Ben Ukraynadayken...
top of page

Ben Ukraynadayken...

Güncelleme tarihi: 8 Ara 2020


UKRAYNA İZLENİMLERİ-1


*

YAĞMALANMIŞ BİR ÜLKE

*

Yozgat Boğazlıyan'dan öğrencim Mahmut, girdiği hayat mücadelesinde birçok zorlukla boğuşa boğuşa önemli ticari işler yapan bir “Anadolu kaplanı” olmuş.

Birkaç yıl önce Ankara’da beni buldu. Yemeğe, ardından Uzunlu’ya götürdü. “Hocam seni iş yaptığım Rusya’ya götüreyim, birkaç gün gezersin” deyip duruyordu.


Öğrencilerin, eski öğretmenlerine karşı saygı duymaları doğal olmakla birlikte onun bu ilgisinin özel bir nedeni de varmış: “Dünyanın neresine gitsem hocam, hayalin benimle birlikte geliyor. Her davranışım için hocam duysa acaba ne der diyorum” demişti. Öğretmenlerin öğrenciler üzerinde ömür boyu sürebilecek etkisine bir örnek olsun diye bu duygularını yazmasını ve

Öğretmen Dünyasında yayınlatmasını istemiştim. Fakat adımı yazmayacaktı. Yazmış ve dergi de benim adımı çıkarmadan yazıyı yayımlamıştı.



Mahmut' la birlikte Kiev'de...4 Mart 2017, Ukrayna




"KÜÇÜK KARABALIK"


Mahmut, o yılkı öğretmenliğim için birçok ayrıntıyı hatırlıyor. En çok da kendilerine kitap okutup anlatmalarını istememi. Hiç unutmadığı kitaplardan biri İranlı yazar Samed Behrengi’nin o tarihlerde çok okunan Küçük Karabalık hikâyesi. Yaşadığı dere ile yetinmeyen Küçük Kara Balık, ırmağı, sonra bununla da yetinmeyerek okyanusu tanımak ister. Orada büyük balıklara yem olmamak için elinde bir hançerle yüzer. Mahmut bu hikâyenin çok etkisinde kalmış ve kendisi için Küçük Karabalık’ın serüvenini benimsemiş. Bu da kitapların insanlar üzerindeki kalıcı etkisi. Siz siz olun, kitap okumayı ve okutmayı boş bir iş saymayın.



Mahmut, onu bir hayalet gibi izlediğimi hissettiği iş hayatında benim hayat felsefemi örnek alabildi mi? Bunu sanmıyorum. Bir iş adamı için galiba buna imkân da yoktur. Fakat ona verdiğim korku bile yeter!


“Size verdiğim sözü yerine getirmek istiyorum. Gidiş-geliş beş gün sürecek Ukrayna gezimde bana eşlik eder misin?” önerisini geri çevirmemin makul bir nedeni olamazdı. O, öğretmenine karşı bir jest yapıyordu, ben de birkaç günlüğüne yeni bir ülke görecektim.


1 Mart Çarşamba günü sabaha karşı, oğlu Alperen’in kullandığı otomobille beni evimden aldılar, saat 07 uçağı ile Esenboğa’dan Ukrayna’nın başkenti Kiev’e bir saat 50 dakikada ulaştık. Türkiye’den 10 enlem daha kuzeyde olan Kiev’de soğuk rüzgârlar esiyordu. Havaalanından otobüsle İstanbul Boğazı genişliğinde Dinyeper nehrinin üstünden geçerek kent merkezine gidip bir restoranda sabah kahvaltısı yapıp biraz oyalandık. Kiev’i dönüşte gezecektik. Bir saatlik bir uçak yolculuğu ile akşamüzeri Ukrayna’nın Batı’da Polonya sınırına çok yakın Lvov kentine uçtuk. Bizi, Mahmut’un iş yaptığı fabrikanın ayarladığı bir araba alarak şehir merkezinde günlüğü 50 liradan beş günlüğüne tutulmuş içinde sıcak suyu, mutfağı, duşu, televizyonu, interneti bulunan yan yana iki odaya bıraktı. Şehirde böyle evlerden bir hayli varmış ve otelden daha ucuza gelirmiş. Buralarda oturan bir hayli bekâr, öğrenci ve aile de varmış.


Ukrayna saat dilimi bizimkinden bir saat geri. Saatlerimizi ayarladıktan sonra büyük bir markete girip sabah kahvaltılarımız için bazı yiyecekler aldık. Marketlerde zeytin dışında parası olanlar için her şey var.


“HER ŞEY BENİM OLSUN…”

Akşam domuz etinden yapılmış yemeklerden azade olmak için Mahmut beni Kafkas Restoran’a götürdü. Burayı bir Ermeni işletiyormuş. Biraz sonra Mahmut’un mal aldığı fabrikanın müdürü de geldi. Yemek sırasında ben Ukrayna hakkında bilgi toplamaya çalıştım. Bu arada fabrika müdürü mühendise Ukrayna’dan Türkiye’nin nasıl göründüğünü sordum. Türkiye hakkında fazla bilgisi yokmuş ama Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şanı oralara kadar yayılmış: Onun için “Her şey benim olsun diyen bir adam” dedi. Gerçi Ukrayna yönetimi de ondan aşağı kalmıyor. Sovyet sistemi bozulunca ülkenin ekonomik kaynakları ve varlıkları parti ve işletme yöneticileri tarafından kendi üstlerine tapulanmış. Şimdi ülkede aşırı zengin bir sınıf var. Demokrasi ve serbest seçimler bir karikatürden ibaretmiş. Komünist Parti’nin yerinde yeller esiyor! “Ukraynalılar, komünizmi neden bıraktı?” soruma birkaç neden sıralanıyor. Bunlardan biri halkın özgürlük isteği imiş. Ukraynalılar kapitalizmden çok bir yağma ekonomisinin yürürlükte olduğu yeni rejimden memnun mu? Bunu öğrenmek zaman alacak. İdama mahkûm edilen bizim Temel’in “Bu da bana ders olsun!” demesi gibi bir şey. Pişman da olsalar fayda etmeyecek gibi.


Ukrayna talihsiz bir ülke. Bunun nedeni, ülke sınırlarını koruyan doğal engellerin bulunmayışı. Tarih boyunca yakın ve uzak komşularından atlarıyla ve tanklarıyla bu toprakları çiğnememiş millet yok gibi. Polonyalılar, Kazaklar, Ruslar, Osmanlılar, Almanlar… Ülkeyi yağmalamışlar. İnsanlarını katletmişler. En son İkinci Dünya Savaşı’da Almanların Sovyetler Birliğinde katlettikleri 20 milyon insanın 10 milyonu yalnız bu ülkenin insanlarından. Ukraynalılar şimdi de Ruslarla kavgalı. İki milyon nüfusuyla Kırım’ı Putin’e kaptırmanın acısı içlerine oturmuş. Gene de ülkede Avrupa Birliği ve Rusya siyasetleri çekişiyor. 44 milyon nüfusunun yüzde 17’si Rus. Doğu Ukrayna’da Rusya taraftarları, Batı’da ise Avrupa Birliği taraftarları çoğunlukta imiş. Halkın yüzde altmışının AB taraftarı olduğu söyleniyor. Devlet başkanlığı bu iki kuvvet tarafından tahterevalli gibi inip çıkıyor. (6 Mart 2017)


KIRIM’DAN UÇAN BILDIRCINLAR


Ukrayna’nın tarihi kenti Lvov’a vardığımızın ertesi günü, erkenden kalkıp kahvaltımızı yaptık. Mahmut’un mal aldığı fabrikanın eski ve yeni müdürlerini götüren otomobil bizi saat sekizde aldı. 100 km. uzaklıktaki 90 bin nüfuslu Truskaves yakınlarındaki fabrikaya götürdü. Burası 1946’da yapılmış, dünyada benzeri fazla olmayan sondaj makinelerinin kazıcı uçlarını yapan bir fabrika. 42 hektar bir araziye kurulmuş. 600 işçi çalışıyor. Hammaddesi Ukrayna’da üretilen çelik. Elmasları ise ABD’den geliyor. Yılda 20 milyon dolarlık mal üretme kapasitesi var ama bu yıl üretimi 8 milyon dolarlık olarak planlanmış. Anlayacağımız iki el değiştiren ve şimdi bir bankanın işlettiği fabrika, Ukrayna’nın içine düştüğü durumdan ötürü can çekişiyor. Batan geminin mallarından.


Çelik kütükler belli uzunluklarda kesilip 950 derecelik bir ocağa sokuluyor, bir kor haline gelince üzerine 6.300 ton ağırlığında bir kafa küt diye inerek onu yamultuyor. Bu parça daha sonraki işlemlerle delici bir çarka döndürülüyor. Bu mal, Rusya, Türkiye, Afrika, hatta Avrupa ülkeleri ve Amerika’ya satılıyormuş. Mahmut işte bunları satın alıyor, tırlarla Türkiye’ye taşıyor, Türkiye’de ve başka ülkelerde satıyor.

Ukrayna ekonomisi o hale gelmiş ki, Mahmut sipariş vermese fabrika duracak! Hatta ödemeyi önceden yapıyor, bu nedenle de malı ucuza getiriyor. Fabrika Mahmut’a bağımlı hale gelmiş.


İşçi ücretleri ise acınacak durumda. Yakınlarda Ukrayna’da aylık ücretleri 100 dolardan 120 dolara çıkmış. Bu fabrikada ise ellerine net olarak 140 dolar geçiyormuş. Gerçi Ukrayna’da birçok malın fiyatı Türkiye’den ucuz, örneğin benzin 1 dolar kadar, fakat bu ücretlerle insanların nasıl geçindiği meraka değer. Şu örnek açıklayıcı olmalı:


Mahmut’la fabrika yöneticilerinin hararetli görüşmeleri uzayınca öğlen vakti geçti. Karnım iyice acıktı. Bunlar öğle yemeği yemeyecekler miydi? Fabrika’ya vardığımızda birer kahve ikram etmişlerdi o kadar.


Dışarıya çıkarak orada rastladıklarıma burada kantin benzeri bir yer olup olmadığını sordum. Yokmuş. Koskoca fabrikada işçilerin bir çay içecek yerleri bile yok. Karnım iyice zil çalmaya başladığında sekretere midemi işaret ederek bana yiyecek bir şeyler vermesini rica ettim. Hemen beni odanın mutfak kısmına alarak kek ve bisküvi poşetini önüme koydu. Bunlar sabah gelirken Mahmut’un bir markete uğrayıp aldığı şeylerdi! Bir de çay verdi. Biraz sonra Mahmut de gelip bunlarla açlığını giderdi. Sonradan müdüre sordum. Burada neden bir kafeterya yoktu? Anlattı ki, böyle bir yer varmış ama işçiler uğramadığından kapanmış. Onlar yiyeceklerini evden getiriyorlarmış. Mahmut “Bunlar öğle yemeği yemiyorlar” demişti. Fabrika yönetiminin misafirlere bir kahve ısmarlayacak ödeneği yoktu! Sabah içtiğimiz kahveyi ise muhtemelen müdür evinden getirmişti!


KARADENİZ’İN İKİ YAKASI


Görüşmeler bittikten sonra, yakınlardaki 30 bin nüfuslu termal kenti Drogobiç’e götürüldük. Buraya birçok ülkeden insanlar geliyormuş. Azeri Restoran’a girdik. Az çok bizimkilere benzeyen yemeklerden yedik. Biralar, votkalar içildi. Sıra karşılıklı nutuklara geldi. Benden de bir hoş bulduk konuşması yapmam istendiğinde şöyle konuştum:

“Biz iki komşu ülkeyiz. Kırım’dan uçan bıldırcınlar benim memleketim olan Karadeniz kıyılarına konuyor. Ülkenizin suları, Don, Dinyeper ve Dinyester nehirleri tarafından ortak denizimiz Karadeniz’e dökülüyor. Bunlar bizim kıyılarımızı yalayarak İstanbul ve Çanakkale Boğazından Akdeniz’e çıkıyor. Ayrıca bizim sıkı dostluk günlerimiz oldu. Ukrayna Kızılordu Başkumandanı Mareşal Frunze 1922 başlarında Ankara’ya gelerek Kurtuluş Savaşı’na Ukrayna’nın desteğini gösterdi. Gerçi daha sonra bizim bu tarafa bakmamız bile nerdeyse yasak hale geldi. Ukrayna Rusya’nın bir parçası sayıldı. Sosyalizmin ülkenizde çökmesi karşısında hayal kırıklığına uğradık. Bize “Komünistler Moskova’ya!” diye bağırırlardı. Ne var ki iş adamı Mahmut bizden önce geldi! Kapitalizmin kötülüklerinden ve sosyalizmin beceriksizliğinden dersler çıkararak bütün halklar için yeni ve adil bir gelecek yaratmalıyız. Ukrayna ve Türkiye halklarının parlak gelecekleri şerefine …”



FİYATLAR

Ukraynalılar, Grivni adını verdikleri bir para birimi kullanıyorlar. 1 Doların 3.76 TL olduğu gün dolar 27 grivni, 1 TL ise 7.2 Grivni idi. Bazı dükkânlarda fiyatları not ettim. Bunlar Grivni olarak etiketlenmişti. Türk Lirası olarak şu fiyatlar ortaya çıkıyor:

Tavuk 3.1, Etler 10.1-13.1, domuz eti 15.27, lahana 3.26, salatalık 9.4, domates 3.8-5.5, limon 6.25, elma 2.1, kışlık kabak 2.5, muz 4.7, soğan 0.76, patates 0.76, kuru fasulye 4.8, bisküvi 5.27, portakal 5.5, mandalina 5.27, karnabahar 7.6, tereyağı 14.5, lor peyniri 5.41, greyfurt 5.2, kırmızı biber 12.5, nar 9.7. çorba: 6.5, restoranda üç kişilik içkili bir yemek 100 liradan az. Bir çakmak 1.5 lira. Bir kitapçıda iki kitabın fiyatını not ettim. Hepsi ciltli olan bu kitaplardan 318 sayfalık olanı 9.7, 610 sayfa olanı ise 15.9 lira idi. Şehir içi otobüslerinin biletleri ise nerdeyse bedava: 27 kuruş. Özellikle bu kış mevsiminde ithal sebze ve meyve fiyatlarının Ukraynalıların ortalama kazancına göre oldukça yüksek olduğu görülüyor.



DİLLERİ VAR BİZİM DİLE BENZEMEZ


Ukraynalılar, Ruslar gibi Kiril Alfabesini kullanıyorlar. Kaldığımız yaklaşık Lvov kentinde Batılı markaların Latin harfleriyle levhaları da görülüyor. Sovyet dönemimde resmi dil Rusça imiş, 1991’de ayrılmalarına kadar okullarda sıkı bir Rusça öğretildiğinden orta yaş ve üstünde herkes şakır şakır Rusça konuşuyor. Artık resmi dil Ukraynaca olduğundan gençler Rusça bilmiyor. Bu iki dil birbiriyle akraba. Ortak birçok sözcüğü var. Ukrayna sözlüğünde 105 bin sözcük varmış ki bunların bir kısmının Rusçada da olduğu açık.


Kentte KABA levhasına sık rastlanıyor. Önce bunun bir marka olduğunu sandım. Oysa bu KAHVE demekmiş. Kiril alfabesinde B, v olarak okunuyor. Tatarlar Kahveye “Kava” diyorlarmış. Bu biçimde de Ukraynacaya geçmiş.


Lvov 13. Yüzyılda kurulmuş bir kent. Adını Galiçya Rus Kralı Daniel’in en büyük oğlu Lev’den almış. Tarihte birçok kez el değiştirmiş ve bazı devletlere de başkentlik yapmış. Geçmişinde nüfusu üçte bire kadar çıkan Yahudi nüfusun varlığı ile tanınıyor. İkinci Dünya Savaşı’nda Ukrayna’yı yerle bir eden Almanlar, buraya dokunmamışlar. Bugün, 728 bin nüfusuyla Batı Ukrayna’nın en büyük ve bütün Ukrayna’nın 7. büyük kenti. Devlet, UNESCO’nun Dünya Kültür Mirası listesinde olduğu için şehir merkezindeki yapılaşmayı koruyor. Şehirde 60 müze ve 10 tiyatro var. Yılda birçok festivale ev sahipliği yapıyor. Bu kış gününde bile şehir meydanında müzik yapan kişi ve topluluklar vardı. Hemen bütün caddeleri ve kaldırımları Arnavut kaldırım taşlarıyla dönenmiş. Ulaşım büyük ölçüde troleybüslerle yapılıyor. Avusturya mimari izlerini taşıyan taş binaların yüksekliği birkaç katı geçmiyor. Halkın yüzde 57’si Katolik, 32’si Ortodoks, sadece 2’si Protestan. Sovyetler Birliğinden kalan bir geçişkenlikle şehirde Rus, Beyaz Rus, Azeri gibi milletlere ait insanlara da rastlanıyor. Lvov, Ukrayna’nın en çok turist çeken kentlerinden ve geçmişte de yüksek bir kültüre ev sahipliği yapmış. Gaz lambası ilk kez bu kentte kullanılmış.

LVOV CADDELERİNDE

Arkadaşım Mahmut, 3 Mart günü yeniden fabrikaya gittiğinden yalnız kaldım ve akşama kadar şehir merkezini ayaklarıma kara sular ininceye kadar adımladım. Yolu şaşırmayayım diye tramvay yolunu izledim. Büyük parkın dibine kadar belki iki kilometre gittim. Aynı yoldan döndüm ve öğleden sonra da ana cadde ile kesişen başka bir geniş cadde boyunca gidip geldim. Dükkânların kapılarında saat 10.00-20.00 arasında açık oldukları yazıyor. Levhalarını okuyamadığım için birbirine benzeyen binaların hangilerinin konut, hangilerinin işyeri olduğu anlaşılamıyor. Restoran olduğunu anladığım birine girip şehirde bir Türk lokantası olup olmadığını sordum. Ukraynalıların çoğu İngilizce bilmiyor. Ancak bazıları, onlar da benim kadar “little” (az) biliyor. Uzaklarda bir yerde Türk restoranı tarif ettiler. Onu da buldum fakat orada da Türkçe bilen yok! Bir patates çorbası istediğimi zor anlattım. Lvov’da şöyle yemekleri dışarıdan görünen, çeşitli çorbaları, sebze ve et yemeklerinin tencereleri sıralanmış lokantalar yok. İçinde domuz eti ve yağı bulunup bulunmadığını ayrıca sormanız gerekiyor. Yemekle birlikte ekmek getirilmiyor. Bunu ayrıca sipariş etmeniz gerekiyor. Yani şöyle doya doya, gönül huzuruyla karnınızı doyurmanız mümkün değil! İnce belli çay bardaklarında değil, fincanda getirilen çay ise memleketteki tadı vermiyor… Bu satırlar, Ukrayna yemek kültürünün kötülüğünü değil, yalnızca kültür farkımızı gösterir. Herkesin kültürü kendine. Türklerin çalıştırdığı birkaç restoran varmış. Birine uğradık sahibi ile iki arkadaşı yemek yiyorlardı. Türklerin kullandığı İbis Otel’de Türkiye’den müşterileri olup olmadığını sordum. Listeyi gösterdiler. 10-15 Türk adı vardı fakat hiç biri lobide değildi. Daha sonra uğradığımda ise İstanbul’dan iş için yeni getirilmiş iki delikanlıya rastladım.


DİNLER MÜZESİ

4 Mart Cuma günü şehir meydanında bir gezinti yaptık. Burası aynı zamanda din ve kültür merkezi. Yan tarafında birkaç tarihî kilise var. Grek kilisesinde kısa süre ayin izledik. Kilisede ayinler pazar günü yapılmaz mıydı? Sorduk. Her gün saat sekizde ve onda ayin varmış. Kilisede birkaç bin kişi vardı. Sırtında üstüne büyük bir haç işlenmiş geniş bir cüppe olan papaz, kollarını açmış, mihraba yönelmiş dua okuyor, cemaat “Amen” diyordu. Bazı duaları ise koro halinde okuyorlardı. Bunlar genellikle yaşlı kişilermiş ve Cemaatten birinin söylediğine göre kiliseye devam edenler artıyormuş. Dinlerin birbirlerinin devamı olduklarını bilirdim, fakat bu ayini izlediğimde İslamiyet’teki cami ve ibadet kültürünün Hristiyanlıktan çok şey aldığı konusunda görüşüm güçlendi.


Kilisenin eklentisi olan binada bir dinler müzesi de var. Burada Hıristiyanlık, Musevilik, Müslümanlıkla ilgili objeler sergileniyor.

O gün bir kapalı çarşıyı gezdik sonra bir tramvaya atlayarak son tramvay durağına kadar gittik. Bir yaşlı bindiğinde hemen ona yer verildiği görülüyordu. Burada da her türlü birinci ve ikinci el eşyanın satıldığı ikinci bir pazara girip çıktık. Burada yol artık asfalttı ve binalar 8-10 kat yüksekliğindeydi. Lvov’un sokakları tertemiz. Sigara izmaritine de çok seyrek rastlanıyor.


17 üniversitenin, 3 tv kanalının bulunduğu Livov’da elinde gazete olan hiç kimseye rastlamadım! Dükkânlarda da gazete satılmıyor. Yalnız tramvayda bir kadın elindeki bir gazeteyi, haber başlıklarını söyleyerek satmaya çalışıyordu. Kimse almadı. Herkes artık ihtiyaç duyduğu bilgileri internetten ediniyormuş!


Batılılar gibi, onların tuvaletlerinde de su ile temizlenme sistemi yok! İslam dünyasının tuvalet kültürü konusunda Batılılardan üstün olduğunu kim inkâr edebilir? Buralarda Türk mutfağı gibi Türk tuvaleti de aranıyor… (9 Mart 2017)



22 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

MESUT KARA

1/3
bottom of page