top of page

Zor Yıllar

Güncelleme tarihi: 4 Oca 2022


Zorlu köy şartları, terör kendini hissettiriyor. Üstelik yeni evliyiz, birbirimize alışmaya çalışıyoruz. Kapıldık gidiyoruz yani bahtımızın rüzgârına…

Köy güzel ama ilçeye çok uzak. Biz köy halkını onlar da bizi sevdiler. Sık sık evlerine davet ediyorlar, gönülleri çok bol ama maddi olanakları kısıtlı, ürettiklerini tüketiyorlar. Artık ekmeği nemli beze sarıp yumuşatmayı öğrendik. Ev davetlerinde yer sofrası kuruyorlar tereyağı bal ve madımak çorbası. Mönü her evde aynı, asla değişmiyor. Annemin anlattığı bir yaşanmışlık geliyor aklıma:

İmamların çok az olduğu yıllarda, İmisili adında bir köye ramazan süresince bir imam geliyor. Köyde imamın iftar ve savur yemeklerini sırayla karşılamaya başlıyor. İlk gün köy muhtarı ağırlıyor ve imamın en çok sevdiği yemeği ikram ediyor. Köy halkı da muhtardan öğrendiği imamın en çok sevdiği yemeği ikram ediyor. Nihayet ramazan bitiyor. İmam geri gidecek. Son bir defa daha camide minbere çıkıyor ve bu maniyi söylüyor.


“İmisili'ye imam durdum / yenice belamı budum / otuz günde atmış kabak yenir mi? / ya resul Allah.”


Madımak çorbası alışık olmadığımız bir tat. Eşim asla yemiyor. Ev sahiplerine ayıp olmasın diye eşimden öneri geldi. Ben çorbayı içiyorum o da tereyağı ve balı yiyor. Birkaç gün idare ettim ama İmisili'nin hocası kadar dayanamadım. Eşime tatlı (!) bir dille anlattım, sorunu çözdüm.


Lojman ve okul köye çok uzak, yolu da yok. İlçeyle gerekli görüşmeler yapıldı. Malzemeler hazırlandı. Köy halkının yardımına ihtiyacımız var. Muhtar ve imamın yardımıyla imece usulü yolu yapmaya başladık. Taş taşıyorum. Sesi güzel öğrencilerim türküler söylüyor. Ben de tepsiyle ritim tutuyorum. Yolun yapımını yarıladık. Bir gün uzaklardan bir atlı göründü ve tüm köy halkı atlının peşine takılıp gitti. Ben birkaç öğrenci ve eşim kala kaldık öylece. Sonradan öğreniyoruz, gelen orman memuruymuş. Aklıma o söz geliyor “Az daha okusaydın da orman memuru olsaydın” demek ki böyle durumlar için söylenmiş bu söz.


Ahh ülkem ahh bu çıkar, bencillik, menfaat peşinde koşmak ve ülkenin geldiği son nokta günümüzde yaşananlar…


Her akşam, mora çalar gökyüzü, her gecenin siyahında duygular yaman olur. Gün umuda ağarır işte sonbahar, işte hazan. Her gün rüya ile gerçek arasında. Erken oluyor akşamlar. Gaz lambası ışığıyla aydınlanırken, gün ışığıyla yaşamaya çalışıyoruz. Erken oluyor sabahlar, horoz sesleriyle uyanıyoruz. Şakalaşan çocukların bakışları arasında sanki cennetten çiçek topluyorum. Hepsini ayrı ayrı kokluyorum. Küçücük yürekler ve o masum yüzleri sevginin coşkusuyla kucaklıyorum. Kim çocuk eğitmeyi hedefliyorsa, çocuklaşmayı da göze almalı. Yerini seven çiçeğin coşkusu gibi olmalı. Heyecanlı, mutlu, rengârenk, saf ve temiz duygularla, çocukça. İki altı yaş arasındaki çocuğun eline bir gül verirseniz, annesine götürür. Yedi on dört arası öğretmenine, on beş otuz beş arası sevgilisine ve eşine verir. Sonrası mı? Kendine saklar. Ondandır çocukları çok sevmem. Çocukta has rahatlık, renklilik, saf ve tertemiz duygular vardır. Beklentisiz sever, ana gibi. Çocuk ruhu her daim mutlu, gülen gözlerler de ışıltı, masumiyet vardır. Büyüklerde öfke vardır, hırs vardır, geçmişin sorunlarının izleri vardır, tabi birde geleceğe dair kaygılar. Sevebilmek yetenek ister. Kişi ancak çocukluk yıllarında sevildiği kadar sevebilir.


Lojmanımızın muhteşem bir bahçesi var. Hafta sonlarını orada ve köyü gezerek geçiriyoruz. Orası benim düş bahçem. Sonbaharın sisli, duman gibi hisleri vardır, kap kara bir buluta dönüşen. Böyle renk cümbüşü başka zamanlarda yoktur. Uçuşan yaprakların, bronz kızıllığı, sarının her tonu. Güneşin doğuşu ve batışındaki tanrının sihirli fırçasıyla yapılmış bu tabloyu, seksenlerin şarkıları eşliğinde izliyorum. Aynı şarkıyı defalarca başa sarıp dinliyorum. Artık kiraz ve şeftali yerini çoktan nar ve alıca bıraktı. Alıç ağaçlarının görüntüsü, benim gibi bir hayalperest için, ruhumun derinliklerinde ki çılgınlığı ortaya çıkarmak için yetiyor. Boncuk ağacı gibi, ama seyretmek yetmiyor. Kırmızı, turuncu, sarı renkler dallarda kalmamalı diyorum. İğneye ipliği geçirip ve bu renk cümbüşünden kolye, bileklikler yapıp takıyorum.


Görüntüsü kadar tadı da beni benden alıyor. Düş bahçemde gece güne dönerken, kendini düşlerde hissediyorsun, gözlerin dalıyor uzaklara. Rüzgârın ıslığı kavak ağacının dalları arasında bir şarkının melodisini mırıldanırcasına, bazen de şiddetini artırarak yaprakları önüne katıyor gökyüzüne savuruyor. Rüzgârın gücünün karşısında yaprağın çaresizliği; Ömer Bedrettin Uşaklı’nın hicaz makamında bestelediği “Kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgârına” şarkısı gibi... Bir aşka boynumu eğdim dercesine, sallanan yaprak ve dallar gözüme takılıyor. Yaşar Kemal’in dediği gibi “insanın düşleri öldüğü gün ölür”. Düş kurdukça yaşıyorum. Gönlümü rüzgârın sihirli kollarına bırakıyorum. Bir buluttan diğerine atlıyorum. Çocuklar gibi bulutlarla cilveleşiyor, şakalaşıyorum. İçimdeki deli kan harekete geçiyor. Gri bulut kümesinin altında buluyorum kendimi. Cennet davetiyesi gibi, saçlarımdan akan, kuşların kanadına çarpan, ağaçların yapraklarında yaşayan, yağmur damlaları. Toprağın yağmur sonrasındaki o kokuyu uzun uzun içime çekiyorum.


Çocukluğuma gidiyorum. Gözlerim buğulanıyor. Kalbim yangın yeri. Sarılmadan, kalp atışını duymadan, ellerinin sıcaklığını hissetmeden. Kokusunu arıyorum uzaklardaki en sevdiğimin. Saksılara çiçek, yüreğime sevgi ektim. Hanım eli, iğde, ıhlamur, yasemin ve hatta lütfen melisada olmalı. Ama bunlar baharın kokusu. Aşk gibi acı acı kokan, görüntüsü ile çocukluğumun on Kasımlarını hatırlatan kasım patları. İşte onları seyre dalıyorum. Beş çayının tadı akşam kahvesindeki muhabbet sırasında omuzuma usulcacık bırakılan hırka. Birde deniz olsa diye sesli düşünüyorum… Gözlerime bak diyen sevgi yüklü sesle kendime geliyorum. Gecenin kör karanlığında yazamadığım şiirlerimi ve okuyamadığım kitaplarımı raflara diziyorum, zamana bırakıyorum. Hayat bir tören alayı resmigeçidi gibi geçer durur gözümün önünden. Kendime söz veriyorum. Huzurlu, ferah, neşe ve anıları biriktireceğim hayat heybemde.


Her ay ilçeye toplantıya çağrılıyoruz. Zor koşullarda, çoğunlukla traktör çamurluğunun üstünde bazende yürüyerek. Sonbahar yağmurları toprağı iyice kayganlaştırmış, heyelanlar oluşmuş, dereler taşmış, yolumuz üzerinde çağlayanlar oluşmuş. Tekerlekler suların karnını yararak ilerliyor. Yüksek bir tepedeyiz. Birden traktör tepeden vadiye doğru coşkuyla akan suyun yatağına kaymaya başlıyor. Saniye saniye ölüme sürükleniyoruz. Ben tepeden tarafta oturuyorum. Atlasam kurtulurum, en fazla çamura saplanırım. Ama ömrüne ömrümü kattığım kurtulamaz ki. İç sesim yüreğime olmaz olmaz diye haykırıyor. Sıkıca sarılıyorum beline. Gözlerimi kapatıyorum. O yörenin insanları bunlara çok alışıklarmış ki direksiyonu serbest bıraktı ve dere yatağına yakın yere kadar sürüklendik.


O ince çizgi ölümle sevgi arasında yaptığın seçim. Hayatına yeni dahil ettiğin biri için kendinden, hayatından, canından vaz geçmek. Buna sevginin gücü diyorum. Geceyi ilçede geçiriyoruz. Gün ağarırken dönüş yolundayız. Tepeler aşıyoruz, akarsulardan el ele geçiyoruz. Öğleye doğru yağmur çiselemeye başlıyor ve giderek hızını artırıyor. Ellerimizde sopalar iki adım atıyor ayağımıza yapışan çamurları sıyırıyoruz. Kavak yelleri esiyor başımızda. Ağlanacak halimize gülüyoruz. Zaman zaman dereler taşıyor sele kapılma endişesi taşıyoruz. Zor anlar yaşıyoruz hem de çok zor. Terörden ve köpeklerden de korkuyoruz. Bu mücadeleli yolda çizmemin topuklarını çamurda bırakarak ağır aksak ilerliyoruz. Sonbahara yılın son sevgi dolu gülümsemesi diye bakmaya çalışıyoruz. Ama hazan hüzün mevsimi.


Sabahın ilk ışıklarıyla yakın köyden gelen haberle yüreklere kor ateşler düşürüyor. Daha dün yol ayrımında vedalaştığımız arkadaşlarımızın yolunu, bir gurup kesmiş ve şehit etmiş. Derinden yaralıyor inançlarım, düşlerim, hayallerim…

Nedir bu acımasızlık, onların suçu bu ülkeyi aydınlık yarınlara taşıma çabası mı?

Kim öğretti bize bu kadar sevgisizliği, yok etmeyi...


TÜM EĞİTİM ŞEHİTLERİMİZİN ANISINA...

49 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör