O sabah, ana mektebinin bahçesinde fevkalâde bir telâş ve canlılık vardı. Talebe bayramı günüydü. İlk ve orta mektepler, kafile kafile marşlar söyleyerek sokaklardan geçiyor, şehrin uzak mesirelerine dağılıyorlardı.
En ihtiyar talebesi altı yaşında olan bu ana mektebinin o kadar uzaklara götürülmesine imkân yoktu. Onlar, bayramlarını -kendi minimini ve paytak adımlarıyla- yirmi dakika çeken bir dere kenarında yapacaklardı.
Hazırlık, dehşetti. Bahçe, renk renk elbiselerle canlı bir çiçek tarlasına dönmüştü. Erkek çocuklar, yeni potinlerini siliyorlar, kızlar birbirlerinin saçlarını düzeltiyorlar, çözülmüş kuşaklarını bağlıyorlar, düğmelerini ilikliyorlardı. Altı yaşında bir kız, taş merdivenin basamağına oturmuş, dört yaşında bir öksüz arkadaşının sökük gömleğini dikmeğe çalışıyordu.
Nihayet hazırlık bitti, kafile yola düzüldü. Bir elleriyle, taburda arkadaşlarının elini tutuyorlar, ötekiyle -renkli paketler, minimini sepetler içinde- yiyecekleri, oyuncaklarını taşıyorlardı.
Sokaklarda fazla gürültü, intizamsızlık olmasın diye öğretmenler, çocuklara marş söyletmeye başlamışlardı. Büyükler, göğüslerinin bütün kuvveti, kalplerinin bütün sevinciyle bağırıyorlar; küçükler, yürümekte olduğu gibi, şarkı söylemekte de geri kalmıyorlar, eğlenceli bir karışıklık oluyordu.
Tabur, sokaklardan geçerken pencereler açılıyor, kadın başları sarkıyor, dükkânlardan satıcılar çıkıyordu.
Bu ana mektebinin bütün gezintilerde olduğu gibi, alay başını yine "Gamsız" çekiyordu.
Gamsız, sarı tüylü ihtiyar bir mahalle köpeğiydi. İnsan gibi anlayışlı, fakat insanlardan daha vefakâr bir mahlûktu.
Galiba serseri ve kalender meşrebi için ona mahallede "Gamsız" demişlerdi. Fakat hakikatte o, köpeklerin en gamlısı idi, birkaç sene evvel büyük bir mateme uğramıştı. Dört yavrusunun birden zehirlendiğini, gözünün önünde kıvrana kıvrana öldüğünü görmüştü. Onları götüren süprüntü arabasının arkasından uzak mahallelere gitmiş, bir hafta geri dönmemişti.
Onun bir yerde bir kaza eceline uğradığını zannedenler olmuştu. Fakat kalender ve mütevekkil görünüşüne rağmen o, çok gözü açık bir köpekti. Cinsinin düşmanlarını iyi tanır, hatta bazan onlara inanıyor, zehirli ekmeklerini yiyor, tuzaklarına düşüyor görünerek alay bile ederdi. Binaenaleyh onun bir yerde ölüp kalmasına imkân yoktu. Nitekim bir hafta sonra tekrar mahalleye gelmişti. Yalnız biraz daha ihtiyar ve düşkün, uzun sarı tüyleri biraz daha berelenmiş olarak...
Bilmem yalan, bilmem doğru, mahalle kadınları onun için bir vak'a anlatırlardı. Gamsız, güya çocuklarının ölümünden sonra yaşamak istememiş... Belediye kulübelerinin karşısında durup boynunu bükmüş, yalvarır gibi kesik kesik uluyarak, çocuklarını öldüren yiyecekten istemiş... Hatta bir defasında zehirlenmiş, fakat ölmemiş... Çok ızdırap çektikten, çok süründükten sonra tekrar ayağa kalkmış...
Gamsız, çocuklarının ölümünden sonra mahalleye darılmış, ana mektebinin arkasındaki viraneye çekilmişti. Sokakta hemen hiç dolaşmaz, yalnız zaman zaman mektebin bahçe duvarından içeri atlar, çocuklarla oynar, öğle vakti onların artıklarını yerdi.
Çocuklara, büyüklerden fazla emniyet ettiği, onlardan esaslı bir zarar gelmeyeceğini bildiği için miydi, yoksa onların da -kendi ölmüş küçükleri gibi- masum ve müdafaasız mahlûklar olduğunu hissettiği için mi böyle yapıyordu?
Öğretmenler, bu altın sarısı gözlerinde mahzun bîr vefa ile bakan, çocukların her nazına, her cevrine tahammül eden ihtiyar sokak köpeğini kovmamışlar, bilâkis gizli gizli himaye etmişlerdi.
Hasılı, Gamsız, mektebin hademesi, kapıcısı nevinden bir emektar, küçüklerin en sevgili bir arkadaşı olmuştu.
Ana mektepleri, insan cemiyetlerinin küçültülmüş numuneleri gibidir. Orada da fakirlik, kılıksızlık, aileye ait bir leke... gibi sebeplerle sosyete haricinde bırakılan, yahut vakitsiz bir inziva meyliyle evinden kaçan "yalnız"lar vardır. Gamsız, bilhassa bu küçük "yalnız"larla arkadaşlık eder, bahçenin bir köşesinde onlarla ağır ağır dolaşırdı. Küçük kalplerinde söylenilemeyecek dertler ve infialler taşıyanlar, onun çamurlu ayaklarını, elleri içine alarak konuşurlardı.
Gamsız, hâline göre hasta bakıcılığı bile etmiş, bir gün bahçede koşarken yere yuvarlanan bir minimininin berelenmiş dizini diliyle yalamıştı.
Kafile, artık mahalleden çıkmış, yeşil tarlaların arasından geçen bir ince patikaya düşmüştü. Gamsız, en önde, mağrur ve mütevekkil tavrıyla yürüyordu. Fakat nedense bugün onda bir neşesizlik, anlaşılmaz bir durgunluk vardı.
Nihayet, bayram yerine varıldı. Burası, gölgeler içinde serin bir ırmak kenarıydı. Suların içine yeşil söğütler sarkıyordu.
Küçüklerin velvelesinden çayırdaki kuşlar ürküp kaçmıştı. Şimdi gün onlarındı. Koşuşa çığrışa etrafa dağılıyorlar, ağaçlara tırmanıp çimenlerde yuvarlanıyorlardı. Akşama daha dünya kadar zaman olduğunu hesap edemeyerek kuvvetlerini, neşelerini israf ediyorlar, hatta yiyeceklerini, yemişlerini yemeye başlıyorlardı.
Gamsız da bir aralık canlanmış, çocuklarla beraber oynamak istemişti. Fakat birden bire durdu, başını kaldırarak acı acı uludu. Sonra yavaş yavaş çekildi, iki büyük taşın arasında kıvrılıp yattı.
Gamsız, hastaydı. Çocuklar, derhal bunu fark ettiler. Yemek götürdüler. O, verilen yiyecekleri yemiyor, ara sıra titizleşiyor, yalnız bırakmaları için yalvarır gibi dişlerini çıkararak hafif hafif bağırıyordu.
Gamsız'ın ıstırabını ve bakışlarındaki perişanlığı öğretmenler de gördüler.
- Yaklaşmayın çocuklar... Hayvandır bu. Belki kudurmuştur, dediler.
Çocukların aldırmadıklarını görerek hademelerden birini nöbetçi bırakmaya mecbur oldular.
Büyücek öğrencilerden biri, -altı, yedi yaşlarında bir kız-. Birden bire bir şey hatırlayarak bağırmaya başladı:
- Eyvah, Garnsız'ı zehirlediler... Bu sabah, bir şey almak için bakkala gitmiştim... Köşe başında, süprüntülükte Gamsız'ı gördüm... öteki köpeklerle beraber bir şey yiyordu... Mutlaka zehirli ekmek yedi.
Öğretmenler, ihtiyar köpekten böyle bir ihtiyatsızlık beklemiyorlardı. Fakat çocuğun dediği doğruydu. Gamsız, bütün zehirlenen köpeklerde görülen ihtilâçlarla kıvranmaya, çırpınmaya başlamıştı.
Çocukların neşesi birden bire sönmüş, çayıra bir eski mezarlık sükûtu çökmüştü. Bazıları sızıldanıp ağlıyorlardı. Yapılacak bir şey yoktu.
Mektebin pek sevgilisi de olsa, bir köpek yüzünden bir bayramın küçüklere zehir olmasına müsaade edilemezdi. Öğretmenlerden biri:
- Çocuklar, korkmayın... Siz bilmezsiniz... Gamsız, bir kere daha zehirlendi de kurtuldu... Ona bir şey olmaz... Haydi, oyunumuza! diye bağırdı.
Küçükleri, yarı zorla dağıtmaya, başladılar. Bazıları ağlamaya devam ediyor, bazıları hocanın sözleriyle kendilerini teselli ederek: ''Gamsız, gayretlidir... Bir şey olmaz!" diyordu. Hatta küçük ellerini açarak onun için dua edenler bile vardı.
Öğretmenler, nihayet başka bir çare düşündüler. Bayram yerini iki üç dakika uzakta bir başka ağaçlığa nakletmek... Battaniyeler, paketler toplandı ve kafile, Gamsız'ı yalnız bırakarak, hareket etti.
Çocukların arasında derhal gizli bir teşkilât yapılmıştı. Üç beş dakikada bir talebeden ikisi kayboluyor, gizlice Gamsız'ı görmeye giderek ondan haber getiriyordu. Havadis, derhal küçükler arasında yayılıyor, en miniminileri bile bunu öğretmenlerden saklıyordu.
Bir saat sonra yine acı bir haber geldi. Gamsız, ölmek üzere idi. Saklandığı taş kovuğundan çıkmış, mütamadiyen çırpınıyordu. Ağzı, gözü, ayakları kan içindeydi. Artık ne emir, ne tehdit, çocukları zapt edemedi. Hep birden ağlaşıp bağrışarak koşmaya başladılar. Öğretmenler, ikisini, üçünü zorla yakalasa, sekizi, onu kurtulup kaçıyordu.
Mamafih, artık köpeğe yaklaşmadılar. Gamsız'ın çırpınması korkunç bir şeydi. Kâh yerde debeleniyor, ayaklarıyla toprakları kazıyor, kâh kanlı ağzını gökyüzüne kaldırarak, tehdit eder gibi, uğursuz bir sesle uluyordu. Nihayet son bir gayretle toparlandı. İçindeki ateşi teskin için ırmağa doğru koşmağa başladı.
Irmak kenarındaki ince tahta köprünün yanında, beş yaşında iki minimini kız vardı. Bunlar, köpeğin tozu dumana katarak geldiğini görünce korktular. Tahta köprüden karşıya geçmek istediler. Fakat birisi telâş ile ırmağa düştü. Çırpınmaya başladı.
Gamsız, bu kazayı görünce birden bire durdu. Yolunu değiştirdi. Tahta köprüye koştu. Çocuğun arkasından suya atıldı. Onu ağzıyla eteğinden yakaladı. Öğretmenler yetişinceye kadar onu suyun yüzünde tuttu.
Sonra, artık takati kesilmiş gibi kendini bıraktı. Bir iki kere daldı, etrafındaki suları köpürttü ve öldü. Kaskatı kesilmiş vücudu, suyun hafif akıntısına uyarak yavaş yavaş uzaklaştı.
Eserleriyle Anadolu halkını ve onların yalnızlığını dile getiren sanatçıların başında gelen Reşat Nuri Güntekin, sadece roman türünde değil birçok türde başarılı eserlere imza atmıştır. Cumhuriyet dönemi yazarlara kıyasla daha akıcı, sade bir dile sahip olan yazarın en başarılı eseri Türk romanları arasında çok kıymetli bir yeri olan Çalıkuşu’dur.
Hayatı
Yazar 25 Kasım 1889 tarihinde İstanbul’da doğmuş ve tedavi için gittiği Londra’da 7 Aralık 1956 tarihinde hayatını kaybetmiştir. Babasının askeri doktor olmasından dolayı öğrenim hayatı boyunca birçok il dolaşmak zorunda kalan yazar, ilköğretimine Çanakkale’de başlamıştır. Zengin bir aile çevresinin bulunmasından dolayı iyi bir eğitimden geçen Güntekin, daha sonraki yıllarda İzmir’de okumuş ve İstanbul’a gelerek lise eğitimini tamamlamıştır. Üniversiteyi ise şimdiki adı İstanbul Üniversitesi olan Darülfünun’da edebiyat bölümünü okuyarak tamamlamıştır.
Belli bir döneme kadar Bursa ve İstanbul’da öğretmenlik yapmış ve en ünlü eseri olan Çalıkuşu için gerekli birikime sahip olmuştur. Öğretmenliğin dışında edebiyata ve yazmaya ilgi duyan yazar, Çalıkuşu adlı eseriyle dikkat çekerek tüm yurtta tanınır hale gelmiştir.
Bir dönem Çanakkale milletvekilliği de yapan yazar daha sonraki yıllarda Paris kültür ataşeliği görevini de üstlendi.
Edebi Kişiliği
Birçok türde başarılı eserler yazan Reşat Nuri Güntekin Cumhuriyetle birlikte imkansızlıklarla mücadele içine giren insanları idealize ederek anlatmayı başarmıştır. Babasının görevi nedeniyle birçok yeri gezme fırsatı yakalayan ve gezdiği yerleri gözlemleyen yazar eserinde bunların izini göstermiştir. Eserlerine ince bir titizlikle yerleştirdiği tenkitçiliği ile diğer sanatçılardan ayrılmaktadır.
Eserlerine realist bir tavırla yaklaşması, eserlerindeki gerçekçilik her ne kadar eleştirilse de aynı zamanda eserlerinin inandırıcılığını arttırması yönüyle dikkat çekicidir. Reşat Nuri Güntekin; İstanbul ağırlıklı olan, İstanbul’u konu edinen edebiyatı bu şehirden çıkarmış ve Türk Edebiyatını Anadolu’ya taşımıştır. Anadolu insanın sıkıntısını, onların ne zorluklar altında yaşam mücadelesi verdiklerini çok ince bir üslupla dile getirmiştir.
Yazar eserlerinde Türkçeyi çok yalın ve temiz bir şekilde kullanmayı başarabilen sanatçılar arasında gösterilmektedir. Gerek dilinin yalın olması gerekse eserlerindeki gerçekçilik onu vazgeçilemeyen bir yazar yapmıştır. Yazarın eserlerinde dönemin sosyal-kültürel özelliklerini net bir şekilde görebilmekteyiz. Cumhuriyet sonrasında toplumdaki hızlı değişim sürecinde aile kurumlarındaki çatışmalar, yazarın eserlerinde gözler önüne serilmektedir. Yazar özellikle Çanakkale Savaşı, Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı ile bunların sosyal yaşama etkileri üzerinde durmuştur.
Gazete ve dergilerinde yayımlanan yazılarında kendi isminin yanı sıra “Hayrettin Rüştü, Mehmet Ferit, Sermet Ferit” gibi takma isimler de kullanmıştır.
1922 yılında yazılan Çalıkuşu romanı, yazıldığı dönemde çok ses getirmiş ve yazarına büyük bir ün sağlamıştır. Yazıldığı dönemde edebiyat çevresi tarafından çok konuşulmuş ve görmüş olduğu ilgiyle izine az rastlanır bir eser niteliğine kavuşmuştur.
Çalıkuşu, öğretmenlik mesleğini yüceltmekle birlikte modern dünyaya adımını atan Türkiye’de birçok genç kıza da ilham kaynağı olmuştur. Eser, yazıldığı dönemin bir ülke fotoğrafını yansıtmaktadır. Bu bakımdan Türk edebiyatında çok özel bir yere sahiptir.
Kendisini memleketine adamış bir kadının iç dünyasını bir erkek olarak çok doğru ve güzel bir bakış açısıyla ele alan Reşat Nuri Güntekin, Anadolu’nun yüzyıllarca unutulduğu köşeden çıkarılmasını da sağlamıştır.
Atatürk de bu romanı Büyük Taarruz öncesinde okumuş, çok beğendiğini ve herkesin okuması gerektiğini söyleyerek Çalıkuşu’nu başucu kitabı yapmıştır. Özellikle kitapta gerçekçi bir şekilde Anadolu’nun nasıl ihmal edildiğini görmüş ve sonraki yıllarda yapacakları bazı inkılapların zihninde canlandığı ifade edilir.
Yaprak Dökümü romanında yazar, yanlış batılılaşmayı ve bunun sonrasında toplumun en küçük birimi olan ailedeki çöküsü ele almıştır. Reşat Nuri Güntekin, realist bir bakış açısıyla dönemin Türk ailesini incelemiş ve yaşanan sorunları gözler önüne sermiştir.
Emekliliği sonrasında İstanbul’a yerleşen Ali Rıza Bey ve ailesinin yaşadıkları sorunlar, kültür ve sosyal yaşamda görülen hızlı değişimlere ailenin göstermiş olduğu farklı davranışlar ve sonunda da ailenin parçalanması kitabın ana hatlarını oluşturmaktadır. Yine bunların yanında yazarın üstünde durduğu önemli bir konuda toplumda görülen köklü değişikliklere insanların vermiş olduğu farklı tepkilerdir.
ESERLERİ
Acımak (1928)
Akşam Güneşi (1926)
Ateş Gecesi (1942)
Bir Kadın Düşmanı (1927)
Çalıkuşu (1922)
Damga (1924)
Değirmen (1944)
Dudaktan Kalbe (1925)
Eski Hastalık (1938)
Gizli El (1924)
Gökyüzü (1935)
Harabelerin Çiçeği (1953)
Kan Davası (ölümünden sonra 1962)
Kavak Yelleri (ölümünden sonra 1961)
Kızılcık Dalları (1932)
Miskinler Tekkesi (1946)
Son Sığınak (ölümünden sonra 1961)
Yaprak Dökümü (1930)
Yeşil Gece (1928)
Babür Şah’ın Seccadesi (1931)
Balıkesir Muhasebecisi (1953)
Bir Kır Eğlencesi (1931)
Bir Köy Hocası (1928)
Bir Yağmur Gecesi (1943)
Eski Rüya (1922)
Eski Şarkı (ölümünden sonra 1971)
Felaket Karşısında-Gözdağı-Eski Borç (Üç oyun birarada, 1931)
Gazeteci Düşmanı-Şemsiye Hırsızı-İhtiyar Serseri (Üç oyun birarada, 1925)
Hançer (1920)
Hülleci (1926)
İstiklal (1933)
Tanrıdağı Ziyafeti (1955)
Taş Parçası (1926)
Ümidin Güneşi (1924)
Ümit Mektebinde (1931)
Vergi Hırsızı (1933)
Yaprak Dökümü (ölümünden sonra 1971)
Comments