İki oğlumuzdan küçüğü olan (Küçük dedikse 32 yaşında) Felsefe Doktoru Işık, şu sıralarda oturduğu Belgrad’a davet edince, hem onunla özlem gidermek, hem de yeni bir ülke görmek amacıyla beş günlüğüne Belgrad’a gittik. 22 Aralık Cuma günü THY’nın uçağıyla İstanbul aktarmalı eski Yugoslavya’nın, şimdi tek başına kalmış Sırbistan’ın başkenti Belgrad’a uçtuk. İstanbul’dan saat 19.00’da havalandık, 18.50’de Belgrad’daydık! Yanlış okumadınız. Saat farkı böyle şaşırtıcı bir sonuç verdi. Kazandığımız bu iki saat on dakikayı tabii dönüşte kaybedecektik!
Belgrad Havaalanından çıktığımızda bizi bir sürpriz karşıladı. Taksi beklerken (huyum kurusun) bir sigara yaktım! Gelen taksiyi bekletmemek için de onu bitirmeden yere atıp ayağımla söndürdüm. Tam hareket edeceğimiz zaman bir polis otomobilin penceresine eğilerek pasaportumu istedi. Neden istediğini anlayamadan uzattım. izmariti yere attığım için ceza ödememi istiyordu! Siz benim için “Oh olsun!” diyorsunuzdur ama acaba kazın ayağı öyle mi? Hele bir dinleyin:
İzmaritin yere atılmasının cezayı gerektirdiğine ilişkin bir uyarı olmadığı gibi, yerde başka izmaritler de vardı. Yakında bir sigara söndürülecek yer de yoktu. İzmariti yerden alıp cebime koydum. Neye uğradığımın ve bu soğuk karşılamanın şaşkınlığını yaşarken Şenal, polisin peşine düştü. “Makbuzunu kes, cezayı ödeyeceğiz” dedi. Ceza da Türk lirasıyla 180 lira kadar tutuyormuş. Polis önce yakınlardaki bir büroya kadar gitti, sonra dönüp havaalanına girdi. Ceza kesecek bir yer bulamadığından pasaportumuzu iade etti. Sırp şoför de şaşkınlık içinde kaldı.
Belgrad, kirli bir kent olmamakla birlikte sonraki günler yerlerde bir hayli izmarit gördüm! Hepimizin yorumu, bu polisin bizden bir parça rüşvet sızdırma peşinde olduğuydu. daha sonra öğreneceğimiz üzere Belgrad’da kapalı restoranlarda sigara içmek yasak değildi. Neyse ki, beş gün boyunca Sırplardan bize karşı bir nezaketsizlik görmedik.
Kent merkezine 18 km. çeken Havaalanından şehir merkezindeki eve gittik. Burası bir Türk akademisyene aitti ve Işık tarafından 15 günlüğüne kiralanmıştı. Ev sahibi tatildeydi. Belgrad’ın merkezini Kızılay sayarsak bu ev Kolej veya İncesu taraflarında idi.
Işık bizim için bir gezi programı yapmıştı. Kendisi de Sırpçasını epey ilerletmiş, elinde Sırbistan’la ilgili bir turizm rehberiyle aileye çevirmenlik yapıyor. Rusçaya da aşına olduğundan işleri kolaymış. Çünkü Sırpça ile Rusça aynı dil ailesindendi, ortak birçok sözcükleri varmış. Sırplar Kiril’den uyarlanmış 30 harfli bir alfabe ile Latin Alfabesi’ni birlikte kullanıyorlar. Bizdeki Ç ve Ş harfleri onların Sırpça’ya uyarladıkları Latin Alfabesinde de var. Yalnız çengelleri harflerin altında değil, üstünde
.
Beş gün boyunca öğle üzeri kuru fakat ısırıcı bir havada evden çıkıyoruz, kâh yürüyerek, kâh taksi veya otobüsle meydanları, kiliseleri, birkaç müzeyi, anıtı dolaşıyoruz. Belgrad Kalesi’nden, Almanya taraflarından buraya gelinceye kadar bir hayli yorulduğu anlaşılan, buna rağmen Karadeniz’e kavuşmak için yoluna devam eden Tuna ile güneyden ülkenin yarısını sulayıp 940 km yol aldıktan sonra Tuna’ya kavuşan Sava’yı seyrediyoruz. Akşamları restoranlarda yemek yiyor, yorulduğumuz zaman bir “kafa”ya (kahveye) girip çay, kahve içiyoruz.
Belgrad “Beyaz Şehir” anlamına geliyormuş. Böyle iki büyük nehrin birleştiği bir yerin tarih öncesinden beri gerek yerleşmeciler gerek talancılar açısından ilgi odağı olacağı açık. Şimdi bir milyon 200 bin nüfusu barındırıyor ama özellikle Sava’nın öte yakasında 1950’lerden sonra geniş bataklıklardan kurutularak yerleşime açılmış bölüm nedeniyle Belgrad’ın geniş bir alan kapladığı görülüyor. Sava’nın iki yakası boyunca suyun içine yapılmış aralarında restoranların da bulunduğu tek katlı yazlıklar, göl kıyılarında yaşayan ilk insanların vahşi hayvanlardan korunmak için göl içine yaptıkları kulübeleri andırıyor.
Hem gezip görüyor, hem sesli düşünüyoruz.
Avusturya mimarisi tarzında yapılmış görkemli apartmanlara, yüksek katlı yeni yapılara rağmen neden kiliseler ve İslam toplumlarında camiler hâlâ kentlerin simgesi olmaya devam ediyor? Yeni Çağ’ın görkemli opera binaları neden kiliselerin bu saltanatını elinden alamadı? Çünkü üç büyük dinden Yahudilik 3.250, Hıristiyanlık 2.000, İslamiyet ise 1.500 yıldır, inananları bir potada eritmiş ve onlar için ortak inanç sistemi yaratmış. Her millet, o dine ve hatta mezhebe kendi rengini katarak millî bir din oluşturmuş.
Sırplar Hıristiyan, fakat diğer Hıristiyanlardan farklı, Ortodoks fakat diğer Ortodokslardan farklı. Onlar Sırp Ortodoks kilisesine bağlı. Bu kiliselerin İsa, Meryem ve havariler gibi ortak azizlerinin yanında kendi kiliselerinin de azizleri var. Anladığımıza göre, bu azizler yalnız din adamı değil, yabancılara karşı halklarını ve ülkelerini savunan, milli onurları için kahramanlık yapanlar da azizleşmiş.
Aziz Sava (1174-1237) bunlardan biri. Kosovalı. Sırp Kilisesinin kurucusu Sava’nın mezarı ve eşyaları, Hıristiyanlar tarafından şifa niyetine ziyaret edilirken zamanla buna Müslümanlar da katılıyor. Osmanlılar, onu tarihten silmek için eşyalarını Belgrad’a getirip yakıyorlar. Bu büyük kilise onun yakıldığı yere inşa ediliyor. Sırbistan’ın geçirdiği savaşlar nedeniyle yapımı 120 yıldır sürüyor. Sırpların elinde Osmanlı sarayının hazinesi yok ki birkaç yılda Selimiye veya Sultanahmet gibi bir yapıyı bitirsinler. Her "sefer"de yağmalanıp İstanbul'a getiriliyor.
Aynı meydana heykeli dikilen Kara Yorgi de Sırpların bir hürriyet kahramanı. 1804’te Belgrad’da Osmanlı merkezi yönetimi iktidarını kaybetmiş. Yönetim Yeniçerilerin eline geçmiş. Kara Yorgi buna karşı ayaklanmış. Osmanlılar duruma yeniden hâkim olunca da Osmanlılara karşı savaşmış kısa süreliğine bağımsızlığını kazanmış bir tüccar, asker ve eşkıya. Daha sonra da sülalesi Sırbistan siyasetinde önemli bir rol oynamış.
Bir başkentin en öğretici mekânı Millî Müze’dir. Sırbistan’ın millî müzesi yok muydu? Varmış ama on yıldan daha önceki bir tarihte onarım nedeniyle ziyarete kapatılmış. Onarım bitince bir de bakmışlar ki birçok eserin yerinde yeller esiyor! Bu nedenle “onarım” hâlâ sürüyormuş… (29 Aralık 2017)