İstanbul bir masal hem de "Binbir Gece Masalı", anlat anlat bitmez... Sanırım ben de ömrüm oldukça İstanbul'u anlatmaya ve keşfetmeye doyamayacağım... Hafif rüzgarlı, bulutlu ama bir o kadar da güzel ve ılık bir hava vardı İstanbul'da. Aldığım bir davete icabet etmek üzere çıktım evden, martıların eşliğinde karşı yakaya geçtim. Buluşacağım arkadaşım "Milyon Taşı'nın" önünde buluşmayı teklif etmiş ve ben de olur demiştim.
Kırk yıllık İstanbullu edasıyla Sultan Ahmet Meydanına gelip Dikilitaş'ın önünde beklemeye başladım, ama ne gelen vardı ne de giden... Bir müddet sonra arkadaşımı telefonla aradığımda, Milyon Taşı'nın önünde beklediğini söyleyince şaşırarak yanlış yerde beklediğimi fark ettim ve bu sefer ayrıntılı tarif alıp gerçek buluşma yerine yöneldim utanarak... Utanmamın iki nedeni vardı; birincisi arkadaşımı çok bekletmiştim, ikincisi bir İstanbul sevdalısı olduğumu her dem övünerek söyleyen ben, hâlâ İstanbul'u tanıyamamıştım.
Neyse sabah Sultan Ahmet'e geldiğimde bulamadığım Milyon (Million) taşını bulmak üzere Yerebatan Sarnıcının önüne geldim ve ömrümün yarısını geçirdiğim bu şehrin ne gizemli bir yer olduğuna bir kez daha şaştım. Bir kez daha "bakmak" ile "görmek" arasında ne kadar büyük fark olduğunu anladım. Yıllarca hemen hemen her gün önünden geçtiğim halde hiç görmediğim, aslında adını ve öyküsünü bildiğim Milyon taşının burada olduğunu fark etmediğim için bir kez daha utandım kendimden.
İstanbul'un Cağaloğlu semtinde, Ayasofya Camii ve Sultan Ahmet meydanının karşısında, Yerebatan Sarnıcı'nın hemen önünde, tramvay yolunun yanında bulunan bir küçük taş. Bizans İmparatorluğu döneminde Konstantinopolis şehrine ulaşan tüm Roma yollarının başlangıç noktası sayılan ve dünya üzerindeki diğer şehirlerin bu şehre olan uzaklığının hesaplanmasında kullanılan, sıfır noktasını gösteren yer... Yıllar sonra keşfettiğim bu değerli (!) taşın fotoğraflarını çektim, özür dilemek adına ihtiram duruşunda bulundum önünde...
Sirkeci'ye doğru yola koyuldum, Bâb-ı Âli yokuşundan inerken yıllarca Vilayet binasının gölgesine sığınmış, 15. Yüzyıl'da İmam Ali Efendi tarafından yaptırılan ve minaresinin kaidesinde nal resimleri olduğu için Nallı Mescid diye bilinen o minik, şirin mescidin restore edilmiş haliyle karşılaştım. Bir gelin gibi pırıl pırıl olmuş, allanıp pullanmıştı o minik camii... Ama yanında 2014 yılında bir Cumhuriyet bayramında anlı şanlı açılışı yapılan ve hizmete sunulan meşhur Marmaray'ımızın çirkin mi çirkin istasyonu arz-ı endam ediyordu... Bu çirkin taş yığını karşısında içimden "lâhavle" çekerek indim o çilekeş yokuşu. Aşağıda Yenicami karşıladı tüm ihtişamıyla beni...
Rüzgar bir yandan içimi ürpertirken, Galata Köprüsü'nde oltalarını denize atmış bekleşen balıkçıları selamlayarak köprüden geçtim, tepelerden bir yerden Galata Kulesi mağrur bir eda ile tepeden bakarak selamlarken beni Karaköy'e geldim, biraz soluklanmak, denizi seyretmek, vapurların peşine takılıp İstanbul'un iki yakası arasında mekik dokuyan martılara el sallamak ve demli bir çay içmek için bir çaycıya oturdum. Bir zamanlar ayyaşların, tinercilerin mekanı olan Karaköy'ün arka sokaklarının Şanzelize sokaklarına döndüğünü gördüm hayretle, öylesine güzelleşmişti ki o sokaklar, çayımı yudumlarken tüm yorgunluğumun uçup gittiğini hissettim. Eve dönmek üzere vapur iskelesine doğru giderken Yeraltı Camii'nden gelen hüzünlü ikindi ezanını duyunca camiye girmeye karar verdim.
Yeraltı Camisinin kubbesi yok, minaresi de sonradan yapılmış. Karaköy vapur iskelesini geçtikten sonra sola sapınca, Kemankeş Caddesi üzerinde yer alan Yeraltı Cami, nam-ı diğer Kurşunlu Mahzen; aslında cami olarak yapılmış bir yapı değil. Hikayesi yüzyıllar öncesine dayanıyor. Yapımı tam olarak bilinmese de 570'li yıllarda Doğu Bizanslıların gemilerin Haliç'e girişini engellemek için Galata-Sirkeci arasına çektiği zincirin bir ucunun bağlandığı Kastellion Kulesi'nin mahzeni...
İstanbul'un fethi sırasında da Haliç'i kapatan zincirlerin bu mahzene bağlandığı söyleniyor. Fetih'ten sonra da Sultan-ı Mahzen olarak anılmaya başlanmış; cephane deposu, su sarnıcı olarak kullanılagelmiş. Camiye çevrilmesiyse 259 yıl öncesine dayanıyor. Mesleme bin Abdülmelik komutasındaki İslam ordusu (700'lü yıllar) İstanbul'u kuşatmak için birçok sahabe ve tabiinle (sahabeyi gören Müslüman) beraber İstanbul'a gelir.
Ordu Galata çevresinde konuşlanır ama zor günler onları bekliyordur. Çetin çatışmalardan sonra Bizans'a esir düşenler büyük işkencelere maruz kalır. Söylenen o ki tabiinden olan Süfyân bin Uyeyne kuşatma sonlanıp ordu geri çekilirken Bizans'a esir düşer. Kastellion Kulesi'nin zindanına hapsedilir, susuz bırakılır. Dua edince de yerden su çıktığı rivayet edilir. Zindanda gördüğü işkenceler sonucu şehit olur. Mahzene gömülüp kabrin bulunduğu kapı kurşunlanarak kapatılır. O günden beri de Kurşunlu Mahzen olarak anılagelir burası. İşte camideki bu mezar ve yanında iki mezar cam muhafazalar içine alınmış, sanki içindekilerin esareti kıyamete kadar sürecek... Üstlerine ne bir damla yağmur ne de gün ışığı düşecek...
Kafamda bin bir düşünce, yüreğimde hüzün Kadıköy vapuruna doğru yol aldım kendimle baş başa... Evime geldiğimde bir kez daha İstanbul'da yaşadığım için şükrettim ve dostlardan gelecek "ne çok geziyorsun" serzenişlerine cevap yetiştirmek için oturdum klavyenin başına... Sürç-i lisan ettimse affola...
Fotoğraflar: Nurten B. AKSOY