Suat SEDEFOĞLU
SALİHLİ'de sezonun ilk kirazlarını, satın alma müdürü olarak çalıştığı dünya devi perakende firmasına hazırlayan tedarikçiyi ziyaret etti adam. Bu öylesine yapılan sıradan bir bölge çalışmasıydı. Sonrasında iş gezisine devam edecekti, İzmir, Antalya, Mersin ve Adana olarak.
Vakit ikindiyi biraz geçkindi, artık İzmir’deki oteline geçmeliydi. Ziyaret ettiği tedarikçinin ürün toplama tesisi Salihli’nin bir köyündeydi. Aralardan vurup, köy yollardan geçerek İzmir yoluna düşecekti. Bu arada havada hızlı bir telaş ve acelecilikle bulutlar koşturuyor, her geçen dakika gökyüzü karalara bürünüyordu. Tedarikçinin tesisinden çok fazla uzaklaşmamışken bir köyden geçiyordu, yol kenarında olduğu görülen okuldan öğrenciler hışımla, çığlıklarla çıkıp yola akıyorlardı. Okulu düşük bir hızla ve dikkatli bir şekilde üç yüz metre kadar geçti. Köydeki son ev de gerilerde kalmıştı. Biraz ileride, yol kenarında, yaşları on iki, on üç gibi olan dört çocuk, kravatlarını bir karış aşağı indirmiş, sırtlarında okul çantaları, telaşla el kaldırdılar yaklaşmakta olan arabaya. Bu arada rüzgâr şiddetini git gide artırıyor, hendeklerdeki otları, tarlalardaki bitkileri yere yatırıyor, tozu dumana katıp, bir afeti haber veren ürkütücü uğultularla sanki beklenen yağmurun sabır süresinin bittiğini haber veriyordu. Adam arabayı kenara çekti, çocuklar biraz üşümüş, biraz da korkmuş olduklarını belli eden sık solumalarıyla kendilerini aceleyle arabaya attılar. Araba daha hareket etmeden hışım gibi, iri damlalarıyla siyah bulutlar yere inmeye başladı. Yağmur o kadar şiddetli yağıyordu ki, arabanın sileceklerinin en hızlı geliş gidişleri bile, adamın yolu görmesini tam olarak sağlayamıyordu. İlk telaşı atlatan çocukların aklına, böyle bir havada kendilerini koruma altına alan adama teşekkür etmek geldi. Ön koltukta oturan çocuk; ‘’abi tam zamanında geldin valla, biz karşıda, şu uzakta hayal meyal görünen köyden gelip gidiyoruz, çok teşekkür ederiz,’’ dedi, diğer çocuklar da aynı minnettar tavırlarla teşekkür faslını tamamladılar. Adam bıyık altından gülüp, dikiz aynasından çocukları süzdü;
‘’Teşekküre gerek yok gençler, parasıyla değil mi, ben de sizin sayenizde akşam için bir çorba parası kazanmış olacağım.’’
Araba bir anda su dolu havuza dönen yolda zorlukla ve oldukça yavaş ilerleyebiliyor, ardı ardına patlayan şimşekler, yakınlara düşen yıldırımlar, ortalık yerde bir afetin yaşanmakta olduğunu ürperen yüreklere dolduruyordu. Ama çocuklar için hiç beklemedikleri bir afet hemen yanı başlarına, kucaklarına pimi çekilmiş bir bomba gibi düşüvermişti.
Arabasına bindikleri adam, apaçık para istiyordu. Onu hayırsever, iyi kalpli bir adam olarak değerlendirip, öbür türlüsünü hiç düşünmeden arabaya sevinçle binmişlerdi. Başka türlüsü de olamazdı zaten, olmamalıydı da, böyle gıcır gıcır pahalı bir arabası olan adam, dört kilometre öteden, her gün yaya okula gelip giden birkaç ortaokul öğrencisinden nasıl para isteyebilirdi ki? İnsanlık bu muydu, bu kadar yerlere mi düşmüştü vicdan denen şey?
Arabada buz kesen çocuklar birbirlerine baktılar, bakışlarında şaşkınlık, ‘’adama ne diyeceğiz?’’ kaygısı vardı. Adam ise, hem arabanın yürümesine bin bir güçlükle izin veren yağmur yüzünden, hem de çocuklardan gelecek cevabın beklentisiyle işi olabildiğince geciktirmek istiyor, arabasını oldukça yavaş sürüyordu. Yüzünde ciddi ve cevap bekleyen bir anlam vardı.
Çocuklardan arka koltukta oturan biri, can havliyle; ‘’bizim hiç paramız yok abi’’ dedi, sesinde çocuk dünyasının bütün saflığı ve çaresizliği vardı. Adam oldukça kayıtsız ve kuru bir sesle cevapladı çocuğu:
‘’Paranız yoksa neden bindiniz aslanım?’’
Dört çocuk, sekiz biçare afallamış göz tekrar buluştular. Ne yapmaları gerekliydi? İşi oluruna, adamın görünürde olmayan vicdanına bırakıp belki hiç seslerini çıkarmadan köylerine kadar gidebilirlerdi. Ya da ‘’öyleyse biz inelim abi,’’ demek daha gurur verici bir tavır olabilir miydi? Gururlarını mı yoksa azgın yağmur sularında ıslanıp üşüyerek yaya gitmeyi mi önceleyeceklerdi? Zor bir karar süreciydi bu körpe yürekler için. Ön koltukta oturan çocuk, nasıl diyebildiğini kendisi de bilmeden, bakışlarını ayaklarının altındaki paspasa dikerek, mahcup, utangaç ve biraz da kahırlı bir sesle adama seslendi;
‘’paramız yok abi, öyleyse biz inelim şimdi.’’
Arka koltuktaki çocuklar da katıldı bu öneriye;
‘’arabayı durdur biz inelim abi.’’
Dikiz aynasından çocuklara tekrar bir göz attı adam;
‘’Niye ki,’’ diye seslendi çocuğun biri. Adam, daha keskin daha kararlı bir sesle; ‘’olmaz’’ deyip kestirip attı. Çocuklar hiç tahmin etmedikleri bir cehennem çukuruna düşmüş, çıkışın nasıl olduğunu kestiremedikleri karanlıklar, belirsizlikler içinde öylece kalakaldılar. Adam, ‘’olmaz’’ diyordu ama bu işin oluru neydi ki? Ön koltukta oturan çocuk;
‘’Eee ne olacak şimdi abi, bizi indirmiyorsun da?’’
Adam; ‘’bana bakın gençler, paranız yok, tabii ki ineceksiniz, ama burada değil, buraya kadar beleş geldiniz, yolun yarısını geçmiş oldunuz, bu böyle olmaz ki. Bu işin hakkaniyetli tarafı, sizi nereden aldıysam orada indirmektir. Ben de şimdi dönüyorum ve sizi aldığım yere götürüp bırakacağım.’’
Arabayı, gri sularla kaplanmış yolda, ileri geri birçok manevra yaparak döndürdü ve gerisin geriye sürmeye başladı. Biraz zorunluluktan, biraz da keyfi öyle istediğinden çok yavaş gidiyordu. Şimdi gözleri tamamen çocukların üzerinde gezinip duruyordu. Çocuklar, ancak belki rüyalarında görebilecekleri bir garipliğin tam da ortasında olup, hiç beklemedikleri ve bir anda karşılarına çıkan bu uğursuz macerada ne yapacaklarını bilemez haldeydiler. Ama bu çok sıra dışı acımasızlık, çocuk dünyasının kirlenmemiş dünyasına bir keder değil, ancak, bir eşi bulunmaz neşe olarak dönebilirdi. Öyle de oldu, çocuklar ilk şaşkınlıklarını üzerlerinden atar atmaz önce gizlenmeye çalışan fısırtılarla, sonra da durdurulamaz delice patlamalarla gülmeye başladılar. Adam da onlara bakıp gülüyordu, gülmesini dizginleyip, hınzırca bir yılışmayla;
‘’gülen bakayım, gülün. Son gülen iyi gülermiş çocuklar,’’ dedi.
‘’Olsun abi, biz alışığız, zaten her gün yürüdüğümüz yol, valla bu şey bizi çok neşelendirdi, çok hoşumuza gitti, sen bize gülerken valla billa biz daha çok güleceğiz,’’ dedi önde oturan çocuk.
Birbirlerinin omuzuna başlarını yaslanıp, dirsekle birbirlerini dürterek gülmeler dur durak bilmiyor, sınırsız bir rahatlamış boşalmışlıkla şen çınlamalar arabanın içini zangırdatıp duruyordu. Dinlenmiş, hazırlanmış, biriktirmiş ilk yumruğunu bütün acımasızlığıyla indiren yağmur da, öfkesini almış olmanın hazzıyla zayıflamıştı. Nihayet araba, çocukları ilk aldığı yere gelip durdu.
’’Acele etmeyin çocuklar, döndükten sonra durduğumda inersiniz.’’
Arabayı, yine bir sürü ileri geri hareket ettirerek, tekrar İzmir yönüne döndürüp durdu. Durmasıyla beraber, çocukların kapıyı açmasını beklemeden, suları iki yana yarıp, taşkın su hışırtıları altında birden hızlandı. Çocuklar yeniden şaşkınlıkla; ‘’abi, abi hani bizi indirecektin?’’ diyebildiler hep birlikte. Adam gülüyordu, gülme tınılarıyla karışmış sesinde yoğun bir şefkat vardı.
‘’Sizi sahiden bu havada indireceğimi mi sandınız?’’
Çocuklar; iyi duygularla başlayan, kısa sürede kötülüğe yelken açan, hiç yaşanmayacak çılgınlıkla devam eden, korkunun neşeyle buluşup ve sonunda tekrar iyiliğe dönen bir tiyatronun içinde bulundukları anlamışlardı.
‘’Ne acayip adamsın be abi,’’ dedi arkada oturan çocuklardan biri. Şimdiki gülüşlerde, bir daha yaşanmayacak kısa macerayı yaşamış oluyor olmanın tadı vardı. Adam, dudaklarından yansıyan sevgi ve şefkat dolu tebessümle:
‘’Bakın çocuklar’’ dedi, ‘’ben de sizin gibi ilkokulu dört kilometre ötedeki köye gidip gelerek okudum. Her sene iki yüz kere gidip iki yüz kere geldiğimi düşünün, dört yüz yapar, beşle çarpın, yaptı mı size iki bin gidiş ve geliş. Aradan kırk beş sene geçti, bu iki bin yolculuğun kaçı kaldı aklımda dersiniz?’’
Çocuklar suskunlaştı, bir cevap gelmedi kimseden. Adamın beklediği onlardan gelecek bir rakam da değildi zaten. Az evvel çocuklara verdiği korkuyu, üzüntüyü geri almanın zamanıydı şimdi.
‘’Okul yolunda, belki üç, belki dört anı var belleğimde, o kadar,’’ diye devam etti;
‘’Birinde yanar, çatır sıcak bir gündü, ilkokul birinci sınıfta okulun en kısa boylusu, en küçüğü bendim, bizim köyden daha ileride bir başka köye motosikletiyle giden bir adam, bizim, tozlu yolda kan ter içinde perişan halimizi görmüş ve durmuştu. En yardıma muhtaç, en acınası çocuğu seçmek için öğrenci kalabalığını gözleriyle taradı. O göz benim gözümle buluştuğunda, adamın yüzünde beliren kederi, gözlerinden taşan şefkati asla unutamam.
‘’Ben torunlar köyündenim, babalarınız beni tanır. İdem köyünde öğretmenim, adım Tufan,’’ dedi, gözü bendeydi, sonra içinde bolca lezzet olan bir emirle bana seslendi: ‘’Sen gel bakalım şöyle.’’ Sevinçle koşarak kendimi bir anda motosikletin terkisine atıverdim. Tufan hocanın beline sıkı sıkı sarılmış, Çukurova’nın mayıs kokularıyla birleşen adamın ekşi ter kokusunu içime çekerek evimizin bahçesine kadar getirilmiştim.
Size bir şey diyeceğim ama sakın bana gülmeyin çocuklar; lise yıllarına kadar dünyada iki tür koku vardı benim için, biri; bin bir çiçekten fışkıran kokudan fırından yeni çıkmış sıcak ekmeğe, taze biçilmiş çimenden türlü türlü esanslara, yağmurla yeni buluşmuş topraktan yosunlu deniz kokusuna kadar yüz binlercesi, diğer taraftaysa Tufan hocadan bana miras kalan ve tüm öğretmenlerde vücut bulan ikinci ve yalnızca tek bir koku; öğretmen kokusu.’’
Aklımda kalan bir diğeri, soğuk yağışlı bir kış günü ablamla kavga yapan irice bir kız, hıncını benden çıkarmış ve içi su dolu, karaçalıyla kaplı hendeğe itmişti beni, her tarafım çalı dikenleriyle parçalanmış ve sırılsıklam, tir tir titreyerek çıkartılmıştım o hendekten. Bir de, bizim köyün dışında toplanmış tam okul için harekete geçiyorduk. Diğer köylerin birinden gelip, okulumuzun olduğu köyden de geçecek traktörün römorkuna binme serüveni kalmış anı olarak. Traktör köyümüzün dışındaki sert ve dar virajı dönerken haliyle yavaşlamış ama durmamıştı. Dedim ya, en çelimsiz bendim çocuklar içinde, herkes römorkun arkasındaki ayak koyacak demir halkaya ayak basıp kendisini yukarı atmıştı, en sona ben kalmıştım. Anamın siyah bezden diktiği uzun saplı çantamı römorkun içine fırlatabilmiştim, römorka atlama sırası bana gelmişti. Ama bu arada iyice hızlanmıştı traktör. Ben yukarı kendimi atamıyordum, ayaklarım hala yerdeydi. Traktörün beni zorunlu olarak çekip sürükleyen hızına bacaklarım yetişemiyor, her geçen saniye takatim tükeniyordu. Bu arada ellerim römorkun arkasında bulunan kancasına adeta yapışmıştı ama insanın, hele bir çocuğun dayanamayacağı hıza ulaşmış traktörün süratini artık ne kollarım ne de bacaklarım kaldıramaz olmuştu. Römorka binme şansım sıfırdı, ellerimi bıraktığımda da pert olacağım kesindi. Sonunda ellerim çözüldü, çoğunlukla ceviz büyüklüğünde taşlardan yapılmış stabilize yola yüzükoyun serildim. Alnım, burnum, çenem, dirseklerim ve dizlerim paramparça olmuştu. Ağlayarak eve döndüm. Acıydı ama onca gidiş gelişlerimden kalan bir anı olarak bende hep yaşayacak bu.’’
Adam uzak yıllar öncesinin bu silinmez hatırasını anlatırken, sanki o günü yeniden yaşıyor gibi hüzünlenmişti. Kendinde yitip gitmeyen okul yolundaki çocukluk anılarından bir tane de bu dört Egeli çocuğa bırakmak istemişti. Çocukları da sarmıştı bu hüzünlü hatıralar. Önde oturan çocuk;
‘’Vaaay abi yaa, sen, biz doğmadan geçmişsin bu zorlu yollardan,’’ dedi, arkadaki çocuklardan biri;
‘’Biz de amma safmışız yani, bu adam bizden sahiden para istiyor diye bön bön inanmıştık,’’ diye sürdürdü muhabbeti, bir başka çocuk;
‘’amma arabaya bindiğimiz o yere geri bırakılma hikâyesi efsaneydi, sen çok yaşa be abi,’’ diye atıldı.
Uzaklarda görünen o köye gelinmişti, adam;
‘’isterseniz evinize bile bırakabilirim çocuklar,’’ dedi.
Çocuklar hep bir ağızdan coşkuyla;
‘’çok teşekkür ederiz abi, şu sarı boyalı kiremitli evin önünde inelim,’’ dediler.
Adam denilen yerde durdu;
‘’yaşadığınız sürece unutmayacağınız bir anı bırakmak istedim sizlere, sanırım başarılı da oldum,’’ diye seslendi taze bedenlere.
‘’Hem de nasıl, hem de nasıl bir anı bıraktın abi bize, seni hiç unutmayacağız, bu yaşadıklarımız bizimle beraber mezara kadar gider abi sen merak etme,’’ dediler çocukça bir coşkuyla.
Adam, İzmir için tekrar yola düştüğünde, dikiz aynasından geride kalan çocuklara baktı. Dört çocuk, kendilerine bırakılan ve bir ömür unutulmayacak anıyı idrak edişin getirdiği durgunlukla ama bir o kadar da içinde bolca hayranlık ve sevgi barındıran kıpırtılarıyla bu esrarengiz yabancının ardından el sallıyorlardı.
Comments