Kuzguncuk'ta Bir Melek
top of page

Kuzguncuk'ta Bir Melek


Nurten B. AKSOY

*

Sonbaharın hüzünlü ve soğuk havasına rağmen sararan, rüzgarla savrulan yaprakları, kuru dallarıyla kalan ağaçları görmek, için Kuzguncuk'a gitmeye karar verdim. İstanbul'un Moda'dan sonra en çok sevdiğim semti belki de Kuzguncuk. Üsküdar'ın tepelerinden aşağı doğru süzülürken, rantçıların ve açgözlü inşaatçıların henüz eline düşmemiş, bahçesinde ağaçları, rengarenk çiçekleri olan, tavukların, kedilerin koşturduğu tek katlı evler karşılar önce sizi burada. Sonra görkemli ahşap köşkler ve taş evler...


İcadiye Caddesinin iki yanına dizilmiş ulu çınar ağaçlarının gölgesine sığınarak o dik yokuşu indiğinizde sevgiliye kavuşmuş gibi Boğaz'ın masmavi sularıyla göz göze gelirsiniz. Kuzguncuk'un o ünlü, üç İlahi dinin sembolü olan ibadethanelerinin (cami-havra-kilise üçlüsünün) önündeki küçük parkta çayınızı yudumlarken beyaz kanatlı martılar başınızın üstünde uçarak adeta hoş geldin der size.


Birazdan kavuşacağım Kuzguncuk'un hayaliyle Bağlarbaşı'nın arka sokaklarından yokuş aşağı ilerlerken, yürüdüğüm ıssız sokakta, bahçe içindeki bir apartmanın kapısı ilgimi çekti. Evin kapısının önünde, tam eşiğin üzerinde küçük bir şey uzanmış yatıyordu. İlk bakışta ne olduğunu anlayamadım, irice bir kedi ya da köpek diye düşündüm.


Ama dikkatle bakınca küçücük bir çocuğun taş eşiğin üstünde, yüzükoyun ve boylu boyunca yattığını gördüm, sanki uyuyordu... Etrafa bakındım önce, birileri var mı diye, ama hiç kimseler yoktu ortada... Yavaşça çocuğun yanına yaklaşıp kolundan tutunca, uyanır gibi oldu. Küçük iki-üç yaşlarında çelimsiz ama sevimli bir kız çocuğuydu. Kırgın ve öfkeli, kocaman kara gözleriyle baktı yüzüme... "Neden burada yatıyorsun, taşa yatılır mı hiç, üşürsün..." dedim. Umarsızca omuzlarını silkip, başını çevirdi öbür tarafa. Eğildim, kucaklayarak kaldırdım yerden. "Neden burada yatıyorsun, annen nerede?" diye sordum. "Ben anneme küstüm, onunla konuşmuyorum" dedi. "Neden küstün annene?" diye sordum. "O benim simidimi yedi, küstüm ben ona" dedi...


Bu arada sokak o kadar ıssızdı ki ne gelen vardı ne giden. Bir korku sardı içimi, çocuğu bırakıp gitmeye gönlüm razı olmadı. "Nerede oturuyorsun sen?" dedim, "Uzakta," diye cevap verdi. "Hadi gel, seni annene götüreyim," dedim. itiraz etti, "İstemiyorum, o beni sevmiyor" dedi küskün bir sesle...


O küçük kızı ikna etmek için uzun bir süre dil döktüm, "Annen çok üzülür, ağlar, hadi gidelim" diye yalvardım adeta. Neden sonra ikna oldu, elimi tutarak benimle geldi. Apartmanın bahçesinden çıkarak yürümeye başladık. 4-5 bina sonra bir bakkalın önüne geldiğimizde kapıda duran bakkala; bu çocuğu, annesini tanıyor musunuz, diye sordum. Adam arsız arsız sırıtarak "He tanıyoruz, bizim kız, annesi de burada içeride..." diye cevap verdi. Şaşırdım, "peki bu çocuk bir evin kapısında, taşta yatıyordu, haberiniz var mı?" dedim. Bu arada başı bağlı, gençten bir kadın geldi yanımıza, o da sırıtıyordu. "Sen annesi misin, bu çocuğun nerede olduğundan haberiniz var mı?" diye biraz öfkeyle sordum. "Bi şeycik olmaz, o öyle hep küser bana, gider" diye cevapladı kadın.


Sabrımın sınırına gelmiştim. Bakın, dedim; "Ben yarım saattir bu çocuğu ikna etmeye çalışıyorum... Ya benim yerime kötü niyetli birileri olsaydı ve bu çocuğu alıp gitseydi, ne olacaktı... Ruhunuz bile duymayacak, kim bilir bu çocuğun başına neler gelecekti," dedim. Biraz sarsıldı kadın, çocuğunu kucağına aldı, ama çocuk hâlâ küstü annesine ve bence yerden göğe kadar da haklıydı. Bir anne bu kadar umarsız, bu kadar rahat olabilir miydi?


Ayaküstü sarıldım o minicik kıza, annesine yerine ulaşıp ulaşmadığına emin olmadığım nasihatvâri bir iki şey söyledim. Küçük kıza el sallayıp uzaklaştım oradan. O dik yokuştan aşağı doğru inerken yarının "DÜNYA KIZ ÇOCUKLARI GÜNÜ" olduğunu düşündüm, sonra bazı hayatların ne kadar ucuz olduğunu...


Kuzguncuk'ta deniz kıyısında martıları seyredip çayımı yudumlarken Reisin "En az üç çocuk yapın," tavsiyesi geldi aklıma. Öyle ya sokakta tek başına büyüdükten sonra üç olsa ne çıkar, on üç olsa ne çıkar... Küçücük kız çocuklarının kocaman adamlarla evlendirildiği, gözünü kan bürümüş katillerin açtığı savaşlarda (kız-erkek) çocukların öldürüldüğü ya da tacize uğradığı bir dünyada böylesi günlerin olmasının hiçbir şey ifade etmediğini düşündüm.


Yola çıktığımda bulutların arasından göz kırpan güneş batmış, hava buz kesmişti sanki bir anda. Güneşin önünü kaplayan kara bulutları geleceğimizi karartmaya çalışan kara düşüncelere, cehalete, hepimizi esir alan vurdumduymazlığımıza benzettim. İçimi kapkara bir hüzün kapladı. Sonbahar hüzün mevsimi değil miydi ki zaten? Hem bu ülkede ya da dünyada "kız çocukları gününü kutlasak ne olur, kutlamasak ne olur...



83 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
1/3
bottom of page