Çay Kaşığı Sesiyle Uyanmak
top of page

Çay Kaşığı Sesiyle Uyanmak


Lise yıllarım. Okul evimizin hemen yanında. Zil çaldığında evden çıksam derse yetişirim, o kadar. O zamanlar nedense herkes yattıktan sonra geçirdiğim saatler en güzeli benim için, tv yok, telefon yok, ipad, iphone yok...


Okuldan gelir gelmez ödevlerin başına oturulurdu bizim evde. Annem olsun olmasın bu böyleydi. Ödevler akşam yemeğinden önce biterdi . Yemekten sonra annemin iş yerinden çocuklar okusun diye getirdiği gazete sayfaları paylaşılırdı. Sonra tekrar ders, sonra kitap. Sonra gece yarılarına kadar mektup yazılırdı.


Sıra arkadaşıma sayfalarca mektup yazar içimi dökerdim. Emelciğimi daha on sekiz yaşına girmeden çok kötü bir trafik kazasına kurban verene kadar sürdü bu. Okulda pek fazla konuşamazdık, çünkü teneffüsler kısaydı, okul kalabalık, sınıf altmış kişiydi. Dersler zor; hocalar, bir sınıfa doluşmuş altmış kızı kontrol edebilmek için olmalı, çok katı ve acımasızdı. En güzel çare mektup yazmaktı.


Geceleri içimden dolup gelen, kimseyle paylaşamadığım hislerimi, dertlerimi Emel'e yazardım, o da bana yazardı. Tek mektup arkadaşım o değildi üstelik, o zamanlar pen-pal denilen programla dünyanın bilmediğimiz yerlerindeki gençlerle de mektuplaşırdık. Koleje değil de devlet lisesine giden bizler için İngilizce mektup yazmak hayaldi tabii. Ama komşularda İngilizcesi iyi olan abla ve abiler olurdu onlar yardım ederlerdi bir şekilde.


Uzaktaki kuzenlerime, teyzeme, dayıma halama, arkadaşlarıma da yazardım. Mektupları yazıp, okuduğum kitabı da kapattığımda saat gece yarılarını geçmiş olurdu. Eski Ankara evinin ikinci katındaki oturma odasındaki yattığım sedir, giderek yana yatan evin eğimine uymak için odanın en dibindeydi, ışıkları söndürüp yattığımda kardeşim zaten çoktan uyumuş olurdu.


Karşımdaki küçük pencereden mahallenin tek ışık kaynağı sokak lambasının ışıkları süzülürdü. O ara sokaklardaki pencerelerden görünen ufacık gökyüzüne yıldızlar uğramazdı. Ankara seması havasındaki is kadar kara dururdu. Sokak lambasından gelen cılız ışınlara bakıp hayal kurardım. Çok önemli çok mühim biri olacaktım ya mucit ya kaşif, ya ses sanatçısı ya doktor, ya da tiyatrocu; hepsini olmak istiyordum. Hayallerim beni sonunda uyuturdu ama hemen sabah olurdu.


Benden saatler önce yatıp uyumuş küçük kardeşim, annesinin ilk sevecen "kalk benim güzel oğlum" nidasıyla yataktan zıplamış, yüzünü yıkamış, giyinmiş, annesinin dibinde şakıyarak kahvaltı sofrasının hazırlığına yardım ediyor olurdu. Ama annenim her iki dakikada bir "kızım kaaaaaaaaaalkkkkkk" nidaları beni yerimden kıpırdatmaz, bilakis yeni bir rüyaya başlatırdı.

Yatak mıknatıs ben demir tozuydum sanki, yatağa yapıştıkça yapışır, annemin nidalarıyla bir saniyeliğine uyanan bilincim okula gitmemek için neden bulmaya çalışırdı. Ama okula mutlaka gidilecekti, uykusuz beynimin hezeyanlarıydı onlar. Annemin kardeşime "git ablanı uyandır" dediğini duyar, yorganın altında kurbanını bekleyen leopar misali gerilir bana yaklaşmaya zaten cesaret edemeyecek kardeşimi yarı uyanık bilinçle beklerdim. O ablasını tanırdı, gelmezdi zaten.


Annenim çığlıkları dinmeye yüz tuttuğunda bilinçaltım bilincimi uyandırmaya başlardı, sona iyice yaklaştığımı anlardım, ama hala bedenimin yapıştığı yerden kalkacak gücü olmazdı. Beni yataktan kaldıracak gücün damarlarımda akan kanın çay rengi olmasına borçlu olduğumu işte o zaman anlamıştım. Ne anne korkusu, ne çalacak okul zilinin korkusu, ne sıfırcı matematik hocamızın korkusu… çaydanlığın kokusuydu beni yerimden boşalmış yay gibi zıplatan.


Hayatımda duyduğum en güzel, en mutlu ses: çayın hazır olduğunu müjdeleyen, bardağın içindeki şekeri eritmeye çalışan kaşığın sesiydi. Gözlerim yarı açık masayı süzerdim, hep de iki çay bardağı olurdu masada, ikisi de dolu olurdu. Üstümden kaçan geceliğim, sabaha kadar yorgan ve yastıkla edilen kavga sonucu iyice karışan saçlarımla orada durur hüzünle sofraya bakardım.

"Gene unuttunuz beni, değil mi?"

*

11 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

MESUT KARA

1/3
bottom of page