/Azra ERHAT'A MEKTUP
Dinle, zevcelik böyle mi olacakdı? Erkekler kadınları boşar, galiba sen talakı selaseyle beni boşadın. Haksız yahu!
Şimdi sana bir iş çıkarıyorum. Bu mektupla beraber, kırmızı mürekkeple yazılmış iki mektup kopyası gönderiyorum. Birisi Tunus Turizm başbuğundan.
Beni Burgiba davet ediyor. Nasıl gideyim yahu? İkincisi Haulot’dan. Bu adam buraya geldi, beni o Biennale’e davet etti. Ne yapacağım, nasıl edeceğim diye düşünüp durdum. Sonra o aylık dergide kopya ettiğim parcayı bastı. Eh “Gidemem” demek ayıp. Zaten ben hiçbir zaman “Hayır!” demesini sevmem. Eyi ki erkek yaradılmışım, yoksa kadın yaradılsaydım, bana her sulanana “Evet! Evet! Eveetu” deye deye, icimi dışıma cıkartıncaya dek — müsaade şerif ve mercanı latifi basardım. Neyse iş kendiliğinden hal oldu. Hukumet eyi etmiş, benim yerime bir şairi mahir, pamukçu tahiri göndermiş. Şimdi bunlara Fransızca cevap yazmak gerek. Ben yazarsam “participes passes” leri accord edemem, sonra feminin’leri masculin’leri topyekûn tardederim. Ne rezalettir! Neye masa dişi olsun da, tabanla tavan erkek olsun?
Yaşasın Türkçe! dişiyle erkek arasında bir ayrım yapmamış.
Ha işte onun için cevapları sen yaz. Ama ben Fransızcayı tam bilseydim bile gene sana yazdırırdım, ilk önce cevapta geciktim. Bu gecikmeye bir sebep uydur, bir ay icin — örneğin — dünya ve mafihadan ayrılmak üzere Halikarnas’a kaçtığımı söyleyebilirsin. Tunus’a, “Gelemem!” demeli. Param yok yahu! Sonra pasaport verip vermeyecekleri belli değil.
Para isteyemem a! Onun için bir kulp tak Allah aşkına ve benim aşkıma. Haulot’ya gelince, ona, “Teşekkür ederim, gelirim sevinçten taklak ata ata!” deye bir cevap yaz. Çünkü iki yıla kadar öte dünyaya taklak atarak Belçika’ya gidememem mümkün. İstemem öteki dünyayı. Eh bu dünyada kalırsam ve zar zor gidersem, sıkıntının acısını, orada hani harıl konuşarak çıkarırım. Bu konferans değil a, ya da büsbütün
konferans değil — yani canı gönülden vur patlasın cal oynasın gürleyip gider. Sonra da alsınlar Fransızcayı hastaneye götürsünler — hiç alışmadığı böyle exercice’den sonra — kemiklerini yerli yerine koymak için. O kadar da değil a. İşte ey can, şu iki mektubun cevabını tape et. Bana mümkün mertebe —bir can mektupla— gönder. Ben imzamı atar, yollarım ol zatı şeriflere. — Bak sana ufak bir hadise anlatayım.
Castaldi adlı bir İtalyan geldi, büyük bir İtalyan firmasının mümessili. Adam kafalı, Sabah’ın deyimiyle “adamda iş var”. Burada iş’i iki anlamda anlayacaksın, yani turizmde cıkarımıza iş görecek, elbette kendi cıkarına da. Eh Kuşadası Tusan Oteli’nde adamı bekledik. Geceydi. Bir bakanlık memuruyla geldi. Adamı dinledim. Şirketin yapmak istediği mükemmeldi. Anadolu güney deniz kıyılarında —ister plaj, ister kayalık — . kamplar kuracaklar. Bu kampların servisinde saatta iki yüz mu yapan deniz helikopterleri olacak.
Gelecek insanlar, öyle modern otel motelden, kalabalıktan bıkkın kişiler. Balık avlayacak, kurbağa adamlığı, deniz ve kara sporları yapacaklar. Ama kıyıda nokta nokta güzel yerler gerek. İşte bu Castaldi kıyıları görecek. Şöyle genel olarak yerleri tespit edecek. Sonra bir mühendis heyeti gelecek, oralarda zorunlu tesisat kuracaklar. Anlayacağın Mavi yolculuğun tıpkısı ama daha* konforlusu. Eh adam kıyıyı
görmek icin motor istedi, parasını verecek. Tam o gece de Turizm ve Tanıtma Bakanı, musteşar ne bileyim, baş efendi, kıc efendi, ve bir de vekalete eklenmiş bir Belçikalı Unesco ve zenginleri kuzu dolmasına davet etmişler. Hepsinin turizme yardım icin satılacak arsaları var. Eh baktım adam da iş var, bütün güney kıyısı Nice Montecarlo’ya dönebilir (a canım kıyı bol bizler mavi yolculara göre ırzına geçilmemiş köşecikler kalır). Tusan Oteli’yle Kuşadası arasında epeyce yol var, otomobil yok. Vaktiyle yetişmek için tabanlara kuvvet “ Dah!” dedik. Kanter içinde vardık masa başına. Anlattık harıl harıl derdimizi. Yalvardık bakana Bodrum’a bir tel çeksin. Orada bağlı — al maaşını salla başını — dört beş yörük gümrük motoru var —herif masrafları neyse verecek. Tam o sırada hane şu Unesco’nun Belçikalı eki var a bakanlığa, o fırladı, “Bu Halikarnas Balıkcısını bana Haulot anlattı. Bu adamda cok iş var. Kendisi Biennale’e davet edildi. Bu zat giderse Turkiye’nin prestiji şoyle yukselecek böyle yukselecek deye oyle bir laf etti ki, deme gitsin. Adeta utandım bu kadar onemli bir kişi olduğuma. O soyledi, alimallah, ben buzuldum. Ama bakan makam kabardılar.
Hic Turkiye’nin bakam makam dururken şu ne iduğu belirsiz, Cevad-ı şerif Turkiye’nin hemen hemen baş prestij kabartıcısı olur mu? Adam iyi niyetle bok etti bir cuval inciri. Hele pamuk ağalarıyla bir kuzu dolması ziyafetinde. Sıcdı Cafer bez getir... Neyse Bodrum’a gittik. Orada bir motor kiralayıp kıyı kıyı İskenderun’a gidecektik.
Ne var ki bu Castaldi’nin ancak beş günü var. Kiraladığım motor ancak dort mil yapıyordu. Eh gece de gitmek gerek ki vakit yetişsin, gece gidince de görülecek yerlerin birçoğunu göremiyoruz, orneğin Knidos’a gece geldik, şafaktan önce gittik. Bodrum’dan dort şilte buldum. Kendim icin şilte dilenciliğine cıkmağa utandım. Deli İbrahim’den bir battaniye aldım. Serdim güverteye altıma, koydum ayaklarımı kupeşteye, gel keyfim gel. Kavo Alopu (orospu burnu) ile Marmaris’in arası cırcıplaktır. Adam bayıldı kimi yerlerine.
Kıran dağlarını, Şehir adasını, Dermen bükünü gördük, adam bayıldı. Günümüz Marmaris’te yetti. Onlar otomobil kiraladılar, İskenderun’da bekleyen otomobiline varmak icin. Bakanlık memuru da boyun a_ fatura topluyor. Halbuki adam parasını veriyor. Memursa ben verdim deye — yanında binlerce lira vardı — bakanlıktan alacak. Zengin olmuştur. Ben dort beş yevmiyemi aldım. Kendime, “Hey Cevat gene bir
başınasın!” deye iki yanımdaki güzel dünyayı harıl hani içime
alarak, kendim de dağlar taşlar ve ufuklarca serbest yayılarak,fukara evime vardım... Gelelim Türk bayrağına hakaret meselesine. Guya bayrakla kadın tenasul aleti arasında bağlantı kurmuştum. Önceleri at kuyruğuymuş demişim.
Evet öyle, tuğ, yani at kuyruğuydu. Osmanlı İmparatorluğunun bir Türk bayrağı, yani devletin bir bayrağı yoktu, on dokuzuncu yüzyılda bu ay yıldız Araplardan — Müslüman işareti olduğu için — alındı... Ama araştırmadım ki iddia edeyim. Burada savcı ne bileyim dostça davrandı. Mahkeme olmasını isterim ama İstanbul’da olacak, paraca yıkım olur bana? Sonra gerçekten yıldıza hakaret ettiğim için mi istiyorlar,
yoksa bahane mi? Ay bikri ifade eder, onda hakarettik bir şey yok ki. Öteki de tenasül aleti: Analık. Analıkta ne hakaret var! Ben kutsal sayarım analığı. Savcıya dedim, Uç yazıdır, hexametronlar bağlantıyı göstermek için yazdık bunu.
Yani bayrağa hakaret olsun deye mi oturup yazdık bunları?
Bibliyografya istedi götürdüm kitapları. Asıl birisi, Dussaud’nun La Lydie et ses voisins, oteki Sir James Frazer’in The Golden Bouğh. Orada ay yıldızın ta emperyal cağda — Roma’nın — nasıl tanrıçayı temsil ettiği bir bir yazılı.
Senin mitoloji kitabında da Frazer’in anlattığı ay yıldızlı paraların bir...
Azra Erhat’ın notu: (bu mektubun son sayfasını, ya da bundan sonrakı sayfalarım bulamadım. Acaba Balıkcı’nın istediği gibi bir araştırma amacıyla birine mi verildi de geri gelmedi? Bilmiyorum. Yazık, güdük kalan tek mektubu).
5 Mari 1964 tarihinde başlanan mektup dört defter uzerine yazılmış 80 sayfadır. Öyle de ilginc
ve canlıdır ki, insan bir tek sözcüğünü atmaya kıyamaz.)
editör notu: bazı sözcüklerin dizilişi, bazı eklerin gelişi Halikarnas Balıkçısı'nın özgün anlatımıdır, yazıya müdahale edilmemiştir.
Comments