Pergamon
top of page

Pergamon

Güncelleme tarihi: 7 May 2021


Bir damla düşüyor, bir damla daha… Sulu sepken birden iri damlalarıyla sağanağa dönüşüyor yerlerdeki toprağın yumuşak karnına doluyor aylarca acıkmış toprağı suya doyuruyor. Pergoman Akropolü’nden görünen Bergama ve Bakır Çay Ovası gökkuşağının altında sisler içinde görsel bir şölene dönüşüyor. Yer yer kararmış kalın mermer sütunlar yağmurla yıkanıyor. Başını kaldırıp aşağıya somurtkan, kurşuni, yağmur yüklü bulutlara bakıyor. “Gidin gidin, kendinize sığınaklar bulun ıslanacaksınız” diyor Yunt ve Kozak Dağları’nın üzerinde kümelenmiş Pergoman’a süzülüşe geçen gri yağmur yüklü bulutlar. Pergamon kentindekiler ellerindeki çantalarını başlarına siper edip, ıslanmamak için yağmurdan kaçışıyorlar.


“Burada Zeus sunağı varmış, Almanlar söküp götürmüşler.” Kollarını tüm insanları kucaklarcasına her iki yana açmış Attalos ve oğlu Eumenes’e benzettiği iri gövdeli çam ağacı konukları ve onları yağmurdan koruyor.” Tam iki yüz bin kitap rulosu yazmış burada bilgeler biliyor musunuz? İki yüz bin kişilik bir kentmiş burası, kişi başına bir kitap düşüyormuş.” İşte yine o karşısındaydı. Elindeki kalemini dudaklarına götürmüş, çakır gözlerindeki gülümsemeyle güneş açmış yüzüyle. Kabartmalı bir sütunun üzerine oturmuş ona, Pergamon kentini anlatıyor.


“Bin beş yüz yıl Helenistik kültürünün en önemli merkeziydi burası. En önemli yapılar birinci Attalos döneminde ortaya çıktı.” Eliyle Akropol’ü göstererek: “En önemli yapılar burada bu dönemde yapıldı. Helenistik dönemin en güçlü devletlerinden biriydi Pergamon kenti. İlk heykelcilik okulu burada açıldı. Burada yapılan birçok heykel, şimdi Almanya’nın Berlin kentindeki müzenin duvarlarına monte edilmiş durumda. Buradaki kütüphanedeki tüm yapıtları Antonius kraliçe Cleopatra’ya sunmak üzere Mısır’a kaçırdı. Bergama antik kenti bir sağlık merkezi olarak da tanınırdı. Eczacılığın babası sayılan Galenos MÖ II. binyılda Burada doğdu. İlk maaşlı bilim adamları yine burada eserlerini ürettiler. Stoacı Kraterli Mallas burada eserler veren en önemli bilgeydi. Mısırlılar papirüs satışını durdurunca, Pergamon’lular keçi derisinden yazı malzemesi üretmeyi başarmışlar ve kentte pörşeman altın ipliklerle karışık olarak dokunmuş, kumaşlar, tunç taklidi seramikler, parfümler yapan uzmanlaşmış krallık atölyeleri vardı. Ne yazık ki, kent Mitridates savaşı sırasında Pontos Kralı Mitridates Eupator tarafından ele geçirilince, tüm kentteki Romalılar öldürüldü… Düş gezgini başını öne eğdi. Saçının arasından yüzüne akan yağmur damlacıklarına karıştı gözyaşları. Mermerden bacakları titriyordu. Başını yerden kaldırdı:

Hıristiyanlık döneminden sonra bir piskoposluk merkezi oldu burası. Bizans döneminde, yeni bir surla çevrildi. Yedi yüz on altıda Arapların işgaline uğradı. Sonra Karesi Oğulları’nın eline geçti, sonra Osmanlı devletine, daha sonra Yunan işgaline uğradı sonra Türkiye Cumhuriyeti topraklarına katıldı.”


Düş gezgininin anlattıklarına dalıp gitmişti. Tarihi gözünde canlandırıyordu. İnsanların giysilerini, düşüncelerini, çalışma koşullarını, eğlence şekillerini, bahar şenliklerini, Bağ bozumlarını, çıplak ayaklarıyla şarap ezen Pergoman’lı genç kızların söylediği aryalar çınladı kulaklarında… Oturduğu mermer sütundan kalktı düş gezgini, fırfır etekli giysisi rüzgârın esintisinden uçuşuyor, saçları savrulup yüzünü kapatıyordu. Başını iki yana salladı, yüzünü açtı. Eliyle arka tarafta kalan antik Roma tiyatrosunu gösterdi. “Burada üç bin beş yüz kişiye oyunlar sergileniyormuş düşüne biliyor musun? Tam üç bin beş yüz kişilik tiyatro amfisi yâni. Her yıl bahar şenlikleri düzenlenirmiş burada.” Tekrar mermer sütuna oturdu. Susuyordu. Adam düşüncelere dalmıştı.


Kızgın toprağa düşen iri yağmur damlaları, yerden toz kümeleri kaldırıyor havaya savuruyordu. Toz bulutlarının arasından sıyrılıp gelen, Attolos ve Pheiletarios’un evlatlığı Eumenes’i görüyordu. Dokunuyordu insanlara. Elleri ne büyüktü. Gözleri ışıl ışıl parlıyordu. Dudaklarının kıpırtılarından Pergamon kentini ziyarete gelenlere teşekkür ediyorlar, minnet duyuyorlardı. Unutulmadıklarına, tarihin insafsızca ve yok edici karnında hatırlandıklarına seviniyorlardı. Tüm konukların yüzlerini, gözlerini okşayarak sis bulutlarının arasına çekilip gözden kayboldular. Yağmura, suya, havaya, toprağa karıştılar

Elini uzatıyor düş gezgini. Yavaşça dokunuyor eline. Parmaklarının ucunu sıkıyor. Sonra bileklerinden tutup onu kendine doğru çekiyor. Yanak yanağa geliyorlar, saçları bir birine karışıyor. Akropol’den aşağıya bakıyorlar. Madra, Kozak ve Yunt dağı’nın eteğine serilmiş gülümseyerek yatan Bakır Çay ovası, Madra ve Bakır Çay’ın beslediği bereketli topraklarda uzayıp giden pamuk, tütün, zeytin ve domates tarlaları sis içinde… Mermer sütunun üzerine tırmanıp uçuşa geçiyor düş gezgini. Eteği uçuşuyor, saçları savruluyor ve ona öylece bakıyor.


“Gelsene” diyor düş gezgini. Işıl ışıl parlayan gözleriyle “Haydi gel”. Ellerini uzatıyor. Uzanıp tutunuyor düş gezginine. Onu yanına çekiyor. Ayakları yerden kesiliyor. Bergama üzerinde uçuyorlar. Koynuna dolan rüzgâr gömlek eteklerinden çıkıp giderken, balon gibi şişiyor gömleği. Uçmak eğlenceli bir oyuna dönüşüyor. Uçarak kenti bir baştan, bir başa geçiyorlar. Bakır Çay ovası’nın üzerine geliyorlar. Kentin minicik kibrit kutusu gibi görünen evleri aşağıda yağmurla yıkanırken, bir zamanlar büyük bir medeniyetin yaşandığı Pergamon şimdi insanları kendine çeken gizemli bir antik kent olarak, hâlâ dimdik ayakta duruyor. Bergama kentine ve ovalarına boynu bükük ama dirençle bakıyor.

Bakır Çay Ovası’ndan, Çandarlı körfezine uçuyorlar. Oradan, Madra Çayı ile Ege Denizi’ne. Koca Çay’la, Manyas gölüne yeşil suyla birlikte, yeşil yolculuklara çıkıyorlar. Pergamon kentinin sınırlarını çiziyorlar.


Israrla çağırdığını duyunca, uyanıyor düşünden. “Islanıyorsun gelsene”. Yağmur ince toz zerrecikleri şeklinde yağıyordu. Tüm renkleriyle gök kuşağı Pergamon’u ve orada bulunan insanları sıcacık renkleriyle sarıyordu. Gök kuşağının renklerini anlatıyordu ve burada yazılan iki yüz bin kitap rulosunu… Susuyor o, onun için bunların pek önemli şeyler olmadığını düşünüyor. “Tüm bunları niye paylaşamıyoruz birlikte. Canımın içi yalancıktan atlara binmişiz, yalancıktan oyunlar oynuyoruz. Ve üstlendiğimiz rollerin üstüne sürüyoruz dörtnala atlarımızı. Çocuklarımız da bize bakıp gülüyordur. Onların dünyaları minicik. Nasıl sığdırıyorlar onlar bu olayları minicik dünyalarına. Onlara imreniyorum. Ah oyun çağının evcil yaratıkları. Sevimli şeyler. Onlarsız bir dünya da düşünemiyorum… “

İç sesi ile konuşarak bin yıllık Pergamon yolundan aşağı iniyordu…




Fikret Kemal Tekin/Bergama

38 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
1/3
bottom of page