Kitap ve Okuma Hep Tatlı Belaydı
- Hasan Güleryüz
- 16 Nis
- 4 dakikada okunur
Hasan GÜLERYÜZ
*
Elli yıl önce dövülme nedenim bir felsefe kitabıydı.
“Sözcükler”** kitabı nedeniyle 1964 Nobel Edebiyat ödülünü almadığını yıllar sonra öğrenecektim.
Veda Töreni, Bulantı, Aydınlar Üzerine Konuşma başucu kitaplarım olacaktı.
Ve şöyle diyordu Sartre:
“Aydın, hiçbir otorite karşısında boyun eğmeyen, her durumda insan özgürlüğünü savunan ve bu özgürlüğün yaşaması için durmadan çabalayan bir kimsedir,” deyişini benimseyecektim.
Yıllar sonra Dünyanın bu büyük filozofunun “Sözcükler” kitabını okuyacak satır satır çizecek, Çizdiğim satırlar korkusuzca paylaşacaktım. Çizilen satırlar, bir kimliğin, kişiliğin ifşasıydı Froydıyen açıklamalarda ve bunu göze alıyorum. İsterseniz Sözcükler tünelinde bir yolculuğa çıkalım:
“Ben hayatıma nasıl başladımsa öyle öleceğim kuşkusuz; hep kitaplar arsında…. Daha okumayı öğrenmeden, onlara ilişkin düşler kuruyordum; dik ya da eğik duran dümdüz taşlardı onlar; kitaplığın raflarında, tuğla gibi tıkış tıkış duruyorlardı. Ailemin zenginliğinin onlara bağlı olduğunu hissediyordum.”
“Dinimi bulmuştum artık! Hiçbir şey kitaptan daha önemli görünmüyordu bana. Kitaplığı bir tapınak olarak görüyordum. Bir ‘molla’ torunu olan ben, dünyanın çatısında, altıncı katta, Ana Ağacın en yüksek dalına tünemiş olarak yaşıyordum. Balkona çıkıyor, yoldan gelip geçenleri küçümseyerek bakıyor, benim gibi sarı bukleleri ve körpe bir kadınsılığı olan akranım, komşu kızı Lucette Moreau’yu parmaklıklar arasından selamlıyordum.”
“Her insanın doğal bir yeri vardır; gurur da değer de saptamaz onun yüksekliğini; ama, çocukluk karar verir her şeye!”
“Doğaçlama anlatılan öyküleri, önceden düşünülüp hazırlanmış öykülere tercih ediyordum. Sözcüklerin şaşmaz bir biçimde ard arda gelişleri duyarlığımı etkiliyordu. He okumada bu sözcükler, hiç değişmeden aynı düzen içinde geri geliyordu ve ben bekliyordum.”
“İlmihal öğrenen bir çocuk gibi gayretliydim; kendime özel dersler bile veriyordum; elimde Hektor Malot’un “Kimsesiz Çocuk” kitabı olduğu halde, portatif yatağımın üzerine tırmanıyordum, bu kitabı ezbere biliyordum. Yarısını kendi kendime söyleyip diğer yarısını okuyarak, sayfaları art arda tek tek çeviriyordum; son sayfayı çevirdiğim zaman okumayı öğrenmiştim artık.”
Dedemin kitaplığında dolaşmama izin veriliyordu. Ve ben insan bilgeliğine saldırıya geçiyordum. Beni ben yapan şey buydu işte. Yahudi düşmanlarının, bu insanları doğanın verdiği dersler ve sessizlikler konusunda cahil olmakla suçladıklarını yüzlerce kere duymuştum. ‘Öyleyse, ben onlardan daha fazla Yahudiyim’ diye cevap veriyordum. Köy çocukları yaşantısının zengin anıları ve tatlı saçmalıları denen şeyler yoktu bende! Toprağı hiç bir zaman kazmamış ya da kuş yuvası aramamıştım; ot toplamamış, kuşlara taş atmamıştım. Ama kitaplar, kuşlarım ve yuvalarım, evcil hayvanlarım ve kırlarım olmuştu. Kitaplık aynaya yansıyan bir dünyaydı. Bu dünyada inanılmaz serüvenlere atılıyordum.”
Okuduğum öğretmen okulunda felsefe dersi yoktu ve ben felsefe’yi merak ediyordum. Bir kış günü, Erzurum Kitap Sarayı’ından küçük bir felsefe kitabı aldım. Soğuk sınıfta kitabı okumaya başladım. Titriyordum. En iyisi sobayı yakayım, sınıf ısınsın dedim. Odun kıran işçiden, odun istedim. Odun yok, dedi. Kucağında odun götürenleri gösterdim. BEvet; ama, bundan sonra yok dedi. İşte verirsin, vermezsin diye aramızda itiş kalkış oldu. Eğildim odun aldım, ayağa kalkarken, işçi bana vurdu. Yaş mı on yedi! Son çocukluk ve ilk gençlik yılları… Ben de kendimi savundum. Buruna elim değdi, kanadı. Baltayla beni kovalamaya başladı. Köy Enstitüs’nün yemek hane etrafını turladık. Yemek haneye, orada sahneye, sahne perdesine sarıldım. Beni bulamadı. Hastaneye gitti, burnu sarıldı ve yirmi günlük rapor: Akşam etüt saatinde, nöbetçi öğretmen tarafından sınıftan alındım, eğitim şefi, okul arabasıyla Ilıca Jandarma Karakolu’na götürüldüm. Komutan ifademi aldı. Kızdı, eğitim şefi beni karakolda iyi bir dövdü.
Günlerce, disipline çağrılma, okuldan atılma, sürgün edilme ve hapse grime travması yaşadım. Bu travmaya neden “felsefe merakıydı!” Diğer olanları kontrol etme şansım yoktu. Sonra bunların hiçbirisi olmadı! Anlaşılan idare tarafından korundum! Korundaum; ama, korku benim gölgemdi! Ve ben merakımın ateşini hiç söndürmedim. Sören Kiergegaart, Martin Heidegger, Karl Jaspers Gabriel Marel ve Sartre… Varoluş Felsefesinin filozoflarından biri olan Sartre’yle yolculuğumu yaşam boyu sürdürdüm. Onunla yaramı sağaltmaya, ufkumu açmaya çalıştım. Materyalist filozoflara mı? Çok sonralardan çıkacaktım! Orada da yeni engeller vardı! Düşünce tarihini, sosyal sınıfları, ekonomiyi bilmeden Mark’sı okusan da anlamayacaktın!
Ve hızımı Sözcükler kitabından bir alıntıyla sonlandırayım:
“ Gerçek ve mitos aynı şeydi ve derinden duymak için tutkulu olmak gerekiyordu. Ve insan, bir törensel varlıktı yalnızca. Komedi oynamak için yaratılmış olduğuma inandırmışlardı beni; Kabul ediyordum komediyi; ama, baş aktör olmak istiyordum. Babam bana mal mülk bırakmış olsaydı, çocukluğum değişik olacaktı; bir başkası olacağım için yazı da yazamayacaktım.”
Sartre benim, gizli öğretmenim, dahası aydınım oldu ve ardına düştüm. Köy çocuğu, doğa deneyimlerinin olmamasını bir esirlik ve kent tutsaklığı olarak gördüm. Kentlerin en güzel binalarında, gökdelenlerde yalıtılmış, doğaya, doğanın akıl diyalektiğine aykırı yaşam hep üzmüştür beni. Gazi’de öğrenciyken, Alman sosyologlar Ankara gece kondu bölgelerinde araştırma yapıyordu. O gün izlediğim Cumhuriyet Gazetesinde bu araştırmaya ilişkin şöyle bir alt başlık vardı: “Ankara’da yoksullar, onların deyimiyle bahçeli villalarda (gecekonduda) yaşıyor, zenginler apartmanlarda!” Oysa çok katlı binalar, maden, fabrika bölgelerinde işçiler için yapılıyordu. Sabah işe, akşam gelip yatmaya dönük yapılar!
Sartre için söylenecek sözler, bizim için, çocuklarımız için de geçerlidir. Sartre, toprağı, kuşları, böcekleri, kuşları tutsa, derelerde yüzse şüphesiz ki dünyasına başka zenginlikler katacaktı. Bunu kendisi de söylüyor. Galiba bilerek, korkmadan yanlış yapmak, bilinmeyenlere doğru yapılan bir yolculuktu! Bilinen yoldan gitmekle yeni bir keşif yapılmıyor. Öğretmenliğimde, daha sonraları bir eğitim pedagogu örtük olarak girdiğim sınıflarda bu yeni yolları deneyen öğretmenleri hep destekledim. Yapının gelişmeye, yeni yollar denemeye uygun olmadığını biliyordum. Bu toleransımı fark eden derin öğretmenlerce de sevildiğimi biliyordum. Böyle yanlışları (!), yeni yollardan gitmeyi göze almayan bireylerin, böyle öğretmenleri olmayanların yeni kapılara dayanacak yolculukları ve keşifleri olmayacaktı. Bahtiyar Vahapzade’nin ifadesiyle, çok yaş aldı, saçları ağardı ve ortaya bir şiir, bir dans, bir beste, bir şey semer koyamadan geçti gitti sözleriyle uğurlanacaktı!
** Sözcükler, Jean Paul Sartre, 2017, 12. Basım, Ç.S. Hilav, Can Yayınları, İstanbul.
Comments