top of page

Ümmü'nün Çeşmesi

Güncelleme tarihi: 17 Ara 2020


Berrak bir ağustos gecesiydi. Gökyüzündeki yıldızlar, lacivert bir kumaşın üzerine saçılmış gümüş parçaları gibi parlıyordu. Gecenin sessizliğini, çan sesleri, köpek havlamaları ve bozkırda yayılan koyunlardan arada bir gelen tıksırıklar bozuyordu. Ara sıra esen hafif rüzgâr hem gecenin sıkıntısını alıyor hem de yüzümüze tatlı bir serinlik veriyordu.


Ağustosun bu berrak gecesinde, köy mezarlığının yamacında, amcamla yere oturmuş, altımızda otlayan koyunları güdüyorduk.

Amcam:

-Ben biraz kestireyim. Korktuğunda yahut yabancı ses duyduğunda kaldır beni, dedi.

Kaşla göz arasında yan tarafındaki kepeneğin üzerine sessizce uzanıverdi. Dolunayın ve yıldızların aydınlattığı bu serin gecede, amcam ne de güzel uyuyordu. Oysa yaşadığımız kentte sıcaktan rahat uyuyamıyorduk. Burası İç Ege’de olduğu için kara ikliminin özellikleri

hüküm sürüyordu. Gündüzleri sıcak ve kurak, geceleri soğuk. Bu yüzden yazın, geceleri dam

üstlerinde yatılırken yorgan örtünülüyordu.

Amcam uyurken ben de yanı başında, sol kolumun üstüne yan gelip uzandım. Önüme de meşe ağacından yapılmış çobandeğneğini çektim silah olarak. Boşta kalan sağ elimle çevremdeki kurumuş otlardan koparıyor, bazen yere atıyor, bazen de dişlerimin arasında eziyordum.

Bir süre sonra, koyunlar bulunduğumuz yerden bir hayli uzaklaştılar. Gözümün önünden kayboldular. Gecenin sessizliğinde, uzaklardan çanlarının seslerini işitiyordum artık.

Amcamın tembihine uyup kendisini uyandırdım. Sürüyü bulmak için çan seslerini takip ettik. Nadasa bırakılmış tarlalardan birinde yayılırlarken bulduk onları. Koyun çobanlığında çan sesinin çok önemli olduğunu o an öğrendim. Her çobanın kendi sürüsünün çan seslerini nasıl

tanıdığını merak ettiğim için amcama sordum. O zaman amcam anlatmaya başladı:

-Bak yeğenim! Çoban, sürüsünün çan sesini tanıması lâzım. Tamam mı? Tanımazsa sürüsüne zor sahip olur. Bunun için her sürüdeki çanların boyları, şekilleri, içinde sallanan dilleri farklı farklıdır. Çan alırken veya yaptırırken bunlara dikkat edilir. Sürüdeki çanların hepsinin aynı tınıyı vermesi gerekir ki geceleyin uyuyup kaldığında, kaybettiği sürüsünü çan sesinden tanısın. Şehirli kısmı belki çobanlığı küçümser ama onun da kendine has bazı incelikleri vardır. Çobanlık da bir nevi yöneticiliktir. Onu beceremeyen yöneticiliği hiç beceremez. Yönetici nasıl ki emrindeki adamlardan sorumluysa, çoban da güttüğü hayvanlardan sorumludur. Zamanında birçok peygamber çobanlık yapmıştır. Buna peygamber efendimiz de dâhil. Anladın mı şimdi?

-Evet. Çok iyi anladım.

Bu arada, amcam sürüyü köyün kuzeyindeki dağa doğru sürünce buna bir anlam veremedim:

-Koyunları niye dağa doğru sürüyoruz?

-Oraları daha otluk, hem orada, sabaha karşı hayvanları sulamamız lâzım.

-Dağın neresinde sulayacağız?

-Tam tepesinde.

Şaşkınlığım daha da artmıştı. İçimden “Amcam acaba benimle dalga mı geçiyor.” dedim.

-Tam tepesinde mi?

-Evet.

-Neden orada?

-Buralarda başka çeşme yok da ondan.

-Allah Allah! Çeşmeyi neden dağın tam tepesine yapmışlar? Hayret bir şey!

-Madem merak ettin, anlatayım. Önce sürüyü kazasız belasız şu dereden geçirelim.


Koyunlar dereden geçerken sağa sola dağıldılar. Düzene sokmak için bir süre uğraştık. Güç bela yönünü dağın eteğine çevirdik. Bir süre yürüdük. Sabırsızlandım. Hemen anlatmasını istiyordum. İçimden “Sanırım unuttu. Hatırlatayım mı?” diye geçirdiğim anda, amcam anlatmaya başladı:

-Evvel zamanın birinde, çok zengin bir ailenin güzel mi güzel bir kızı varmış. Adı da Ümmü’ymüş. Evin tek çocuğuymuş. Ailesinin başka çocukları olmamış. Bunu el bebek gül bebek büyütmüşler. Evlenme çağına geldiğinde kızın birçok taliplisi olmuş. Hiçbirini istememiş. Meğer kız Murat adında bir yiğidi seviyormuş. Sevdiği erkek, anasıyla birlikte aynı köyde yaşıyorlarmış. Bunun da başka kardeşleri yokmuş. Anası, biricik oğluna yüklüyken kocasını kaybetmiş. Ana-oğul baş başa kalmışlar. Oğlan da büyümüş, yıllar sonra Ümmü’ ye âşık olmuş. Anasına kızı istetmesini söylemiş.

Sözünün tam burasında sürünün köpeği havlamaya başladı. Amcam hemen kulak kesildi.

Uzaklardan köpek havlamalarıyla çan sesleri duyuluyordu. Gürültüler önemsiz olmalı ki sözünü kaldığı yerden sürdürdü:

-Anası da “Aman oğul! O kızı bize hiç verirler mi? Biz kim onlar kim? Vazgeç bu sevdadan.” demiş. Ama oğlan abayı yakmış. Bu kez oğlanın ısrarı üzerine kıza dünürcü gitmişler. Babası gelenlere öfkeyle gürlemiş: “Bre zındıklar, bre haddini bilmezler, bu ne cüret ki benim gibi bir adamın kızına talip olursunuz? Delirdiniz mi siz? Yıkılın karşımdan!” deyip dünürcüleri kovmuş. Kız bu olaya çok içerlemiş. Yemeden içmeden kesilmiş. Çünkü o da Murat’ı çok mu çok seviyormuş. Anası, kocasının korkusundan bir şey diyememiş. Acısını içine gömmüş. Bu olaydan sonra, Ümmü evden kaçıp gitmiş. Babası biricik kızının kaçtığını duyunca çılgına dönmüş. “Eyvah! Ben ne yaptım?” demiş. Kızının yanında görücülere hakaret edip kovaladığına pişman olmuş. Günlerce dere tepe, dağ bayır kızını aramış, bir türlü bulamamış. Üzüntüsünden yataklara düşmüş. Kız ile oğlan buluşmuş, dağa sığınmışlar.

Gitmekte olduğumuz dağa... Günlerce aç susuz saklanmışlar. Koca dağda bir yudum su bulamamışlar. Yaz günü kaçtıkları için açlıktan çok susuzluğa dayanamamış Ümmü. Dili damağı kurumuş, dudakları çatlamış. Oğlan da aynı duruma düşünce, bu kez kız yalvarmış:

“Yiğidim, aslanım!” demiş. “Çek git bu diyardan. Ben zaten iflâh olmam artık. Susuzluk öldürecek beni. Bari sen kurtul! Bu dünyada muradımıza eremedik, inşallah ahrette ereriz.”

Bu arada, önümden kedi gibi bir şey hızla sıyrılıp geçti. Korkuyla “Amca!” diye bağırdım. Elim ayağım kesildi. Tüylerim diken diken oldu. Yüzümün derisi gerildi. Amcam şaşkınlık içinde:

-N’oldu yeğenim? Dedi.

-Önümden kedi gibi bir şey geçti.

- Yaban tavşanıdır. Buralarda bulunur.

Sonra bana dönüp:

-Anlatayım mı, kalsın mı?

-Anlat anlat!

-Bu söz üzerine Murat, “Dayan Sultanım. Ben sana su bulup geleceğim.” demiş. Dağdan ovaya inmiş. Uzun ve çetin bir uğraştan sonra, suyu bulup getirmiş. Döndüğünde bir de bakmış ki Ümmü başının altına taştan yastık yapıp uyuyakalmış. Murat elindeki su kabıyla yanına koşmuş. “Uyandırayım da su içireyim.” demiş. “Ümmü! Ümmü!” diye sarsmış. Uyanmamış. “Eyvah! Geç kaldım.” demiş. Çığlık atıp üstüne kapaklanmış. Ardından ağıtlar yakmış. Sonra oturup düşünmüş. Karar vermiş. “Gideyim, ailesine haber vereyim. Ne de olsa

evladıdır. Benim ciğerim bir yanarsa, onunki bin yanar.” demiş. Her şeyi göze alarak, soluğu kızın evinde almış. Kızın ailesi, onu karşılarında görünce yüreklerine bir ateş düşmüş. Çünkü anası, o gece rüyasında kızını beyaz, dikişsiz elbisenin içinde, çok susamış bir halde görmüş. Kendisinden su istemiş; fakat -elinde su tası olduğu halde- bir türlü içirecek su bulamamış.


Sabah kalkınca rüyasını kocasına anlatmış. O da “Kızın başına bir hal gelmesin.” demiş. Aynı

gün, Murat’tan acı haberi de alınca karşısında yığılıp kalmışlar… Babası kendini toparlayınca: “Kalk hatun, kalk!” demiş. “Dövünüp durmayla olmaz. Atlara hemen binip yola koyulalım.” Kızın babasının iki tane atı varmış… Birine kendisiyle karısı binmiş, diğerine de Murat. Tozu dumana katarak soluğu dağın tepesinde almışlar. Ümmü’nün cesedini yerden kaldırdıklarında bir de bakmışlar ki bedeninin toprağa değdiği yer ıpıslakmış. Yastık olarak başının altına koyduğu taşın altından su sızıyormuş. Şaşkına dönmüşler. Bunu, Ümmü’nün susuzluktan yanarak öldüğüne bağlamışlar. Babası, çeşmeyi onun adını ölümsüzleştirmek için yaptırmış öldüğü yere. Mezarı da hemen çeşmenin yanı başındadır. Ailesi, onun köy mezarlığına gömülmesini istemiş; fakat köylü buna karşı çıkmış. Demişler ki: “Bunda bir hayır vardır! Bu kıraç dağın tepesinde, başının altındaki taş yastıktan su çıkması Allah’ın bir hikmetidir.” Köylünün bu sözleri üzerine ailesi ikna olmuş; dağın tepesine gömmüşler.

Murat’a gelince: Kızın ölümünden sonra mecnuna dönmüş, aşkından deli divane olmuş.

Aklına estikçe, gece gündüz demeden “Ümmü çağırıyor beni!” diye soluğu çeşmenin başında alıyormuş. Ne yapıp ne ettilerse önüne geçememişler. Bir gün, Ümmü’nün mezarının

başındaki palamut ağacında asılı bulmuşlar allı yeşilli bir çemberle. Çember Ümmü’nün imiş… Onu da Ümmü’nün yanına gömmüşler. İki mezar yan yana. Gidecek olduğumuz çeşmenin hikâyesi bu.

Bir de baktım ki dağın eteğindeyiz. Ova arkamızda, gerilerde kalmış. Sürü dağın eteğinden yukarı doğru tırmanıyor.

Suskunluğunu bozan amcam bu kez:

-Açıktın mı?

-Evet.

-Ben de… Torbada yiyecek bir şeyler var; ama yengen ne koydu bilmiyorum. Gel, şu önümüzdeki kayanın üstüne oturup karnımızı doyuralım.

-Tamam amca.

Amcam torbasındakileri çıkardı. Bir tülbendin içinde somun ekmeği, peynir, kuru soğan vardı. Bir de orta boy cam şişe içinde su.

Karnımızı doyurduk. Suyumuzu içtik.

Kalktık, koyunların arkasından yürüdük. Önümüzdeki sürüyle dağı yarıladık.

Dağın yüzü kayalarla, kurumuş otsu bitkilerle ve devedikenleriyle kaplıydı. Aralarında seyrek de olsa sığırkuyruğu, üzerlik ve çakırdikenleri vardı. Elimdeki değnekle, önüme gelen dikenlere vura vura yürüyordum.

Koyunları sabaha karşı dağın tepesine çıkardık. Burası köyün kuzey doğusuna düşüyordu.

Dağın zirvesi, dolunay ve yıldızların ışığından adeta gündüz gibiydi. Karşı dağın yamacındaki mezradan ise horoz sesleri geliyordu.

Koyunlar çeşmeye akın ettiler. Ümmü’nün Çeşmesi’ne…

Ümmü’nün çeşmesi, amcamın dediği gibi dağın tam tepesinde, yönü kuzeye bakıyordu.

Duvarı tamamen kuru taş yapıyla örülü ve üstü kemerliydi. Boyu bir metreydi, eni bir buçuk. Yapının derinliği ise elli altmış santimetreydi. Gövdesinin tam ortasında, bilek kalınlığında bir

oluğu vardı. İçinden serçe parmağı kalınlığında su geliyordu. Kemere yakın yerde, gövde yapılırken büyükçe bir taş oturtulmuş; taşın üstüne de oyma yazıyla ÜMMÜ’NÜN ÇEŞMESİ yazılmış. Başka ibare yoktu. Su yazın ortasında bile soğuk ve tatlıydı. Susayanlar kana kana içiyorlarmış. Önündeki yalak -yaklaşık bir metre boyunda- kayrak taşlardan yapılmış. Derinliği diz boyu, genişliği ise kırk-elli santim. İçi su ile dolu. Yalaktan taşan su, kendine ince bir yol çizmiş, hemen altındaki çukura akıyordu. Orada küçük bir gölet oluşmuş.


Yalağın önünden akan suyun geçtiği yerler ve göledin etrafı yemyeşildi. Geceleyin, rüzgâr estikçe ortalığı taze nane, kekik, reyhan kokuları kaplıyordu.

Koyunlar sulanırken, ben de boş durmadım. Elimdeki çobandeğneğiyle göledin derinliğini ölçmeye çalıştım.

Amcam:

-Derin değil, dedi. Geceleyin öyle görünüyor. Ay ışığı aldatıyor. En derin yeri bir metreyi geçmiyor.

Sürüyü suladıktan sonra yönünü köyümüze doğru çevirdik.

Artık şafak sökmek üzereydi. Karşı dağın eteğindeki köyümüz gecenin içinden sıyrılmaya çalışıyordu.

İçimi hüzün kapladı.

Bu hikâye aynen doğru mudur? Orasını bilmiyorum; ama ben hikâyelere inanmasını severim. O günden bu yana ne zaman çeşmeden söz açılsa, hemen aklıma Ümmü’nün Çeşmesi gelir.

*

Çiğili/İzmir

Etiketler:

33 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments