BİR DERSİM HİKÂYESİ*
top of page

BİR DERSİM HİKÂYESİ*

Güncelleme tarihi: 22 Oca 2021


Murathan Mungan’ın “Herkesin bir Dersim hikâyesi vardır.”; çağrısından yola çıkan yirmi üç yazarın yirmi üç öyküsünden oluşmuş seçkiyi özenle okumasam, yazmak gereğini de duymazdım.

Kuşkusuz ülkemin eğitiminden geçmiş, öğreti kitaplarından çok nen öğrenmiş, öğrendikleriyle de yetinmeyip araştırma tutkusuna düşmüş, yazma ateşinde de yanmış insanım. Yaşadığıma tanık, sözümün arkasında duracak denli de insancıl, olabildiğince de aydın olduğuma inanırım. Benim de kısacık da olsa bir dersim hikâyem vardır.


Cumhuriyet Tarihi dışında “Kutsal İsyan**” kitabını okuduktan sonra sorguladıklarım çoğalmaya başladı. Dedem ölüştü ama “ Köprünün altı çiçek/ Dersim’e gelek geçek.” türküsünü söylerken ‘… ağlar mıydı, ırlar mıydı?..’ gerçeğini öğrenecek kimsem kalmamıştı. Köylerde çalıştığım yıllarda kendimden yaşlılara güven vermiş olmalıyım ki değerli dostluklar kurmayı başardım. Boyu kadar eniyle de seçkin Ahmet Uzun’un 1937-38 yıllarında Cumhur Başkanlığı Muhafız Alayı’nda asker olduğunu, Dersim harekâtında oralarda olduğunu öğrendim. Sözü döndürüp dolaştırarak oralara getirdiğimde “Oralarda çok can yandı. Munzur suyu kırmızı kızıl aktı” sözünün ötesinde bir açıklama alamadım. Yaşananların öznesine, nedenine, yenenine, yenilenine ilişkin açıklama getiremezdi ama ‘…Hükümet emir verir, asker uygular. Asker de köylüdür, asi de…’ sözüyle konuşmayı sonlardı. Sözü sonlarken de bilsememi kamçıladığını bilemezdi. “Değirmenci Cano ”öyküsünden de usumda kalıntılar vardı da olan biteni anlamama yetmiyordu. Cemo 1-2, Memo*** romanlarını birden fazla okuyarak olan bitenin tarih kitaplarında yazılamayan gerçeğini de, olayın içinde yaşamış yedek subay öğretmenin bölge diliyle anlatımından öğrenmiştim.


Şubat soğuğunda, kargasekmez düzünde, atlarından inmeyen aşiret beylerinin toplantısında ;kalkışmaya katılmak istemeyen beyin- sonradan katıldı denilerek ağır yaptırımlara uğramıştır- sıraladığı gerekçeleri yedi başlık altında toplamıştım. İlgi çekici olanı da “ Bizim Kemal Paşa ile bir derdimiz yok. Kemal Paşa’dan önce ehli beyt uşağı adam yerine konmazdı. Bizi adam yerine koydu, vatandaş saydı. Eğer bir aşirete biat etmemiz gerekiyorsa kurulmuş bir devlet var. Bizim aşiretlerin hangisi daha adil davranır? Yeni devlet çok şeyleri değiştirirken el kadar kalan aşiretlerini kendi başına bırakır mı?” sorularına yanıt vermeyen beyler selamsız sabahsız uzaklaşır gider ama kendine de ihanet edileceğini düşünemezdi.


İlerleyen yıllarda Tuncel, Dersim, Kalan sözünün geçtiği yazıları inceden inceye okudum. Konunun değişik amaçlarla kullanılmaya çalışıldığı gördüm. Bir dönem devrimci söylem içinde, cumhuriyet karşıtlarınca, ırkçı yaklaşımlarca siyasal sulandırmalara uğradı. Öyle ki kendisini “Dersimli Aydın Sayanlar” bile yaşananları “ Soykırım” göstermeye çalışmışlardır. 1938 yılından beri Mustafa Kemal’in partisi CHP’ye oy veren alevi kesimin davranış nedenini sorgulama gereği duymamışlardır. Bir gerçek var ortada; İşgale direnen halkın başardığı kurtuluş savaşı, savaş sonunda kurulan cumhuriyet dönemi, Mustafa Kemal Atatürk, cumhuriyet değişimleri vardır ortalıkta. Ülkenin çoğu bölgesinde cumhuriyet değişimleri etkilerini gösterirken, okullar, yollar, güvenlik, belirli kurallara bağlanırken cumhuriyet yönetimi 1935 yılına kadar Dersim’e girememiştir. Devlet gücünü göstereceği kurumlarını, işyarlarını her yerde etkinleştirmeye çabalarken Dersim’i feodal derebeylerin, şeyhlerin, seyitlerin egemenliği altında kul-maraba olarak bırakmasını beklemek bir düş olmaktan öteye gidemezdi.


Tunceli Vilayetinin İdaresi Hakkında Kanun 25 Aralık 1935 tarih ve 2848 sayıyla çıkıp Ocak 1936’de uygulamaya konuldu. Açık üç öneri vardır. Türk nüfusun yoğunlaştırılaca ğı bölgeler, göçürülüp batıda yerleştirilecek bölgeler, bölge halkının yaşamını sürdürmesinde gelecek görülmeyerek boşaltılıp oturmaya yasak edilen bölgeler, olarak kararlı bir uygulama söz konusudur. Yasa uyulamaya konulurken devletin gücü ile feodal kalıntıların düzeninin, Derebeylerinin çıkar ilişkileri de çatışacaktır. Devlet devletliğini kanıtlarken, Derebeyi yıllardır din ve gericilik üzerine kurduğu gücünü koruyacaktır kuşkusuz. Ortada kalan yıllardır bilgisiz, eğitimsiz, sağlıksız, sahipsiz halka söz hakkı tanınmadı. İki güç de yanında olmasın bekledi doğal olarak. Burada çatışmaya neden olan halk kime sağlanacaktı? Halkın geleceği nerede aydınlık olacaktı? Günün koşullarında bir halk oylaması düşünülebilir miydi?


Her öykücü yaşananların doğrudan öznesi değildir. Yazarların doğum tarihlerine bakıldığında, anlatılanların anne ve babaların büyüklerinden dinleyip aktardıklarıyla, yazarın çok az da olsa yaşlılardan dinledikleri olabileceği gibi dinleyip, okunanlardan kurgulanmış öyküler olduğunu görürüz. Yaratılan öykü kişileri de daha önce yazılmış öykülerin kişilerinin yaşantılarına çok benzemesi, benzer olayların yaşanmışlığı, öykü yazarlarının yazın gücünü azaltmamaktadır. Tarihsel belgelerin incelenip kurgulanmış öyküler kendisini ele veriyor.( Beyaz Kartal… Çok Uzakmış… Sabiha… Yıllar Önce Bu Meydandaydım… Dedemin Madalyası… vb.).


Bütün öykülerde verilmek istenen iletileri değerlendirmek okurun konudaki bilgi birikimine, önceki okumalarına göre değişebilir. Sezinletilmek istenen ana duyguya yaklaşırken iki ana açıdan bakmak gerekir inancındayım. “Biz barışı birlikte sağladık; birlikte sağladığımız barışı bozmak isteyen bu maceraperestler, yazık, çok yazık” düşüncesinin Mustafa Kemal’in görüşü olduğunu sezinler okur. Bütün öykülerde dönemin Cumhurbaşkanına, Başbakanına, komutanlarına doğrudan yöneltilmiş bir ileti yok. Söylemek istenenlerin Sabiha üzerinden duyumsatılmasını duruş eksikliği olarak algıladım. Sabiha Gökçen adının sık geçmesi bombardıman uçaklarından dolayı öne çıkarılmadığını sezinledim çünkü yanında on beş savaş pilotu daha vardır. Sabiha Gökçen’in etnik kökeninin 1915 olayları ile ilişkilendirilmesi, içinde öç duygularını taşıdığı anıştırılmak isteniyorsa; ‘…kendini koruyan insanlara ihanet etmemesi gerekirdi…’ demek mi isteniyor?


Sabiha Gökçen ağzından öyküde söyletilen ‘…Ben nereden kalkarsam kalkayım babama konacak teyyareyim.(.69)…’ tümcesi o anki duygu ve düşüncelerine uygun düşer. Yadsıyorsak, Tunceli halkının derebeylerine bakışını anlamamışız demektir. Tunceli halkı seyidine, şeyhine, ağasına nasıl koşulsuz bağlıysa, Sabiha Gökçen’in de Atasına bağımlılığı aynı değerde düşünülmelidir. Dönemi sorgularken olanların doğrudan özneleri ile yüzleşmeye giremeyenler karar verme yetkisi olmayanları suçlama yoluna giderse içtenliksiz bir yöneliş olur.

Yirmi üç öyküyü okuduktan sonra önümüze iki yaklaşım çıkıyor.

Olayların öznesine taraf olmadan, bölgede yaşanan acıyı yaşayan kimsesiz, kendine bir yana yaslayamamış, umarsız insanlarda bıraktığı etkileri öykü duyarlığı ile vermeye çalışan öykücüler, örneğin; “ Esker geldi. Uzakta o da ana kuzusuydu. Esker de ana kuzusu. İnsan İnsana kıymaz (s.17).


Öykülerde öykü sanatını ikinci izleğe iterek siyasal düşünceyi öne çıkaran öyküler, öykücüler. İletileriyle bir şeyler söyleyecekler ama bir türlü o sözcüğü söyleyemeyen, söylemekten çekinen, ama duyumsatmaya çalışanlar. Duyumsatmanın da ötesine giderek iletisini kanırtarak gözümüze sokmaya çalışan öykücüler de düşüncelerini sergilemiştir. Söylemek istediğini iç konuşmalarına gizlemeye çalışanlara sorulacak bir soru düşüyor usuma. 1938’den beri Alevi, Ehlibeyt olarak algılanan vatandaşlarımız her seçimde neden oylarını Mustafa Kemal’in partisine veriyorlardır? Sizin anıştırmaya çalıştığınız iki sözcüğe inansalardı kesinlikle oy vermezlerdi sanırım. Olsa olsa kandırıldıklarının bilincine varmışlardır. Bölge halkı Koçgiri, Şeyh Sait kalkışmalarında kendilerine biçilen değeri, uygulanan ayrımcılığı da görmedi mi dersiniz?


1915, 1920, 1925 kalkışmalarının neden sonuç ilişkilerini tam öğrenemeden 1938’ anlamak sadece sözlü anlatımlara sığınmanın sığlığı olur. 1972, 1980 kırılmaları da sol düşünceyi, özelinde de alevi solu yok etmeyi amaçlar. Bu yıldırma siyasalarının uygulamaları sonucunda sol düşünceli insanların inancına ve kimliğine bakılmadan Avrupa ülkelerine gitmelerine göz yumularak ‘…kopuntu Alevilik’ olgusu yaratılmıştır. Avrupa ülkelerinde sığınacak yer, ekmek arayan iyi yetişmiş beyin gücü ne olacaktı? Avrupa Birliğinin istekleri doğrultusunda ülkemize uygulanacak siyasaların içinde yer almak zorunda bırakıldıklarını da biliyoruz.


21. Yüzyılın başlarının siyasalarının, uygulamalarının kurgucusu da ülkemizden kovulmuş değerler değil miydi? Uygulanan siyasalar içinde ülkemizin sanatı, yazını, kültürü de yok muydu? Kopuntu düşünceler acıyı kanırta Tunceli kökenli insanları bir noktada toparlamaya çalışmaktadır dersem yanlış olmaz sanırım Aynı yıllarda geçmişimizde yaşanan toplumsal değişimlerde yaralanmış insanların anımsamak bile istemedikleri acıları dillendirilerek yaratılmak istenen düşmanlıklar, ayrılıklara dönüştürülmeye başlanmıştır. Kendi ülkemizde yaşanan hızlı toplumsal değişimlerde yaralanan, dağılan, insanlara ilgisiz kalınmışsa; ülkemizin her ilinde aydınlık düşüncenin öznesi olan milyonlarca insan nereden gelmiş, Avrupa ülkelerine taşıdıkları bilgilerini, becerilerini nerden almışlardır? Öykü yazarlarının eğitim gördükleri okullara baktığımızda açık bir gerçek vardır. Cumhuriyet devrimlerinin eğitim kurumlarından aldıkları bilgi ve becerilerle çağımızı sorgulama gücüne ulaşmışlardır. Okuduklarım içinde; Serçe ****nin olaylara bakışımı insancıl boyutlarda etkileyen, netleştiren önemli bir çalışma olması boşuna değildir sanırım.


Usta yazarımız Murathan Mungan’ın gerçekleştirdiği çalışmanın sorumluluğu önemlidir. Nice yıllardır taşlaşmış düşüncelerin üç kuşak sonrasında sorgulanmasına olanak sağlayan seçkiyi oluşturarak yazınımızdaki eksiği tamamlamaktadır. İster soykırım olarak görsün, isterse yirminci yüzyılın hızlı değişimlerinde dünyanın her köşesinde yaşanan değişimlerin istenmeyen ama kaçınılmaz acı sonucu olarak algılasın, önemli bir işi başardıklarına inanıyorum. Yazımızda yeri geldikçe değinilen kalkışımlarda başka ülkelerin kışkırtmaları, siyasi çıkarları var mıdır? Başka ülkeler halklarına nasıl davranmışlardır? Sorumuzun yanıtının irdelenip, içinde yaşadığımız kül karası günlerde yeniden düşünülmelidir.


“Bir Dersim Hikâyesi”, özenli bir öykü çalışması olarak algılanmayacak, süreme katkıları da irdelenecektir. Olguları, sonuçları, geldiğimiz aşamayı düşündüğümüzde varacağımız yetkinliğe de katkıları olacaktır. Has okura söylemek istediğim; geçmişte yazılanları da ‘Kemalist, cumhuriyetçi, resmi ideoloji’ önemsizleştirmesine düşmeden okuduğumuzda kopuntu ucuzluğuna düşmeyeceğimize inanıyorum. Geçmişte ölenlerin ödediği bedellerle günümüze ulaştığımızın da anımsanması dilerim. 22 Aralık 2015

  • * Murathan Mungan- Seçki. Metis Yayınları- 2012.

  • * * Sabahattin Selek- Kutsal İsyan. May yayınları 1966.

  • *** Kemal Bilbaşar- Cemo 1-11(1967), Memo(1970) Roman, May Yayınları. 1970

  • ****Ali Arslan- Serçe 1-2, roman. Berfin Bahar Yayınları.2002







16 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
1/3
bottom of page