kahvelere toplanır, gevezelik ederek kışı tasasızca karşılardı.


Yenecek ve yakacak ne lazımsa eylül içinde hazırlamak, soğuk aylara kaygusuz bir zihin, rahat bir yürekle girmek memleketin âdetiydi. “Etlik” dedikleri bu müddet kırk gün sürer, kırk gün kasabada peri, dev masallarındaki şehzade düğünlerini hatıra getiren bir hazırlıktır giderdi. Bacaların boğula tıkana tüttüğü, kazanların taşa köpüre kaynadığı, evlerin sucuk; dizileriyle çepeçevre donandığı bu gürültülü, telaşlı günlerin arkasından ortalığa, güz yağmurlarıyla başlayan derin bir uyuşukluk çökerdi.


Artık satır sesleriyle değirmen taşlarının uğultusu diner, baltaların çalışması biterdi. Dolu ambarları ve tavana kadar yetmiş odunluklarıyla vücutlarının, ocaklarının yiyeceğini hazırlamış olan bu halk kahvelere dolarak -vakitlerini nargile köpürdetmek, öksürükler, tıksırıklarla sık sık. fasılaya uğrayan mânâsız sohbetlere dalmakla geçirirdi.


Dışarı ister kış bir sonbahar gibi ılık geçsin, Kasım içinde kızılcıklar sapsarı donanıp asmalar filiz versin; ister kar adam boyu yığılıp yolları örtsün, fırtınalar telgraf direklerini devirip kasabanın dünya ile alâkasını kessin, onlar iri sac sobaların nar gibi kızardığı kahvelerde toplaşarak, ocaklarında kütükler alevlenen yer odalarında hindi doldurup birbirine ziyafetler çekerek kendi âlemlerinde kaygusuz yaşarlar, hudutlarından ötesini düşünmezlerdi.


Lâkin bu sene çoktan beri başlayan odun sıkıntısı artık kıtlık derecesini bulmuştu; sobaların kızaracağı, odunların parlayacağı şüpheliydi. Zira girdiği köyde boynuzlu bir çift hayvan bile koymayan yaman bir veba, bu civarı eli böğründe bırakmış, her işi yüzükoyun sermişti. On sekiz saat ötedeki ormandan kasabaya odun indirecek acar öküzler nerede? Derileri tulum, kemikleri tarlaların etrafına çit olmuştu… Harbe raslayan bu yılda, zaten delikanlılar da azalmış, köyler boşalmıştı. Merkeplerinin sırtına beş, on çürük dal vuran kadınlar vaktiyle bir arabaya istedikleri parayı alamayınca mallarını satmıyorlardı. Daha kimse odununu alamamış, bir çare bulamamıştı.


Bu sene odun kıtlığı çok can yakacak, çok ocak söndürecekti.


İki sene için peşin para ile kiraladığı hamamı, yakacak bulamadığından kapatmaya mecbur olan İliştir Nuri:


– Ah şu Maslaktaki orman!… Ne etsek de köylüyü kandırsak? Kasabaya dört saat… Benini hamama da yeter, sizin evlere de!…


Diye iki de bir de söyleniyor, bir yol gösteriyorsa da kimse yanaşmıyor, kimse bunun çıkar bir iş olduğuna kanmıyordu.


Zira içinde bir yatır, yani bir mezar, bir evliya vardı ve manevî silâhlarıyla bu ormanı hükümetin korucularından ve yasaklarından daha iyi koruyordu .Bir dalı kopmamış, bir ufak kütüğüne balta dokunmamıştı. Dağların ağaçlarla örtülü olduğu feyiz zamanlarından yadigâr gibi kalmış; çıplak tepeler, kayalı yamaçlar arasında gözleri dinlendiren yayvan gölgesiyle bütün ovaya bir şirinlik vermişti. Yanındaki köy halkı, Maslaklılar, iki gün öteden odun getirir, tezek kurutur, saman yakar, yatırın malikânesine dokunmayı hatırından geçirmezdi. Mescidin minberini yakmakla bu ormanın ağacını baltalamak arasında bir fark görmüyorlardı. Hele biri, bir yabancı ilişsin alimallah, hükümet zindana atacak olsa bile gene parçalarlardı.


Bu, küçük bir çam ormanı idi. Yazın kasabanın boğucu sıcağından kaçanlar gelirler, çadır kurarak gölgesinde serin günler geçirirlerdi. Tam ortasında minimini bir kaynak yaz kış artıp azalmayan reçine kokulu berrak sızıntısıyla bu ziyaretçilere iştah, şifa verirdi. Suyun yanında dedenin kabri vardı. Halk özenmiş, bezenmiş, mezarın etrafına yeşil boyalı bir tahta parmaklık çekmişti. Gül dikmişler, fener de koymuşlardı.


Tam beş tarafında güneşsizlikten büyüyemeyen cinsi belirsiz, cılız, bücür bir ağaç yeşermişti. Renk renk paçavralarla donanmış olan eğri büğrü dalları onu, sıcak memleketlerin yaz kış çiçeğini dökmeyen tuhaf bir fidanına benzetiyordu. Fenerin altındaki taş, çıra isinden kararmış, şemalı kibrit uçları yapışarak, mumlar eriyip taşarak kirlenmişti. Devrilmiş bir pirinç şamdan ,dipleri kırık iki, üç kandil mütemadiyen dökülen kuru çam yapraklarıyla her gün biraz daha örtülüyordu.


Yıllar yaşamış,yorgun edalı, bezgin sesli çamlar bu ıssız kabrin basma dolmuşlar, en sakin havada bile işitilen ahret fısıltılarıyla dervişler gibi, biteviye zikrederlerdi. Ormanın bu en loş, en kuytu parçasında öbür dünyayı hatırlatan, insanı ölüme yaklaştıran, gönlüne üzüntüler veren bir hal, bir tesir vardı.;


İste İlistir Nuri’nin Maslaktaki orman dediği bu çam korusuydu. İliştir, memleket lisanında süzgeç demektir. Bu lâkap belki yüzünün delik deşik denecek kadar çiçek bozuğu olmasından verilmişti. Vaktini kahvelerde, gezmelerde, rakı âlemlerinde geçirir, işsiz güçsüz yaşardı. Kendine mahsus bir kuşak sarışı, bir püskül sarkıtışı, hele diz kapaklarım dik dik tuta tuta topalımsı bir yürüyüşü vardı ki. Kasaba halkını katıltırdı. Zaten herkesin mizacına göre şerbet verdiğinden bütün kaza ahalisinin dostu, her eğlencenin davetlisi, her yolcunun kılavuzuydu. Kasabaya inen yabancılar karşılarında onu bulurlar, bildiklerini ona söylerler, anlayacaklarını ondan öğrenirlerdi. Etraftaki üç vilâyetin haberlerini fazla ilâvelerle büyütüp kahve kahve yayan hep Nuri idi. Kırk yılda bir, bir iş tutayım demiş, hamamcılığa karar vermiş, fakat odun yokluğuna rasgelerek bu aksilik onu bu daha kâr peşinde koşmaktan vazgeçirmişti.


Bir çare bulamazsa hamam, ona tarlalarını sattıracak, İlistir’i batıracaktı. Haftalardan beri çare arıyor, dalgın dalgın dolaşıyordu. Arkadaşları şakalaşıyorlar :


– Şeytanın bilmediğini bilirdin ülen İliştir, halâ ormana bir çark takamadın mı? diyorlardı.


Güz içinde fırtınalı bir yağmur iki günde ağaçları yapraklarından soymuş, civar dağların tepelerine kardan beyaz takkelerini giydirmişti. Tüten soba boruları, buğulanan camlar, gocuklu insanlarla kasaba kış halini çoktan almıştı. Galiba, bu sene, soğuk aman dedirtecekti.


Bu taraflarda, bazan, ne sürekli, ne inatçı bir kış olurdu. Bembeyaz, dümdüz ova ortasında kasaba her gün biraz daha gömülerek insana âdeta, böyle örtüle ezile, siline ufala bitecek, bahar gelince eriyen karların içinde bulunmaz olacak hissini verirdi. Nisan yağmurlarına kadar böyle yarı saklı, yarı canlı bir ömürle bekleyen kasabanın dolambaç, dar sokaklarında dört, beş ay hayat, hareket kesilir; ne kağnılar geçer, ne manda sürüleri dolaşır, ne at şakırtıları duyulurdu. Yalnız, bazı günler bir tabut arkasında mezarlığa yollanan ufak bir kalabalık karları hışırdatarak, öksüre öksüre isteksiz, lâkırdısız geçip giderdi. Sonra gene sükût, karların büsbütün derin, korkunç ettiği bir durgunluk, deniz gibi gelir, bu sisli izi çarçabuk örterdi.


Kasabaya, böyle günlerde, bir hayat, biraz can veren bacalardı. Rüzgârın önüne katılarak yassılana uzana, genişliye serpile daima hareket eden dumanlar, uzaktan, bu donmuş ova ortasında kemiklerinin içi titreyen garip yolculara ne keyifli görünürdü.


Halbuki bu sene bacalar eskisi gibi taşa taşa tütmeyecek, ocak içleri rüzgârlara karşı meydan okuyarak alevlene alevlene homurdanamayacaktı.


Bir gün Nuri sevinçli bir yüzle kahveden içeri girdi, oturan halkı,çekmece başındaki mal sahibine şöyle bir daire işaretiyle göstererek:


– Yap ağalara benden birer kahve!…dedi.




Ne olmuştu? Soranlara: “Hiç diyordu, öyle de battık, böyle de, bari ahbap kazanalım!…” Öbürleri şüpheleniyorlar: “Bir iş çevirdi amma nasıl anlasak” diye düşünüyorlardı.


Anlaması uzun sürmedi; ertesi gün gelen bir haber kahvelerde çalkalandı, halkı dışarı uğrattı: Maslak ormanından, hemen de yatırın tam etrafından beş at çam kütüğü gelmiş, doğruca İlistir’in hamamına istif edilmişti. işitenler:


– Etme be, gerçek mi? diye şaşarak fırlıyorlar, bakmaya gidiyorlardı.


Haber doğruydu. Külhanın istinasını getirecek kadar çıralı, kalın, sağlam kütükler birbirlerine dayanmış; çiseleyen yağmurun altında yağlı vücutlarından güzel bir koku bırakarak bekliyorlardı.


İliştir kasabanın pazar yerinde bir sabah Abdi Hocaya rasgelmişti. Abdi Hoca, Maslak köyünden ak sakallı, yeşil sarıklı, titiz, sofu bir adamdı. Elinden teşbih, ağzından dua düşmezdi. Ahalinin büyük bir kayıtsızlıkla «Çiçek» ismini verdikleri frengiye nefes eder, tütsü yapardı. Zelzele gibi, kolera ve muharebe gibi felâketleri evvelden haber vermek, kışın şiddetini yazdan, yazın kurağını kıştan anlamak gibi kerametimsi halleri onu yalnız köyde değil, kaza dahilinde bile nüfuzlu bir mevkie çıkarmıştı, İstanbul zelzelesini ayni gün, ayni saatte, güya hissetmiş, kahvedeki minderli, pöstekili hususî köşesinden yarı uyku, yarı vecd içinde sessiz dururken birden:


-Aha yazık oldu gözüm yere…diye haykırmıştı. Belki bunu kasabada Belediyenin yıktırdığı eski kadı köşkünü hatırlayarak söylemişti; fakat ertesi günü vak’ayı öğrenen köylüler gezdikleri yerde Abdi Hocanın :


-Aha yazık oldu gözüm memlekete…Dediğini yaymışlardı.

Onlar hocalarıyla övünürlerdi.


İşte İliştir’in rasgeldiği Abdi Hoca böyle yarı ermiş bir köylüydü. Hemen koşup elinden öptü, boynunu büküp durdu. Hoca bu hürmete mukabil tespihsiz sol eliyle İlistir’in arkasını sıvadı, geçtiler.


Fakat bu tesadüf Nuri’nin zihninde derhal bir aydınlık hâsıl etti; sanki haftalardan beri kafasının içini, çekmez bir ocak gibi dolduran isler, dumanlar sıyrılıp gitti, bir açıklık oldu. “Acaba, diyordu, kandırabilir miyim?”


Geri döndü, pazar yerini altüst ediyor, aranıyordu, nihayet gördü: Abdi Hoca, halkın selâmlarına yarı buçuk cevaplar vererek ağır ağır gidiyordu. Koştu, bir şey söylemek ister gibi önünde durdu. Elleri göğsünde, gözleri yerde, korkar gibi bekliyordu.


– Ne var İliştir, bir müşkülün mü var?


İliştir ara sıra, alay çıksın diye hocaya leyleklerin hakikaten hacı olup olmadıklarına, domatesin hınzır eti kadar günah sayılıp sayılmayacağına dair zor sualler sorar, tâ köye kadar yollanarak ırmak boyunda bu sene kırağı yağacaksa boş yere bağları belletmiş olmamak için danışmaya geldiğini söylerdi. Fakat bunları o kadar ustalıkla, belirsiz yapardı ki hoca kanar, İlistir’i kendi kerametine inananların en sadığı sayardı.


Bu gün:


-Söyle bakalım, ne danışacaksın?


Sualine karşı biraz kekeledikten, öksürerek vakit kazandıktan sonra anlattı: Üç gecedir biteviye rüyasında kendisini karanlık, sık bir orman içinde kaybolmuş görüyormuş: amma ne orman?… Sağına dönüyor, ağaçlar önünü kapatıyor, soluna koşuyor, dallar ayaklarına dolanıyormuş… Kan ter içinde böyle uğraşırken birden karşısında beyaz arakiyeli, yeşil cübbeli, nur yüzlü bir ihtiyar peyda oluyor:


-Bekle oğlum, Abdi Hoca yakında seni de feraha çıkaracak beni de…diyormuş… Böyle uyanıyor, bakıyormuş ki sabah ezanları okunuyormuş. Merak etmiş, Kadiri şeyhine uğramış, anlatmış; bir iyi dinledikten sonra demiş ki:


– Bunu git ehlinden, hocadan sor; elbette Maslak Dede benden, senden evvel o cennetlik zaten malûm olmuştur. Evliyalar karanlık, izbe yerlerden, illâ çam korusundan hiç hazzetmezler. Onlar servi ile gül severler; vaktiyle ben Malatya’da dervişken bir veli hepimizin rüyasına girer, “Ferahlatın beni!” diye seslenirdi. Türbesinin etrafındaki ağaçları baltalamadıkça bizi rahat bırakmadı. Belki bu da öyle bir şeydir, Allahü âlem bissavab… Ben de üç gecedir aynı rüyayı görüyorum… Yine Abdi Hoca bilir…


Abdi Hoca şaşalayarak dinliyordu, iliştir vakit kaybetmeden saf bir çehre ile hemen sordu: «Hocaya da malûm olmuş muydu?» Bunu merak ediyordu.


İliştir Nuri’nin bu sade, fakat cevap isteyen suali karşısında hoca yutkundu: düşündü. Hayır, diyemezdi, İliştir’e, Kadiri şeyhine, belki de daha başkalarına görünen velinin ona daha evvel görünmesi icap etmez miydi? Hem mademki onlara da Abdi Hocanın ismini vererek zahir olmuştu, vukufsuz görünmek dal budak salan şöhretine tâ dibinden bir balta vurmak demekti… îyisi mi, baltayı ormana vuracaktı; hem çoktandır köylünün şurada burada yayıp gezeceği ehemmiyetli bir iş, bir keramet göstermemişti ara sıra kendisinden bahsettirmezse unutulacağı şüphesizdi; bu bir vesile idi; istifade etmeliydi.


Manalı yapmaya çalıştığı bir tebessümle, vakarını bozmadan İliştir’in arkasını bir daha sıvadı:


-Sen rahat ol, oğul. Ben dedenin emrini çoktan aldım!.


Dedi; dudaklarında tehlil, parmaklarında teşbih, uzaklaştı. İliştir, sevincinden bastığı yeri görmeyerek koştu, kahveye kendini attı ve bildiğimiz gibi:


– Yap ağalara benden bir kahve!…diye haykırdı.


Ertesi, gün Maslak köylüsü, Abdi Hocanın: «Haydi evlâtlar, bize vazife göründü!» diye verdiği emri, itirazı hatırından geçirmeden yerine getirmeğe koşmuşlar, asırlar görmüş azametli çamlara, dinî bir tevekkül ve sevinçle baltalarını sallamışlardı. Akşama mezarın etrafında iki dönüm kadar yer açılmıştı. Odunun fazlasını satarak türbeye bir lahit yaptırmayı düşünürlerken iliştir yetişmiş, hemen pey sürerek elli at yükünün pazarlığını bitirmişti.


İşte külhanın önüne yığılan odunların hikâyesi bu idi. Lâkin bir defa kudsîliği ve ruhaniliği kaybolan mezar artık eski kuvvetini gösterememiş, baltaların hücumundan bu yakın ormanı kurtaramamıştı. O güzel çam korusundan üç sene sonra çıplak bir tepe ile çıplak bir mezar kalmıştı.


Kaynak bile damlalarını azalta azalta nihayet, bir temmuz içinde kurumuş, kaybolmuştu; sanki o reçine kokulu parlak suyunu çamların damarlarından çekip çıkarıyor, çamların usaresini topluyordu. Hattâ Rumeli muhacirleri daha ileri varmışlar, bir karlı gecede türbenin yeşil parmaklığını da sökmüşlerdi. Bunu işiten Abdi Hoca:


-Dünyanın şerri arttı, Maslak Dede artık bizden elini çekmek, nam ü nişanını kaybetmek istiyor.


Diye tevile kalkışmıştı amma, şöhreti gittikçe azaldığından buna kulak asan olmadı.



171 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Balkon

GEZİ PARKI

1/3
bottom of page